Analar unutmuyor, affetmiyor!

12 Eylül’ü unutmayacakların başında analar gelir. 12 Eylül’ün tüm vahşetini bedeninde, yüreğinde yaşayan analar, bu vahşete karşı direnişin de başını çektiler. O güne dek mutfaklarından dışarı adımını atmayan birçok ana, çocuklarının arkasına düşerek faşizmi ve faşizme karşı mücadeleyi öğrendi. Cezaevi kapılarında başladı bu mücadele maratonu. Açlık grevi ve ölüm oruçlarında en kritik engellerden geçti. Toplu dilekçe ve görüşmelerden, Taksim anıtına siyah çelenk bırakma eylemine, oradan İHD, TAYAD gibi örgütlenme girişimlerine kadar uzanan bir süreçti bu…

Bu sürecin başından itibaren içinde yeralan analardan Makbule Berktaş’ı 31 Ekim 2021 günü sonsuzluğa uğurladık. Yıllar boyunca devletin her tür şiddetini gören, tanık olan ya da doğrudan bu şiddete maruz kalan Makbule Ana’nın en sevdiği slogan, “Anaların öfkesi katilleri boğacak” olmuştu. Ve bunun gerçekleşeceğine yürekten inanırdı. 

Uzun zaman Adana İHD’nin yönetiminde yer alan Makbule Ana ile yaptığımız röportajı, yayınevimizden çıkan “Darbe, Yenilgi, Direniş, 12 Eylül” adlı kitapta yayınlamıştık. Ve Makbule Ana o günleri, sanki dün yaşamış gibi yoğun duygularla anlatmıştı. Analarımızın verdiği mücadelenin kararlılığını ve gördükleri devlet baskısının yoğunluğunu genç kuşaklara da anlatabilmek için, röportajı aşağıda yayınlıyoruz.

* * *

PDD: Ana bize 12 Eylül’ü, 12 Eylül’de neler yaşadığını anlatabilir misin? 12 Eylül sana neleri hatırlatıyor?

Makbule Ana: 12 Eylül geldiğinde bir kızım cezaevindeydi, diğeri ise aranıyordu. O yüzden evimiz çok sık baskına uğradı. Bu aylarca sürdü. Her geldiklerinde evi talan ettiler. Kızlarımın çeyizleri vardı bir odada, her geldiklerinde açarlardı, ortalığa döküp giderlerdi. Bir defasında, “bu evi ne ile aldın, komünistlerin parasıyla mı” dediler. O zaman tepem attı. Almanya’dan getirdiğim “para kağıtlarım” vardı, onları çıkarıp gözlerine soktum. Çocuklarım okuyordu, ne kazandılar, ne getirsinler. Yıllarca Almanya’da çalıştığım parayla yaptırdım evimi. Evimi basanlara da söyledim, “okuyan çocuklarımızı alıp cezaevlerine koyuyorsunuz, biz ailelerine de işkence yapıyorsunuz” dedim.

12 Eylül sonrası her gece, -bu iki yıl mı, üç yıl mı sürdü bilemiyorum- ne eşim ne de ben pijama giymedik. Her gece baskın olabiliyordu çünkü. Çocuklarımız cezaevindeydi, aslında biz de “asri cezaevinde”ydik. Belli bir saatten sonra dışarı çıkmak yasaktı. Güya dışarıda yaşıyorduk ama cezaevinde gibiydik. 12 Eylül beynime işlemiş benim. Bir daha gelmesin o günler…

 

O dönemden hatırladığın olaylar var mı?

Bir gün, komşulardan biri geldi, “Makbule teyze, askerler senin oğlanı almışlar, kafasını kanalın içine batırıp çıkarıyor ‘ablan nerede’ diye soruyorlar” dedi. Kanal da bizim evin karşısı. Hemen koştum, “çocuğun kafasını batırana kadar, bana sorsanıza, ben annesiyim” dedim. “Git karı başımdan” dedi. “Bu çocuk benim çocuğum, sen onu öldürecek misin, ne soracaksan bana sor” dedim. Tren hattının ötesine askeriye çadır kurmuştu. Beni ve oğlumu aldılar, oraya götürdüler. Ama gidene kadar çok aşağılık kelimeler kullandılar, şimdi söylemeye bile utanıyorum. “Ben bir ev hanımıyım, çocuklarım da pırıl pırıl” dedim. O ekip gittikten sonra, başka bir ekip geldi. O ekiptekiler, “teyze, senin bir suçun yok, kimliğini ve çocuğunu al da git” dediler. Çıktım geldim, çocuğumu da öyle kurtardım. O anları hatırlamak bile istemiyorum.

Yine bir gün cezaevine ziyarete gitmiştim. Dönüşümde mahallenin her yanını polislerin sardığını gördüm. Birçoğu sivil giyimliydi ve kollarına beyaz mendil bağlamışlardı. Polislerden biri beni tanıdı ve “ne senin çilen, ne bizimki bitiyor” dedi. Kollarına neden beyaz mendil bağladıklarını sordum, birbirlerini tanımaları, yanlışlıkla vurmamaları içinmiş. Ne olduğunu sordum, “el kadar bir kız bize ateş açtı” dedi. O an beynimden aşağıya bir su boşaldı sanki. “Bu benim kız olmasın” dedim içimden. Yanında bir de erkek varmış, polisle çatışmaya girmişler, polis her tarafta onları arıyormuş. (11 Aralık 1980 Metin Aydın’ın Kiremithane mahallesinde polislerle çatışmaya girip şehit düştüğü an -bn) Eve vardığımda, aradan fazla zaman geçmedi, bizim köpek ayaklarıma dolanmaya, havlamaya başladı. O her ayağıma dolandığında, ya polis ya asker gelirdi, “eyvah yine gelecekler” dedim. Öyle de oldu. Askerler girdi içeriye. “Kızın nerede?” dedi başları. “Nereden bileyim, cuntadan önce evden gitti” dedim. “Cunta mı” diyerek kafama elindeki telsizle vurdu. “Çocukların senin de beynini yıkamış” dedi. Televizyon da karşımda duruyor. “Yok” dedim “Kenan Evren televizyonda çıkıp ‘bize cunta diyorlar, faşist diyorlar’ demedi mi, ben ondan duydum, çocuklarımı görmüyorum ki onlardan öğreneyim” dedim. O sırada askerlerden biri köpeğe öyle bir vurdu ki, köpek altına işedi. Komutanları, “hayvan gibi adamlarsınız, hayvanı bile korkuttunuz” dedi.

Hele o cezaevi kapılarında bize neler yaptılar. Coplamadılar mı, saçlarımızdan tutup sürüklemediler mi, terbiyesiz laflar mı söylemediler. “İyi bir ana olsaydın, çocuğun böyle olmazdı” bilmem ne, ne kelimeler saydılar. Ama Allaha çok şükür, yüzümüz ak, alnımız pak! Çocuklarımız ne hırsızlık ettiler, ne dolandırıcılık yaptılar. Ne mafyadalar, ne çetedeler. Mafya babaları rahat rahat geziyor. Onlar hala çocuklarımızın peşindeler.

 

Adana cezaevinde idamlar da yapıldı. Serdar Soyergin’in idamını hatırlıyor musunuz?

O zaman kızımın biri cezaevindeydi. Cezaevine görüşe gittiğimizde çocuklar geldiler ki, gözleri kıpkırmızı. Gece boyunca uyumamışlar, slogan atmışlar. Asılan çocuk ailenin tek oğluymuş, öyle duyduk.

Adana cezaevinin önünde annesi kendini yerlere atıyordu, “çocuğumu astılar” diye. Bizim haberimiz yoktu o gün asıldığından, görüş günü öğrendik. Cezaevinin önünde garaj vardı, çocuğu orada astıklarını söylediler. Görüşte çocuklara sorduğumuzda, Serdar’ın asıldığını söylediler ve kapının deliğinden asılışını izlediklerini anlattılar. O hafızama yazılmış. Kendi çocuğumu idam etmişler gibi oldum. Annesinin yanına gidip teselli etmeye çalıştık. Annenin ciğeri yanmış, teselli olur mu?

O arada itfaiye, üzerimize tazyikli su sıkmaya başladı. Bir yandan da gardiyanlar, askerler, küfürler ederek saldırdı. Her birimiz bir yere kaçtık.

Daha önce oğlum da cezaevindeydi. Daha 15 yaşındaydı içeri aldıklarında. Dediler ki “cezaevinde ölenler var”! Nerede? Devlet Hastanesi’nde. Koşa koşa Devlet Hastanesi’ne gittim. Morga girdim. Oradaki görevliler, ölen çocukları gösterdiler bize, “bakın bu çocuklar sizin mi” diye. Benim çocuğum yoktu, ama başkalarının çocuklarıydı, şimdi isimlerini hatırlayamıyorum. Oradan yürüyerek cezaevine geldim, çocuğumun görüşünü yaptım. Çok şükürler olsun dedim. Diyorum ya, o günler gitsin gelmesin diye. O cezaevinin önünden her geçişimde “yıkılasın” diyordum. En sonunda yıkıldı, Maliye yaptılar. Müze yapmaları lazımdı aslında orayı.

 

Diyarbakır cezaevini de yıkıyorlar. İnsanlığın belleğinden faşizmin vahşetini silmek istiyorlar. Ama unutulmuyor, unutturamıyorlar işte. Şimdi Kenan Evren’le ilgili yargılanma meselesi gündemde. 12 Eylül’de yaptıkları anayasa referandumunda bir madde koydular: “12 Eylül cuntasını yapanlar yargılansın” diye. AKP sözde darbelere karşı ya! Kenan Evren de “beni yargılarlarsa intihar ederim” dedi. Sonra GATA’ya kaldırdılar. Daha yargılanmanın sözü bile hastanelik etti yani…

Çekecekler. Yapanlar hep çekecek. Çünkü haksız yere çoluğumuzu-çocuğumuzu aldılar deliklere soktular, istikballerinden ettiler. Benim çocuklarımın hepsi okuyordu. En küçüğü ortaokula gidiyordu. Her gün evi asker bastığında gecenin birinde, ikisinde çocuğu yatağından kaldırırlardı, “oğlum ablaların gibi olma sakın!” Çocuk artık bunalıma girmişti. Bazı geceler dipçikle uyandırılıyordu. Çocuk küçük, ama beynine girmeye çalışıyorlardı: Ablaların gibi olma! Sanki ablaları Türkiye’yi batırmış! Ablaları ne yapıyordu? Sadece ablaları değil, bütün devrimciler, halk için uğraşıyorlardı, “fakiri fakir etme, zengini zengin etme” diyorlardı. Kendileri için bir pay mı istediler? İhtiyaçları da yoktu ki. O dönem cezaevine giren çocukların aileleri, çocuklarını yaşatacak durumdaydı. Onlar halkı için uğraştı. Kenan Evren de halkı öldürmek için uğraştı.

Bize çok çektirdiler. Dilimize fermuar çekmeye çalıştılar. Bizim dilimize fermuar çektirmek isteyenlere Allah fermuar çektirsin. Çocuklarımıza bu zulmü yapanlara çektirsin. ’96 Ölüm orucunda yaşlı bir ana, beyaz saçlarını şöyle bir açtı: “Mehmet Ağar ciğerinden bulasın” dedi. Mehmet Ağar baştaydı o zaman. Ben hemen anayı sarıp öptüm. “Ana ne olur, çocuğuna dua etme, kendine et” dedim. “Yok, öyle deme, benim ciğerim yanıyor, onun da yansın” dedi. Çocuklarımız şehit oluyordu. Arkasından o da çocuğunu kaybetti. Ben çocuğa üzüldüm, çocuğun günahı ne, bize yapanlar çeksin.

 

Bazı aydınlar “bana işkence yapanları affettim” diyor. Biz de diyoruz ki, onu bir analara soralım bakalım, çocuklarına işkence yapanları, asanları, katledenleri affediyorlar mı?

Hiç affetmem. Kesinlikle! Kesinlikle affetmem. Bak unuttuğum bir olayı hatırladım. Bir defasında yine eve baskına geldiklerinde eşim sigara içiyordu, çakmağı da sehpanın üstüne koymuştu. O çakmağı ben hediye almıştım. Güzel sarı bir çakmaktı. Evin yine altını üstüne getirdiler, tam çıkarlarken, eşim, çakmağını bulamadığını söyledi. Başlarında bulunan teğmen, “hiç kimse gitmeyecek çakmak bulunana kadar” dedi. Aradılar askerin birinden çıktı. Eşim, “keşke söylemeseydim, şimdi bu askeri divanı harbe verirler” dedi. Ben “çok iyi oldu” dedim. Bugün çakmak alan, başka yerde para alır, altın alır, ya da yasadışı bir şeyler getirip koyar.

 

O dönem sizi ve eşinizi de gözaltına aldılar mı?

Bu baskınlardan birinde, önce evi aradılar, sonra babayı götürmeye kalktılar. “Tansiyonu var, elinizde kalır” dedim, ama alıp arabaya bindirdiler. Komşular da geldi, “biz yıllardır buradayız, çocukların eve gelmediğine şahidiz, götürmeyin” dediler. Ben de kolundan çekip arabadan indirmeye çalıştım. Bunun üzerine başlarında bulunan subay “bırakın gitsin” dedi.

Sadece eşim mi? 6 aylık torunumu bile gözaltına aldılar. ’85 miydi, ’86 mı, tam çıkaramıyorum, birgün evime genç bir adam geldi. Meğerse cezaevinde çalışıyormuş. Ama bana söylemedi. Sadece cezaevinde görüş yasağı olduğunu, bayramda görüş yapmak için dilekçe vermemiz gerektiğini söyledi. “Sen kimsin” dedim, “sivil polis misin nesin” Adam çıktı gitti. Arası on gün geçmedi, cezaevinden bir ekip, beni alıp cezaevine götürdü. İki katalog getirdiler, biri erkek, biri bayan gardiyanların kataloğu. “Bunu tanıyor musun, şunu tanıyor musun”, “Hiçbirini tanımam, hele erkeklerle hiç işim olmaz, benim kızım içerde bayan gardiyanları bilirim sadece” dedim. Ertesi gün yeniden çağırdılar, tüm gardiyanları dizmişler, yine “bunlardan hangisini tanıyorsun” diye soruyorlar. İyice sinirlendim. “Katalog gösterdiniz o zaman da söyledim, hiçbirini tanımıyorum.” “Doğruyu söylemiyorsun” dedi. “Hayır, doğruyu söylüyorum” dedim. Aradan bir süre geçti, bu kez emniyetten geldiler. Evde ben, gelinim ve 6 aylık torunum var, bizi alıp götürdüler. Bana da “3 ay gözaltı süren var” diyorlar, o zaman gözaltı süresi 3 aydı ya… Yukarıya çıkardılar, evime gelen gardiyanı sordular yine. Ben de önceki gibi anlattım. Sonra “alın bunları hücreye atın” dediler. Beni ayrı yere, gelinimi ayrı yere koyuyorlar. Dedim ki, “O asker karısı, benim gelinim, gözümün önünde olacak, başka yere koyarsanız çıktığımda basın açıklaması yapacağım.” Onun üzerine gelinimi karşıma oturttular. Bir süre sonra beni yeniden çağırdılar. “Gel bak bakalım, bunları tanıyacak mısın” dediler. Kolumdan tutup bir sandalyeye çıkardılar, mazgal mı, nedir, pencere gibi bir yerden baktırdılar. Karşıma gardiyanları dizmişler. Meğer ben onları görüyormuşum, onlar beni görmüyormuş. “Hiçbirini tanımıyorum” dedim. İndirdi beni, bu sefer tam karşılarına götürdü. Karşılarında da “kaç günden beri size söylüyorum, bunların hiç birini tanımıyorum” dedim bir kez daha. Sonra beni ve gelinimi bıraktılar. Böyle şeylerle karşılaştık işte.

Bir defasında daha gözaltına alınmıştım. Ölüm orucu sırasında yaptığımız eylemlerden dolayıydı sanıyorum. Toplu gözaltıydı, ismimi öğrenince bir polis gelip kızımı sordu bana. “Niye soruyorsun, bir şey mi oldu” dedim. “Ölmüş” dedi. “Sen öl!” dedim. “Bak, bak karıya bak” dedi sonra.

 

Senin moralini gözaltındayken bozmaya çalışmışlar.

Ben de öyle söyledim. Benim moralimi bozmaya çalışıyorsan, benim moralim bozulmaz yıllardır uğraşıyorum çünkü dedim.

 

Sadece 12 Eylül döneminde değil, sonrasında da birçok eylemin içinde yer aldınız. Kaç gözaltı oldu, kaç dava açıldı biliyor musunuz?

Avukatlar, “çocuklarından daha fazla davan var” dediler, ne kadar olduğunu ben de bilmiyorum. Ama çocuklarımın arkasından hep koştum. Onları yalnız bırakmadım. Tüm anne-babalara sesleniyorum, onları yalnız bırakmasınlar.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …