Ekonomik kriz her geçen gün işçi ve emekçilerin yaşamını daha zorlu hale getiriyor. Kasım ayının başlarında dolar 10 TL’yi gördü. Benzin-mazot sürekli artıyor. Buna bağlı olarak temel gıda maddeleri başta olmak üzere iğneden ipliğe her şeye zam geliyor. Hemen her şey, en az iki kat artmış durumda.
“Asgari ücret” görüşmeleri, tam da böyle bir dönemde başladı. “İşçiyi enflasyona ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz” sözü, Erdoğan’ın klişe demagojisidir. Gerçek enflasyon yüzde 100’lere varmışken, resmi açıklama yüzde 20 civarında. TÜİK her zaman olduğu gibi rakamlarla oynayarak enflasyonu düşük gösteriyor; ücretler de bu orana göre belirleniyor.
Ancak yakın zamanda seçim beklendiğinden “asgari ücret”in resmi enflasyonun üzerinde çıkma olasılığı yüksek. Yüzde 25-30 arasında bir oran konuşuluyor örneğin. Diyelim ki, asgari ücret 3500, taş çatlasın 4 bin olsun; eriyen TL karşısında bu artışın bir hükmü kaldı mı? Sadece son 10 ay içinde asgari ücret 100 dolar eksildi. Yılın başında asgari ücretle 390 dolar alınabilirken yıl sonunda yaklaşık 285 dolar alınabiliyor. Bu oranla Türkiye “ucuz işgücü cenneti” Çin’i bile geride bıraktı. Kaldı ki Çin’in sosyal hakları Türkiye’den çok daha fazladır. Avrupa’da ise en düşük asgari ücret Türkiye’dedir.
Yoksulluk sınırının 10 bin TL’yi geçtiği koşullarda asgari ücretin yine açlık sınırında tutulması kabul edilemez. Her şeyin dövize endekslendiği bir ülkede, ya ücretler de döviz üzerinden verilmelidir; ya da yoksulluk sınırının üzerine çıkmalıdır. İşçi ve emekçiler “asgari ücret”le açlığa mahkum edilmeye daha fazla boyun eğemez. “Asgari” değil, insanca bir yaşam herkesin en temel hakkıdır. Ne var ki bunu elde etmek için azami direniş-azami mücadele dışında başka bir yol yoktur.
Egemenler bize asgari yaşamı reva görüyor. Ölümü gösterip sıtmaya razı olmamızı istiyor. Ya öldürüyor, ya süründürüyor… İşsizlik ve açlık kitleselleşti; aynı zamanda ölüm de…
Son aylarda ölen insan sayısında büyük bir artış var. Kovid-19’dan her gün 200 civarında insan ölüyor. Yani her gün bir uçak dolusu insan hayatını kaybediyor. Kaldı ki bilim insanları gerçek sayının birkaç kat daha fazla olduğunu söylüyor. Ve ölenlerin neredeyse hepsi yoksul insanlar… Zaten korona “önlemleri”, başka hastalıklardan (kalp krizi gibi) ölümleri de artırmış durumda.
Sonuçta her gün bir yakınımızı, sevdiğimizi kaybediyoruz. Bu düzen, işçiye-emekçiye acı ve ölüm dışında bir şey sunmuyor. İşçi ve emekçinin sağlıklı beslenmesi ve sağlıklı yaşaması imkansız hale geldi. Hastalandığında ise hastaneye-doktora gidebilmesi lüks oldu. Özelleştirilen hastanelerle, sürekli sayısı düşürülen, kesintileri arttırılan ilaçlarla büyük oranda paralı hale getirilen sağlığa erişim, artık çok daha zor. Üstelik koronavirüs salgını nedeniyle insanlar hastaneye gitmeye de korkuyor. Bu yüzden birçok kronik hastanın tedavi göremediği ve ölüme terkedildiği gözleniyor.
Özellikle yaşlı insanlar ilk gözden çıkarılanlar oldu. Korona bahanesiyle aylarca eve kapatıldılar; hem ruhsal hem fiziksel sağlıkları daha fazla bozuldu. Kitlelerden tecrit edildiler, yalnızlığa terkedildiler. Kapitalizm zaten yaşlıları “yük” olarak görüyor. Daha az tüketen, emekli ya da yaşlılık maaşıyla devletin bütçesine “yük” olan bir topluluk… Onun için bir an evvel ölmelerini istiyor. Tabi bu yoksul yaşlılarımız için geçerli. Egemen sınıfların kendi yaşlılarına nasıl baktıklarını biliyoruz. Özel bakımlar, özel hastaneler, hizmetliler vb… Yani her şeyde olduğu gibi yaşlılarımızın durumu da sınıfsal!…
* * *
Devlet egemenlerin devleti. Kendi sınıfından olana en iyi yaşamı layık görüyor; halkı ise yarı aç-yarı tok “asgari” bir yaşama ve cehalete mahkum ediyor. Sömürü sistemini ve iktidarını ancak bu şekilde ayakta tutabiliyor.
Bu duruma isyan edenleri, başkaldıranları ise, tehditlerle korkutup sindirmeye; bunu başaramadığında işkence-zindan ve ölümle ezmeye, yoketmeye çalışıyor. MİT eski yöneticilerinden Mehmet Eymür, “devletin yaptığı her şey meşrudur” diyerek, işkenceyi ve katliamları açıkça savunuyor. Ve bunların bizzat devlet eliyle, devletin memurları tarafından yapıldığını itiraf ediyor.
En başta kendilerine muhalif olanları hedefe çakıyorlar. Ama rakip klikleri de benzer yöntemlerle ekarte etmekten geri durmuyorlar. Türkiye tarihi bu tür siyasi cinayetler, provokasyonlar, katliamlar tarihidir. Ve hepsinde devletin eli vardır.
Sedat Peker’den sonra Mehmet Eymür’ün itirafları, egemen klikler arasındaki çelişkilerin ne kadar şiddetlendiğinin, aynı zamanda AKP-MHP blokunun iyice çözüldüğünün göstergesidir. Fakat işkence gibi insanlık-dışı bir uygulamanın alenen savunuluyor oluşu, insanlığın bugüne dek ulaştığı düzeyin ne kadar düştüğünün de bir emaresidir. Çünkü işkence, binlerce yıllık mücadeleler sonucu geriletilebilmiş, yasalarca men edilmiş, uluslararası kurumlar tarafından lanetlenmiş bir olgudur.
Bu da göstermektedir ki, günümüzde kazanılmış hakları, elde edilen mevzileri koruyabilmek bile, başlı başına sorundur. Hiç bir kazanım ilelebet kalmaz; ya daha ileriye taşınır, ya geriye gider. İnsanlığın gelişiminde duraklamalar, geriye gidişler hep olmuştur. Ama tarihin tekerleği her daim ileriye doğru akar. Hiç şüphesiz bundan sonra da öyle akacaktır.
Elbette ki bunu hızlandırmak yine bizim elimizde. Tarihteki her ilerleyişin altında sınıf mücadelesi yatar. Yaşam hakkımız da mücadele gücümüz kadardır. Yeter ki bu gücü ortaya çıkaralım…
Rosa Lüksenburg’un dediği gibi; “egemenlerin bizi ezerkenki ve kan dökücü emperyalizmin zorla boyunduruğu altına alırkenki gücünün, mantığının ve keskinliğinin sadece birazcığı bize yeter!”
“Asgari yaşam” dayatmasına karşı sınıf kinimizi kuşanalım! Azami direniş ve mücadeleyle, insanca yaşam hakkımızı savunalım!