III. Emperyalist Savaş sürüyor… DEVRİM günceldir!- II

Elimize posta kanalıyla ulaşan TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nin bir bölümü

“III. Emperyalist Savaş sürüyor… DEVRİM günceldir!” adıyla kitaplaştırıldı.

Kitabın “Sonsöz” bölümünü yayınlıyoruz.

 

Kitapta yer alan belgeler, 2019 yılının Haziran ayına kadar olan gelişmeleri kapsıyor. Aradan geçen iki yıl, yapılan tespitleri pekiştiren olaylara sahne oldu. Özellikle ekonomik krizle birleşen koronavirüs salgını, kapitalist sistemin çelişkilerini hem daha fazla su yüzüne vurdu, hem de keskinleştirdi. Bu durum, daha geniş kitlelerin sistemi sorgulamasını ve hareketlenmesini getirdi; yaşamsal önceliklerini değiştirdi; savaş karşıtlığını artırdı; doğayı koruma mücadelesini güçlendirdi; genel olarak eylemleri radikalleştirdi.

Geçen iki yıl, sınıf mücadelesinin dinamiklerini daha da güçlendirdi, devrimin güncelliğini net bir biçimde ortaya koydu.

* * *

ABD’li stratejistler, 1997 yılında yayınladıkları bir raporda, “21. yüzyıl ayaklanmalar yüzyılı olacak” tesbitinde bulunmuşlardı. Dedikleri gibi oldu; 21. yüzyıl büyük ayaklanmalar, işçi direnişleri ve kitle hareketleri ile başladı.

İlk dalga, yüzyılın ilk yılında 2001’de, Arjantin merkezli olarak yükseldi. Topraksız köylülerin toprak işgalleri daha önce de yaşanmış, bilinen bir yöntemdi; ancak fabrika işgalleri ve işçilerin yönettiği-çalıştırdığı “patronsuz fabrika” modeli, Arjantin’den başlayarak tüm dünyada işçilere örnek oluşturdu. Sonraki yıllarda Fransa’dan Mısır’a, Şili’den Türkiye’ye kadar pek çok ülkede, ekonomik ve siyasi baskılara karşı çeşitli kitlesel eylemler gerçekleştirildi.

İkinci ayaklanma dalgası, 2011 yılında başladı. New York’tan Kahire’ye, dünyanın en büyük kentlerinde meydan işgalleri yapıldı. Bu ayaklanmaların ayırt edici yönü, bazılarının diktatörleri deviren bir güce ulaşmasıydı. Ama hiçbiri “devrim” aşamasına varamadı. Dahası, emperyalistlerin müdahalesiyle, ayaklanma sonrasında birçok ülke savaş alanına döndü, müthiş bir yoksullaşma ve açlık başladı; eskinin laik ülkelerinde gerici-şeriatçı iktidarlar kuruldu. Ortaçağ karanlığından fırlamış gerici-şeriatçı çeteler, bütün Müslüman ülkelerde güç ve etkinlik kazandı.

Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkeleri bu durumdayken, Latin Amerika ülkelerinde darbeyle ya da şaibeli seçimlerle faşist devlet başkanları işbaşına geçti. 2009 yılında Honduras’ta devlet başkanının Amerikancı bir darbe ile devrilmesinin ardından, Latin Amerika’daki solcu devlet başkanları peşpeşe devrilmeye başladı.

2019 yılında yeni bir ayaklanma dalgası yükseldi. Fransa’da Sarı Yelekliler, Lübnan’da “vergi intifadası” en çok öne çıkanlarıydı; dünya genelinde, ekonomik ve siyasi baskılara karşı kitleler sokaklardaydı. Sloganlar da artık daha politik, daha sınıfsal içerik taşıyordu. Mesela Sarı Yelekliler’in taleplerinden biri, “asgari ücret gibi azami ücretin de belirlenmesi” oldu. Ülke yönetimi bile mezhepsel bölünme temelinde inşa edilmiş olan Lübnan’da eylemciler, “farkettik ki aşırı yoksulluk içinde yaşayan bir Hıristiyan, aşırı yoksulluk içinde yaşayan bir Sünni ya da Şii’den farklı değildir” dediler ve “protesto değil, devrim yapıyoruz” diye eklediler. “Metro zammına karşı” (gerçekte vahşi özelleştirmelere karşı) Şili’de başlayan ve 1 milyondan fazla insanın katıldığı eylemlerin sloganı ise, “yoksullar için ekmek yoksa zenginler için de barış yok” olmuştu ve Şili Devlet Başkanı Pinera “savaştayız” diyordu.

2019 ayaklanmalarında, meydan işgallerinin yanısıra anayol blokajları ve hedef binaların yakılması gibi eylemler de yaygın biçimde yapıldı. Bu ayaklanmalar, sadece sözkonusu ülkelerin egemen sınıflarını değil, bir bütün olarak emperyalist sistemi fazlasıyla ürküttü. Çünkü bu defa, sadece yaşadıkları yoksunlukları protesto etmekle, tepkilerini ifade etmekle kalmıyorlar; sınıfsal söylemlerle hak talebini yükseltiyorlardı.

 

Koronavirüs dünyasında

sınıflar da sömürü de daha katmerli

Koronavirüs salgını, bu ayaklanma dalgasının tam ortasında bir “kurtarıcı” olarak emperyalist-kapitalist sistemin imdadına yetişti. Tüm dünyada milyonlarca insanı öldüren salgın, egemen sınıfların ömrünü uzatmıştı. Bu salgının doğadaki tahribatın doğal bir sonucu olarak mı, yoksa emperyalist laboratuvarlarda mı üretildiğini bilmiyoruz; ancak her iki durumda da salgın, sistemin bir ürünü olarak yaşamlarımızı altüst etti.(*)

Salgın, kitle eylemlerinin bir anda bıçak gibi kesilmesine neden oldu. Sorun sadece tüm dünyada sokağa çıkma yasaklarının ilan edilmiş olması değildi; daha önemlisi, bu bilinmeyen salgının çok bulaşıcı ve ölümcül olduğu söyleniyordu. Çin’den, İtalya’dan, Latin Amerika ülkelerinden gelen haberler ve görüntüler, büyük bir ürküntüye sebep olmuştu. 2019 yılı Aralık ayından itibaren, adım adım tüm dünyada bomboş kent meydanları ile hastane koridorlarındaki cenazelerin görüntüleri birarada yayılmaya başlandı; Mart 2020’de artık küresel bir pandemiye dönüşmüştü.

Kovid-19 salgını, ekonomik eşitsizliklerin ve siyasi baskıların katmerlendiği bir süreç getirdi. Tüm dünyada zenginler kendi lüks konutlarında yaşamaya devam ederken, yoksulların kapandığı evlerde açlık kol geziyordu. Devlet destekleri ya yoktu, ya da açlıktan ölmeyecek kadardı. Üstelik devletlerin pervasız saldırıları da devam ediyordu. Mesela Türkiye’de AKP, salgını da “Allah’ın bir lütfu” olarak görüp Kanal İstanbul’u yeniden gündeme getirmişti.

Devletlerin özelleştirme ya da zam politikaları, işçi sınıfına yeni hak gaspları getiren yasa tasarıları, salgın koşullarında hız kesmeden devam etti. Kitleler eve kapatılmış; fırsat bu fırsat saldırılar daha da pervasızlaştırılmıştı. “Uzaktan çalışma” denilen şey, sömürünün katmerlenmesinden başka bir şey değildi. Kapanma günlerinde, kadına, çocuğa, yaşlıya dönük şiddet devasa boyutlara ulaştı. Salgın ve devletlerin salgın politikaları, ekonomik, siyasi ve insani olarak, yaşamı daha da zor, katlanılmaz ve tahripkar hale getirdi.

 

“Kapanmak” değil,

insanca yaşamak

Salgının ilk günlerinde tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilk önlem olarak “kapanma” kararları alındı, yasaklar peşpeşe dizildi. Ülkemizde reformist partiler de ilk andan itibaren kapanma kararlarının bir parçası oldular. Ne yazık ki devrimci yapıların da tamamına yakını, faaliyetleri azaltma ya da durdurma kararları aldılar; kapanma politikalarına uyum sağladılar.

Biz ise ilk günden itibaren buna karşı çıktık. Yayın faaliyetimizi aynı periyodla, kesintisiz olarak sürdürdük. İşçi ve emekçilere eskisi gibi ulaşmaya çalıştık, ilişkilerimizle aksatmadan görüşmeye devam ettik. Ve bu politikamızın doğal bir sonucu olarak, 1 Mayıs çalışmalarına herkesten önce başladık. 1 Nisan 2020 tarihinde, 1 Mayıs politikamızı içeren yazımızı hem internet sitesinde, hem de basılı dergimizde yayınladık. Nisan ayının ikinci haftasında DİSK ile konuyu görüştük, dahil olduğumuz platformlara duyurular yaptık ve 1 Mayıs çalışmalarına start verilmesini sağladık. Devrimci kurumların ezici çoğunluğu, bunun ardından kendilerini toparlamaya başladılar.

Sadece devlet değil, Türk Tabipler Birliği de salgına karşı tek çözüm olarak “kapanma”yı ileri sürerken, bizim karşı çıkmamız bir çok kesimde şaşkınlıkla karşılandı. Oysa tümüyle sınıfsal bakış açısıyla bu sonuca varmıştık. Çünkü; birincisi, işçi sınıfı fabrikalarda üretimi sürdürüyorken, devrimcilerin “kapanma”sı, faaliyetleri durdurması kabul edilebilir bir durum değildi.

İkincisi, devletin bu durumu fırsata çevirmesine, yeni saldırı politikaları izlemesine izin vermemek, hak gasplarına karşı mücadele etmek gerekiyordu. “Kapanmak”, kitlelerin mücadele gücünü elinden alan bir karardı. Oysa salgınlara karşı da, sömürüye karşı da yapılması gereken tek şey, kapitalist sisteme karşı mücadele etmekti. Kapitalist sistem yıkılmadığı koşulda, salgın hastalıklar da sömürü de bitmeyecekti.

Üçüncüsü, salgın hastalıklara karşı herkesi eve kapatmak; soruna çare bulan değil, üzerini örten, ilkel bir yöntemdir. Hele ki bilimsel olarak “kapitalist doğa tahribatı gereği, bundan sonra sürekli salgın hastalıklarla birlikte yaşayacağız” deniyorsa, yıllar boyu insanlar eve hapsedilemeyeceğine göre, daha gerçekçi çözüm yöntemleri bulmak gerekir.

Aslında çözüm basittir: Hijyen ve maske elbette önemli. Ama bunlara ek olarak, salgının ilk dönemlerinde yaygın test yapmak ve hızlı biçimde ilaç-aşı çalışmalarını (kamusal olarak ve patent haklarından muaf biçimde) yürütmek son derece önemlidir. Ve tüm önlemlerden önce yapılması gereken; ulaşım-üretim alanlarındaki koşulların insanileştirilmesidir. Başka hiçbir önlem almadan, sadece toplu taşıma araçlarını rahatlatarak ya da sadece üretim alanlarını daha hijyenik hale getirerek bile, vakaları azaltmak mümkündür.

Salgın başladıktan bir buçuk yıl, aşılanma başlayalı yaklaşık bir yıl geçtiği halde, öncelikli önlemin hala “kapanmak” olduğunu ileri sürmek, gerçekçi de değildir, bilimsel de…

“İnsanca yaşam”, “insanca çalışma” ve “insanca ulaşım” koşullarının yaratılması, her türden salgının kontrol altına alınmasının tek-kalıcı yoludur. Bunun dışında ileri sürülen tüm yöntemler (başta kapanmak olmak üzere) geçicidir, dönemseldir, koruyucu değildir, insani değildir, tahribatları faydasından daha fazladır.

Gerçekte devlet politikası, salgına karşı mücadele etmek değil, salgın koşullarında da sömürünün devam etmesini sağlamaktadır. Bu nedenle sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada egemenlerin önceliği, üretimin sürmesi olmuştur; hastalığın tedavi edilmesi değil! Kamu kaynakları kullanılarak özel şirketlere ürettirilen aşılar için bile “patent hakkı” tartışması, bunun en somut göstergesidir.

Dünyanın en önemli aşı üreticisi Hindistan’ın, kendi halkını aşılamadığı için kitleler halinde ölümlerin yaşanması; genel olarak bütün ülkelerde özelleştirme politikalarının sağlık sistemini çökerttiğinin ortaya çıkması; “demokrasinin beşiği” kabul edilen İskandinav ülkelerinin “sürü bağışıklığı” politikası ile halkı ölüme terketmesi; Brezilya’da salgını umursamayan, önlem de almayan devlet politikası; egemenler lüks içinde yaşamaya devam ederken halkın açlığa terk edilmesi…

Üstelik bir de salgın döneminde çalışma koşullarının ağırlaştırılıp, hak gasplarının gündeme gelmesi… “Uzaktan çalışma” adı altında sömürünün katmerlendirilmesi…

Tüm bu pervasız saldırılar, kitlelerin salgının ilk dönemlerinde yaşadığı şoku atlatıp, yeniden mücadele arayışlarına yönelmesine neden oldu. Yeni eylem dalgası, bu koşullarda yükseldi.

 

Salgın döneminde

mücadele yeniden yükseldi

Pek çok ülkede ekonomik ve siyasi taleplerin, devletin salgın yönetimine karşı tepkilerin ifade edildiği eylemler yapıldı, yapılıyor… 1 Mayıs 2020 eylemleri dünya genelinde önemli bir etki yarattı ve kitlelerin toparlanmasını, mücadelenin yeniden yükselmesini sağladı. Benzer biçimde bazı ülkelerde sağlıkçıların, aşırı çalışma-aşırı sömürüye karşı eylemleri de etkili oldu. Çok daha güçlü ve kolektif bir eylem hareketi ise, ABD’de siyahlara dönük saldırılar üzerinden yükseldi.

25 Mayıs 2020 günü, ABD’nin Minneapolis eyaletinde, ırkçı bir ABD polisi, George Floyd adlı bir siyahı, diziyle boynuna basıp nefes almasını engelleyerek göz göre göre öldürdü. Hiçbir suçu olmadığı halde, ırkçı vahşetle öldürülen ilk siyah değildi Floyd. Ve bugüne kadar siyahların ırkçı polis saldırılarında katledilmesi nedeniyle birçok eylem yapılmıştı. Ancak bu defaki, sınırları aşan bir etki yarattı. ABD’de ekonomik krizden ve koronavirüs salgınından en çok etkilenen kesim olan siyahlar, Floyd’un “nefes alamıyorum” sözlerini sloganlaştırdılar; “siyah hayatlar değerlidir” diyerek sokaklara döküldüler. ABD’nin dört bir yanını saran, Avrupa’ya ve dünyaya yayılan eylemler başladı. “Siyah hayatlar değerlidir” sloganı, sadece Afro-Amerikalılar için değil, genel olarak ezilen ve sömürülen kesimlerin değersizliğine duyulan öfke ile birleşti. “Nefes alamıyorum” sloganı, sadece polis şiddetine karşı değil, halkı boğan, nefes alamaz hale getiren ekonomik ve siyasi baskılara karşı da yükseltildi.

Bu türden eylemler geçmişte, yaşananların protestosu ile sınırlı kalırdı. Bu defa, pek çok ülkede köleciliğe ve köleciliğin sembollerine karşı bir saldırıya dönüştü. İngiltere’de, İskoçya’da, Belçika’da, ABD’de ve daha birçok ülkede, köle tacirlerinin heykelleri boyandı, kırıldı, kafası koparıldı, nehre atıldı. Herbiri büyük katliamlardan sorumlu olan bu köle tacirleri, konumlarıyla ve servetleriyle, dönemlerinin egemen sınıfını temsil ediyordu. İçlerinde Belçika Kralı Leopold gibi, ülke yönetiminde yer almış olanlarda da vardı. Herbiri “kahraman” olarak, ya da “kente hizmetleri” nedeniyle asırlar boyunca övülmüş, genç kuşaklara örnek gösterilmiş, hakkında törenler yapılmıştı. Gerçekte ise herbiri, vahşi sömürünün, köle katliamlarının sorumlusuydular.

Kitlelerin öfkesinin egemen sınıfların temsilcilerine yönelmeye başlaması, sömürücü sistem için çok ürkütücüdür. Tarih boyunca egemenlerin en çok korktukları şey bu olmuştur. Bu nedenle egemen sınıflar, temsilcilerini korumak, onlara dönük bir şiddet eylemini cezalandırmak için en vahşi saldırıları düzenlemekte bir sakınca görmezler.

Mesela Osmanlı Devleti’nin “Fetret Devri”inde (1402-1413) kardeşi Musa Çelebi ile giriştiği savaşı kaybederek saraydan kaçan şehzade Süleyman, bir köyden geçerken köylüler onu tanımış ve o güne kadar kendilerine çektirdiği zulümden dolayı öldürmüştü. Süleyman’ın yerine tahta çıkan Musa Çelebi, bu durumu öğrenince, çocuk-yaşlı demeden o köydeki bütün insanları ve canlıları öldürtmüş, evleri yakmış, köyü haritadan silmiştir. Musa Çelebi, Süleyman’ı yakalamış olsaydı zaten öldürecekti; ama köylülerin öldürmüş olmasını en ağır biçimde cezalandırmaktan geri durmadı.

Benzer bir örneği İngiltere’de 1648 Devrimi’nin önderi Cromwell yaşadı. Devrim, krallık sistemini yıkmış, cumhuriyet ilan etmiş ve Cromwell devrik kralı öldürmüştü. 1660 yılında Cromwell’in ölümünün ardından, krallık geri geldi. Yeni kralın ilk işi, Cromwell’in naaşını mezardan çıkarıp, astırmak oldu. Sonra başını kestirdi, kesik başlı bedeni yeniden astırdı, kesik başı bir mızrağa takarak herkesin göreceği bir yere diktirdi; onyıllar boyunca, Cromwell’in ölü bedeninden intikam alma uğraşı bitmedi.

“Kralı öldürmek” böylesine affedilmez bir suç olarak belleklere kazınsın isteniyordu. Çünkü egemen sınıfların, bu sınıftan olmayan kesimler tarafından cezalandırılması, bütün egemenler için büyük bir tehdit anlamına geliyordu. Halkın öfkesi egemen sınıflara yönelmeye başladığında, bunu kontrol edebilmek çok zor olurdu.

Bu nedenle kimisi kral, kimisi kent soylusu olan bu köle tacirlerinin heykellerine yönelik öfke ve egemenlerin bu öfkeyi durdurmayı başaramamış olması, son derece önemli bir gelişmedir.

Avrupa ve Amerika’da bu heykeller yerle bir edilirken, aynı günlerde, ABD’nin Seattle kentinde, bir “komün” kurulduğu duyuldu. “Siyah hayatlar değerlidir” eylemleri, Seattle’de bir komün ilanına dönüşmüştü. “Komün”cüler kentin meydanını işgal etmişler, polis merkezini yakmışlar, merkezi yönetimi tanımadıklarını duyurarak “özerklik”lerini ilan etmişlerdi. Günlük yaşamı organize ediyor, toplantılarda kararlar alıyor, eğitim çalışmaları yapıyor, sanatsal faaliyetler düzenliyor, ağaç dikiyor, barikat kuruyor, silahlı nöbet tutuyorlardı. Barikatların başında duran silahlı siyah genç kadın fotoğrafı, bu eylemin sembolü oldu.

Seattle’daki durumu örnek alan bir çok kentte de özerklik ilanları gündeme geldi. ABD yönetimi inisiyatifi kaybetmekten öylesine korkmuştu ki, Trump bu özerklik ilanlarına karşı orduyu devreye sokacağını, saldırarak yerle bir edeceğini söylemeye başladı. Elbette direnişin daha da büyüyeceği korkusuyla, bunların hiçbirine cesaret edemedi. Zaman içinde diğer kentlerdeki özerklik ilanları ve direnişleri sönümlendi; Seattle’de ise uzun bir süre devam eden işgalin ardından kurulan Kent Konseyi, kitleleri temsil eden bir kurum olarak varlığını sürdürüyor.

Seattle, adını ilk olarak 1999 yılında Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantısını, yüzbin kişinin katıldığı bir eylemle protesto etmesi üzerinden duyurmuştu. 1990’lı yıllarda, emperyalist kurumların toplantılarının, entelektüel-elitist gruplar tarafından protesto edilmesi, oldukça etkili ve ses getiren eylemler yaratıyordu.

Bu eylemleri örgütleyen kurumlar, 2000’lerin ilk yıllarında (2003’e kadar) ABD’nin başlattığı emperyalist savaşa karşı tüm dünyada koordineli biçimde yürütülen “Savaşa hayır koordinasyonları”nın eylemleri ile de büyük bir etki yarattı. Ancak 2000’li yıllara asıl damgasını vuran, ekonomik krize karşı halk ayaklanmalarıydı. Zaten ABD’nin bu savaşı çıkarmasının nedeni de, pazar alanlarını kaybetmekte olmasının getirdiği ekonomik sıkışmaydı.

 

ABD’nin hegemonya savaşı

1990’lı yıllar ABD için hegemonyasını tüm dünyaya yaydığı, “tarihin sonu”nu ilan ettiği yıllardı. Sovyetler Birliği yıkılmış, ABD dünyanın “patronu” olarak eski Sovyet coğrafyasını ve Yugoslavya’yı dizginsizce yağmalamaya başlamıştı. Fukuyama “tarihin sonu” derken, Negri ve Hardt da “İmparator”a övgüler diziyordu. Sadece “rakip emperyalistler”in güçsüzlüğü yönüyle değil, sınıf mücadelesi anlamında da zaferini ilan etmişti ABD. Beyaz terör dalgasıyla devrimci mücadele güç kaybetmiş, ardından “elveda proletarya” söylemi, dönemin sembol sloganı haline gelmişti.

Ancak bu “saadet devri” kısa sürdü. 1990’ların sonu yaklaşırken, her iki yönden de hava değişti. 1997-98 ekonomik krizi, sınıf mücadelesinin dinamiklerini yeniden harekete geçirdi. ABD’nin strateji kurumları 1997 yılında “21. yüzyıl ayaklanmalar yüzyılı olacak” tespitini yapıyorlardı artık. Diğer taraftan ABD, dünya üzerinde “tek kale maç” yapacağını zannederken, Çin ekonomik gücüyle, Rusya ise toparlanma çabalarıyla, ABD için yeniden tehdit oluşturmaya başlamışlardı.

ABD 2000’li yıllara, bir taraftan kitlelerin artan eylemleri, diğer taraftan rakip emperyalistlerin güç kazanmasıyla, iki büyük tehdidin gölgesinde giriyordu. İki tehdidi de büyümeden, “imparatorluğu”nu sarsacak bir soruna dönüşmeden bertaraf edebilmek için, “önleyici vuruş konsepti” adıyla III. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı başlattı.

2001’de New York’ta İkiz Kuleler’in bombalanmasının ardından başlatılan yeni emperyalist savaş, geçen 20 yıl içinde sadece işgal edilen ülkeleri değil, tüm dünyayı etkiledi, önemli değişiklikler yarattı.

İlk 10 yıl, Afganistan ve Irak işgalleriyle bu ülkelerin yerle bir edilmesi süreciydi. Bu dönem aynı zamanda, Çin’in dünya üzerindeki ekonomik ve siyasi hegemonyasının arttığı, ABD’nin ‘arka bahçesi’ konumundaki Latin Amerika ülkelerinde peşpeşe “solcu-halkçı” yönetimlerin işbaşına geldiği bir dönem oldu. 2008 yılında ABD’den başlayarak tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz, sınıf mücadelesinin dinamiklerini güçlendirdi. Marks’ın kitaplarının bu dönemde popüler olması ve “sosyalist bir toplum”a duyulan özlemin artması, emperyalistlerin “ayaklanmalar yüzyılı” korkusunun elle tutulur hale gelmesi, dönemin çarpıcı unsurlarıydı. Dünya ekonomik krizle boğuşurken, Çin bir taraftan kitlelerin “sosyalizm” özlemini sömürmesiyle, diğer taraftan krizdeki ülkelere düşük faizli-uzun vadeli borç vermesiyle hegemonya alanlarını genişletmede hız kazanmıştı.

Türkiye ise, 2000’li yıllara Türkiye Devrimci Hareketi’nin 19 Aralık Cezaevleri Katliamı üzerinden yaşadığı ağır yenilgi ile giriyordu. Kürt hareketi Öcalan’ın yakalanması ile büyük bir darbe almıştı. Ve “savaş hükümeti” olarak AKP’nin, emperyalist savaşa giriş çabalarının da yoğun olduğu bir dönemdi. 2000’lerin ilk yıllarında, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de savaş karşıtı hareket hızla büyüdü, yaygınlaştı. Dönemin en önemli mücadele konusu, AKP’nin özelleştirme politikaları ve buna karşı yaşanan direnişlerdi. Telekom, Seka, Tekel işçileri, özelleştirme politikalarına karşı büyük direnişler gerçekleştirdi. Taksim hedefli, yasaklı ve çatışmalı 1 Mayıslar da, 2007 yılından itibaren mücadeleyi yükselten, devrimci hareketleri büyüten, kitlelere umut veren direnişler oldu.

2011 yılında, ekonomik krize karşı dünya genelinde halk ayaklanmaları başladı. Ne var ki, devrimci önderlikten yoksun bu ayaklanmalar, ABD’nin Irak ve Afganistan’a sıkışıp kalmış olan emperyalist savaşını büyütmek için bir fırsat olarak kullanıldı, yeni savaş cepheleri açıldı. Libya paramparça edildi, Suriye işgal altında kaldı. Ortadoğu’da, Afrika’da ve Asya’da Müslüman ülkeler, radikal İslamcı çetelerin pervasızca saldırdığı, dizginsiz biçimde terör estirdiği bir alana dönüştürüldü.

 

Savaş vahşet getirdi

Dünyanın dört bir yanının savaş alanına dönüştürüldüğü bu dönemde, kitleler gerici vahşetin pençesine terkedildi. Nijerya’da, Somali’de, Yemen’de, Libya’da, Afganistan’da, Suriye’de, Mısır’da… Farklı isimler taşıyan radikal İslamcı çetelerin yarattığı iç savaş ortamı ve emperyalist işgaller içiçe geçti; milyonlarca insan bu saldırganlıktan doğrudan etkilendi.

Tüm bu vahşet, ABD’nin hegemonya alanlarını korumak-genişletmek için başlattığı savaşın bir parçasıydı. Büyük Ortadoğu Projesi ile ülkelerin sınırlarını değiştirmeyi, 1980’lerde başlattığı “Yeşil Kuşak Projesi”nin devamı olarak Müslüman coğrafyasında dinci gericiliği büyütmeyi, bu bölgelerde Çin ya da Rusya hegemonyasının güçlenmesini önlemeyi hedefliyordu.

Ama kendisinin hegemonya kaybını da, Çin ve Rusya’nın güçlenmesini de önleyemedi. Savaşa sürüklediği ülkelerde halk, ekonomik-siyasi-insani her anlamda bir vahşet yaşıyor. Altyapı yerle bir olduğu için, elektrik ve suya erişim sıkıntıları var. Halk en temel sağlık hizmetlerinden faydalanamıyor. Eğitim sistemi ya tamamen çökmüş ya da gerici-şeriatçı eğitime mahkum edilmiş durumda. Her yıl binlerce mülteci Afrika’dan ya da Türkiye’den Avrupa’ya geçmek isterken Akdeniz’in, Ege’nin sularında boğuluyor. Geçmişte Sovyet sosyalizminden bir biçimde etkilenmiş, kendi ülkelerinde verdikleri sınıf mücadelesi sonucunda önemli kazanımlar elde etmiş, belli bir refah düzeyinde ve laik bir yaşam süren, Libya, Tunus, Yemen gibi bir çok ülke, bugün Ortaçağ karanlığından fışkırmış şeriatçı örgütlere teslim edilmiş durumda. Ortadoğu’da artık ülkeler değil, mezhepler konuşuluyor. Halklar artık “ülke vatandaşlığı” kavramının yerine mezheplere göre tanımlanıyor.

 

“Eski” yıkıldı,

“yeni” kurulamıyor

11 Eylül 2001 günü İkiz Kuleler’in tüm dünyanın gözü önünde kağıttan kuleler gibi yerle bir olmasının ardından, “ABD hegemonyası zayıflıyor” tespitini yaptığımızda, pek çok kesim buna karşı çıkmıştı. Sonrasında başlatılan savaşın, zayıflamaya başlayan ABD hegemonyasını yeniden inşa etmek; düşmanlarını, güçlenme fırsatı vermeden yoketmek amacını taşıdığını söylediğimizde de benzer itirazlarla karşılaştık. Bugün artık burjuva aydınlar dahil olmak üzere pekçok kesim, bu gerçeği ifade etmek zorunda kalıyor. İşte bir örnek:

“Soğuk Savaş döneminde, ABD-Avrupa ilişkilerinin düzenlenmesine katkı yapmak amacıyla 1961 yılında kurulmuş Atlantik Konseyi, 2016 raporunda saptadığı eğilimlerin daha da güçlendiğini vurguluyor ve ekliyor: ‘Soğuk Savaş sonrası düzen bir ‘yeni normal’ yaratamadan çözülmeye devam ediyor.’ ‘1990’ların tek kutuplu dünyası… artık kesinlikle geride kaldı.’ ‘ABD’nin gerilemesinin kesinleşmesi kaçınılmaz değil, ama bu gerileme Çin ile açık çatışma risklerini artırır.’ The Ekonomist dergisinin, ‘gelişmiş kapitalist ülkelerde son otuz yıldır işleyen kurumsal yapı ve ekonomi yönetimi artık işlemiyor’ saptaması, onun da bir dönemin bittiğini, eskinin öldüğünü kabul etmek zorunda kaldığını düşündürüyor.” (Yeni Faşizm, Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet Kitapları, Eylül 2020’de yapılan 2. Baskı, Sf. 67)

Evet “bir dönem bitti”; “eski” öldü! Bu, ABD hegemonyası dönemiydi. ABD, dünyayı sadece kendi gücüyle ve kendi işbirlikçileriyle değil, ayrıca NATO, BM, IMF, DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) gibi kendi güdümündeki emperyalist kurumları aracılığıyla da yönetiyordu. Sovyetlerin dağılmasının ardından, kendi hegemonyasını ve imparatorluğunu daha da güçlendireceğini düşünüyordu; ancak öyle olmadı.

“Kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası” burada devreye girdi. ABD’nin zayıflayan ekonomik gücü, Çin’in yükselen ekonomisiyle başedebilecek güçte değildi. ABD sömürüsünden bunalan bağımlı ülke halklarının (özellikle “arka bahçe”deki Latin Amerika ülkelerinin) direnişi ve arayışları büyüyordu. ABD’nin çok övündüğü askeri gücü bile, hem halkların direnişi, hem de Rusya’nın askeri gücü karşısında etkisiz kalmıştı.

Bu tablo, 11 Eylül ile başlayan emperyalist savaş döneminde daha da belirginleşti, artık inkar edilemez bir hale geldi. Bugün artık ABD’nin güdümündeki emperyalist kurumlar, ABD politikalarının dışında hareket etmekte sakınca görmüyorlar. Keza, ABD’ye bağımlı ülkelerin ve yöneticilerin önemli bir kısmı, ABD’nin çıkarlarına aykırı biçimde rakip emperyalistlerle ilişki geliştiriyor; kendi “pazarlık güçlerini” kullanıyor, öznel çıkarlarını ABD’ye dayatmaya çalışıyorlar. Bu durum son 20 yıldır öylesine belirgin ki, savaşı başlatan ABD Başkanı Bush bile, tüm bu kurumları yıkmaktan, “tek başına da olsa” savaşmaktan sözediyordu. Sonraki ABD Başkanı Obama, “yumuşak güç kullanarak” işbirlikçileri üzerindeki tahakkümü artırmak istedi. Şimdiki başkan Biden ise, -Çin ve Rusya ile tek başına baş edemeyeceği artık netleşmiş olduğu için- “Avrupalı müttefikleri yeniden kazanma” hedefli strateji belgeleri hazırlatıyor. ‘90’ların başında kendi dünya imparatorluğunu ilan eden ABD, sadece 10 yıl içinde “yalnız kurt” konumuna düşmekle övünmeye kalktı; bu taktik tutmayınca, şimdi artık yalnızlıktan kurtulmaya çalıştığını itiraf ediyor.

ABD’nin zayıflaması ve gerilemesi, artık tartışmasız bir durum. Boşalttığı “imparatorluk” tahtı şimdilik boş. Ancak “eski”den kastımız sadece ABD’nin “imparatorluğu” değil. Bir bütün olarak, onyıllar içinde kurulmuş olan bir dönemin-oluşturulmuş statülerin çöküşü yaşanıyor. ABD’nin, kendisini II. Emperyalist Savaş’ın galibi ilan ettiği, tüm dünyanın üçte birinin “sosyalist kamp”a dahil olduğu, sınıf mücadelesinin ve devrimci örgütlerin yükseliş içinde olduğu bir dönemdi bu. Her kampın kendi “önderleri”nin olduğu, bu “önderler”in rotayı çizdiği bir dönemdi aynı zamanda. Ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi veren örgütler ise çoğunlukla Mao ve Che’nin izinden gidiyordu. Revizyonist kamp, sosyal-emperyalist Sovyetler Birliği’nin etrafında kümelenmişti. Emperyalist-kapitalist kampın önderi ise ABD idi. “Eski yıkıldı” derken, bu sürecin, bu ilişkiler ağının yıkıldığını söylüyoruz.

Bu yıkıntı, her kesimi altına almış durumda. ABD imparatorluğunu sürdüremiyor; sömürgelerine hükmedemiyor, her birinin ayrı baş çekmesini engelleyemiyor. Sovyetler Birliği yıkılınca, revizyonist kamp zaten dağıldı. En büyük tahribat ise, işçi ve emekçi kesimlerde yaşanıyor. Devrimci örgütler büyük oranda düzene entegre olunca, devrim rotasız kaldı; işçi ve emekçiler çok büyük mücadeleler vermelerine rağmen örgütsüz ve öndersiz kalmanın girdabında boğuluyor.

Ve tüm dünya bir “cangıl”a dönüşüyor. Kuralsızlığın kural haline geldiği, orman kanunlarının işlediği, uyuşturucu başta olmak üzere yozlaşmanın arttığı, ahlaki sistemin çöktüğü, sömürünün adeta vahşi kapitalizm dönemini aratırcasına pervasızlaştığı, işçi ve emekçiler üzerindeki baskı ve terörün dizginsizce estirildiği bir cangıl…

“Eski” yıkıldı; hayat işçi ve emekçiler için yaşanmaz bir hale geldi. Şimdi her kesim, “yeni”yi kendi çıkarları doğrultusuna kurmaya çalışıyor: ABD kaybettiği hegemonyayı yeniden kazanmak istiyor; Çin dünyayı kendisinin yeni düzenine göre kurmaya çalışıyor; işçi ve emekçiler sınıf mücadelesi içinde el yordamıyla öğrenerek, bu mücadeleden yeni önderler ve örgütler yaratarak sömürüye ve baskıya başkaldırıyorlar.

 

“Önleyici vuruş konsepti”nden

“oyunbozan” olmaya

ABD, 2000’lerin ilk 10 yılında, Çin ve Rusya’nın yükselmesini engelleyeceğini, imparatorluğunu yeniden inşa edeceğini düşündü; bütün çabalarına rağmen bunu da başaramadığını gördü. Son yıllarda artık kendisinin eski gücüne erişemeyeceğini, özellikle de Çin’in yükselişini durduramayacağını kabullenmek zorunda kaldı. Geriye yapabileceği tek şey; rakiplerinin planlarını sabote etmek, “oyunkuran” olamadığı için “oyunbozan”lık yapmak oldu.

ABD’nin bu taktiğini en somut olarak, Suriye’de IŞİD’in yenilmeye başlamasının ardından görüyoruz. SDG’nin (Suriye Demokratik Güçleri) Suriye-Irak sınırını ele geçirmesini sağladı; Çin’den gelen ve İran-Irak-Suriye hattından geçerek Akdeniz’e ulaşacak olan ticaret yolunu engellemeye çalıştı. Çin’in “Kuşak ve Yol Projesi”nin en önemli güzergahlarından birini böylece geciktirmiş oldu.

Keza Çin ve Rusya, Suriye’de bir an önce savaşın bitmesi ve ekonomik-siyasi inşanın başlaması için uğraşırken; ABD’nin hedefi savaşın sürmesi, iç karışıklıkların Esad yönetimini yıpratması, Rusya ve Çin’in buradaki sorunlarla uğraşmaya devam etmesine odaklanıyor.

ABD, Libya’da General Hafter ile Trablus Hükümeti’nin savaştığı dönemde, iki tarafı birden destekleyerek savaşın uzamasını sağladı. Böylece Rusya’nın doğrudan yardımı ile savaşan ve savaşı kazanacağı kesin görünen General Hafter’in zaferini geciktirmiş oldu.

ABD’nin bu politikasının ürünü olarak bir türlü düzelmeyen ülkelerden bir de Afganistan. Afgan coğrafyası, Hint Okyanusu’na açılmak için Rusya’nın çok ihtiyaç duyduğu güzergahlardan biri. Çin ise, Anadolu’ya ve Ortadoğu üzerinden Akdeniz’e, buradan Avrupa’ya ulaşacak ticaret yolu için Afganistan’a ihtiyaç duyuyor. Keza Afganistan, zengin yeraltı kaynakları ve uyuşturucu üretiminin merkezi olmasıyla da emperyalistlerin iştahını kabartan bir ülke. ABD, 1970’lerden bu yana besleyip büyüttüğü cihatçı çeteler üzerinden bu bölgedeki savaş ve kargaşa ortamını canlı tutuyor.

ABD, Temmuz 2021’de Afganistan’daki askerlerini geri çekmeye başladı. Öyle hızlı bir çekilmeydi ki bu, Bagram askeri üssünü boşaltırken, Kabil hükümetine haber bile vermemiş, ışıkları söndürüp kaçmıştı. Bu çekilme Afganistan’da yenildiğinin itirafıydı. Diğer yandan, kendisinden sonra orada bir düzen kurulmasını, Rusya, İran, Çin gibi ülkelerin bölgeye aktif müdahil olarak savaşı sonlandırmasını da engelleyecek tarzda çekilmekteydi. Kendi giderken, geride başka bir emperyalistin düzeltemeyeceği sorunlar bırakmayı hedefliyordu.

ABD’nin “Rusya’yı çevreleme” politikası da benzer bir amacı güdüyor. Aslında Rusya’nın “dünya imparatorluğu”na oynayacak bir ekonomik gücü, ekonomik altyapısı yok. Ancak 2000’lerin başından itibaren, büyük emperyalist güçlerden biri olarak yeniden sahalara döndü. Ve kendi hegemonya alanlarını koruma altına almaya başladı. Suriye, Ukrayna, Gürcistan gibi bir çok ülkede, ABD’nin planlarını boşa çıkartacak hamleler yaptı. Dahası, Rusya doğalgazına bağımlı olan AB ülkeleri, bazı konularda ABD yerine Rusya ile birlikte hareket etmeyi tercih ediyorlar. Bu nedenle ABD, Rusya’yı “çevreleme”, etkisiz hale getirme politikası izliyor.

Ancak ABD’nin bu tutumu, “iddiasının zayıfladığı” tespitini güçlendiriyor. Kendisi, bir iddia ile öne çıkabilecek kapasitesi kalmadığı için, öne çıkanları “arkadan çekiştiriyor”.

 

“İmparatorluk” nerede biter?

Bu soruya cevap vermek için, bazı temel göstergelere bakmak gerekir.

Birincisi, yukarıda bahsettiğimiz “oyunkuran” değil, “oyunbozan” olma durumudur. ABD artık dünyanın gidişatını belirleyen değil, gidişatı bozmaya, engellemeye çalışan emperyalisttir.

İkincisi, ABD’nin başlattığı savaşları kimin kazandığı önemlidir. Tarih, başlattığı savaşlarda kazanım elde edemeyen sömürgeci güçlerin çöküş örnekleri ile doludur. Mesela Viyana Kuşatması’nın başarısızlığı, Osmanlı İmparatorluğu için yükseliş döneminin sonunu ifade eder. Süveyş Kanalı’nı kaybeden İngiltere’nin imparatorluk iddiası da giderek tükenmiştir. Afganistan yenilgisi de Sovyetler Birliği’ndeki çöküşün ifadesiydi. Şimdi ABD benzer bir durumdadır. Libya’da başlattığı işgalden kazançlı çıkan Rusya’dır. Suriye savaşının kazananı Rusya ve İran’dır. Afganistan’da ABD bozgun halde çekilirken, Çin zaferini ilan etmiştir.

Üçüncü bakacağımız yer, işbirlikçileri ile kurulan ilişkilerdir. ABD’nin, zorda kaldığı anda işbirlikçilerini ortada bırakması artık tekil olaylar ya da tesadüfler değildir. 2008 yılında Rusya Gürcistan’ı işgal ettiğinde, 2014 yılında yine Rusya Kırım’ı ilhak ettiğinde, bugün (Ağustos 2021) Taliban Afganistan’ı ele geçirdiğinde, ABD işbirlikçilerini ortada bırakmıştır. Özellikle 16 Ağustos 2021 günü Kabil Havaalanı’nda ABD uçağı kalkarken kapılarına, tekerleklerine yapışmaya çalışan Afganların görüntüsü, ABD imparatorluğunun çöküş fotoğrafı gibidir ve tarihe kazınacaktır. (**)

Dördüncüsü, ABD iç-siyasetinin içler açısı halidir. 2020 yılında yapılan ABD Başkanlık seçimleri, tıpkı yarı sömürge-bağımlı ülkelerde olduğu gibi, çok büyük bir “kaos” ortamı oluşturdu. Hatta, eski Sovyet coğrafyasında görmeye alıştığımız türden bir “kadife darbe” girişimi bile yaşandı.

Seçim öncesinde Trump, seçimleri kaybederse sonuçları tanımayacağını, görevi bırakmayacağını duyurmuştu. Seçimlere bunun yarattığı ortamda gidildi. Öyle bir hava oluştu ki, ABD’li generaller, Trump’un darbe yapması ihtimalini düşünmüş ve buna karşı hazırlık bile yapmıştı. Trump, kendisinden beklenen bu hamleyi, Biden’in seçimleri kazandığının resmileştirileceği 6 Ocak 2021 günü gerçekleştirdi. Ellerinde ABD’nin köleci tarihinin simgesi Konfederasyon bayraklarını taşıyan faşist-lümpen bir güruh, Trump’ın çağrısı üzerine başkente geldi ve Kongre binasını işgal etti. ABD demokrasisinin sembolü sayılan Kongre binasının işgali, ABD hegemonyasının, ABD “demokrasisi”nin, ABD yaşam tarzının da çöküşü anlamına geliyordu.

Bu çöküş koronavirüs salgını ile başlayan sürecin devamıydı. Salgının ilk yılı boyunca, ABD’de insanların toplu biçimde sokaklarda öldüğünü, şehrin merkezindeki parklara gömüldüğünü, tabutların günlerce tırların içinde bekletildiğini gördük. Sağlık krizinin ekonomik krizle birleşerek kitleler için dayanılmaz bir hale geldiği aşamada, siyahların hunharca öldürülmesinin toplumda nasıl bir patlamaya neden olduğunu; ardından Seattle başta olmak üzere bir çok kentin “özerklik” ilan ettiğini ve ABD yönetiminin kontrolü tamamen kaybettiğini izledik. ABD emperyalizmi sadece dışarıda değil, ülke içinde de devasa bir “yönetme krizi” yaşıyordu.

 

AKP döneminin sonu

Koronavirüs salgını sadece ABD’de değil, tüm dünyada kitlelerin devletlere karşı büyük bir öfke duymasına yol açtı. Bu, Türkiye’de de AKP yönetimine karşı öfkeyi büyüttü.

AKP ve Erdoğan, iç ve dış politikada attığı pek çok başarısız adıma rağmen, 20 yıla yaklaşan bir süredir yönetimde kalmayı başardı. Bunda en büyük etken, -kimi dönem gerginlikler yaşasa da- ABD emperyalizmine ve işbirlikçi tekelci burjuvaziye sunduğu eşsiz hizmetlerdir. ABD’ye en çok kafa tutuyormuş gibi göründüğü dönemde bile, ABD için kritik önemdeki görevleri yerine getiriyordu; tarım başta olmak üzere ülke ekonomisini ABD’nin çıkarlarına göre düzenliyordu; yeni emperyalist savaşta ABD’nin temel hedefi olan “Büyük Ortadoğu Projesi”nin “eşbaşkanlığı”nı üstlenmişti; Suriye’de cihatçıları besleyip savaştırarak en kritik müdahaleleri gerçekleştiriyordu; Türkiye’deki işbirlikçi tekelci burjuvazinin çıkarlarına uygun olarak işçi haklarını gaspediyor, sınıf mücadelesine saldırıyor, yeri-göğü, ormanı-dereyi, maden-HES vb. şirketlerin yağmasına açıyordu…

Erdoğan ne zaman “gözden düşse”, egemenlere yeni bir vaatte bulunarak, yeni bir görev üstlenerek ömrünü uzatmayı başardı. En son, Temmuz 2021’de ABD’nin bile arkasına bakmadan kaçtığı Afganistan’da, Kabil Havalimanı’nı korumak gibi bir görevi üstlendi. Keza Türkiye’yi dünyadaki uyuşturucu kaçakçılığının merkez ülkesi haline getirdi, ABD’nin kontrolü altındaki uyuşturucu pazarının yeni “güvenli” haritasını oluşturdu, vb…

20 yıllık yönetiminde, Erdoğan’ı gerçekten yıpratan tek şey, sınıf mücadelesi oldu. 2010 yılındaki Tekel direnişi ve 2013’teki Haziran Ayaklanması, Erdoğan’a dönük kitle desteğinin çöküşe geçtiği iki önemli kesittir. Üçüncüsü, koronavirüs salgını koşullarında geldi.

Salgın döneminde bir taraftan kitlelerin hükümete olan güvensizliği büyük oranda arttı. Ölüm ve vaka sayıları doğru söylenmiyordu; alınan aşılarda aracı kurumlara fahiş komisyonlar ödeniyordu; sağlık çalışanları akşam alkışlanıyor, gündüz ise şiddet görmeye, çok ağır koşullarda çalışmaya devam ediyordu; salgından korunmaya ilişkin devlet hiçbir yükümlülük üstlenmiyor, korunmak tamamen bireysel önlemlere havale ediliyordu; “kapanma” kararları tamamen göstermelik uygulanıyor, işçiler üretim alanlarında sağlıksız koşullarda çalışmaya devam ediyordu; HES ve maden şirketlerinin yağması-talanı pervasızca yürütülüyor, ama bu arada evinin bahçesinde oturan kişi, polis saldırısına uğruyordu; kesilen para cezaları tamamen keyfi, kuralsız ve acımasızdı…

Diğer taraftan ekonomik kriz, “salgın önlemleri” adı verilen keyfi yasaklarla dayanılmaz hale geldi. İşçilerin ücretleri düşmüş, çalışma koşulları ağırlaştırılmıştı; görünürde “işten çıkarma yasağı” vardı, gerçekte ise artık işçiler “ahlaksızlık” maddesiyle, tüm hakları gaspedilerek ve damgalanarak işten atılıyordu; patronlar pandemiyi bahane ederek işçileri fabrikalara kapatmaya ve kesintisiz üretim yaptırmaya zorluyordu; “kısa çalışma ödeneği” ve “işsizlik ödeneği” ile açlıktan ölmemek mümkün değildi…

Salgın günleri öylesine büyük bir “aşırı yoksullaşma” yarattı ki, artık kağıt ve çöp toplayıcılar arasında üniversite mezunları, pazardaki atıkları toplayanlar arasında iyi giyimli-modern görünüşlü kadınlar vardı. İşsizlik 2021 ilkbaharında 10 milyona çıktı. Gençlerde ise öyle boyutlara ulaştı ki, aileden harçlık alarak yaşayan, hiçbir iş-üretim-eğitim alanında yer bulamayan gençleri anlatmak için “ev genci” kavramı üretildi.

Kadın cinayetleri, çocuk tecavüzleri, yaşlılara dönük şiddet artmıştı. Bunlarla ilgili tam bir cezasızlık politikası izleniyordu. İçki ve müzik yasakları, eğitimin dincileştirilmesi gibi uygulamalarla, hayatın her alanında dinci-şeriatçı referanslar hakim kılınmaya çalışılıyor, tüm halk üzerinde faşist baskı ve terör estiriliyordu.

Salgın dönemi, ekonomik ve siyasi krizi derinleştiren bir etki yarattı. Kitlelerin öfkesi ise artık kabına sığmıyor, çeşitli vesilelerle patlıyor, devleti ürküten eylemlere dönüşüyordu. 2021 1 Mayısı’nın Taksim hedefli olarak ve tüm saldırılara rağmen son derece kararlı bir biçimde kutlanması, önemli bir göstergedir. Keza İstanbul Sözleşmesi’nin iptaline ilişkin yapılan eylemler, yaygın ve etkiliydi. Doğa talanına karşı yaşam alanlarını savunan köylülerin maden ve HES şirketlerine karşı mücadelesi ise, artık ülkenin dört bir yanında peşpeşe patlıyordu.

Bu süreçte en etkili eylemden biri de, Boğaziçi Üniversitesi’nin kayyum rektörüne karşı yapıldı. Boğaziçi bileşenlerine kitlelerin de destek verdiği eylemler, kayyum rektörün görevden alınmasıyla sonuçlandı. Bundan sonra nasıl bir rektör ataması yapılacağından bağımsız olarak, bu son derece önemli bir kazanımdı ve kitlelere moral verdi.

 

“Ayaklanmalar yüzyılı”nı

“devrimler yüzyılı”na çevirmek için…

Clara Zetkin “faşizm, proleter devrimi gerçekleştirememiş proletaryanın, çekmeye mahkum olduğu cezadır” diyor. Biz bu cezayı özellikle son 10 yıldır fazlasıyla çekiyoruz; başaramadıklarımızın bedelini fazlasıyla ödüyoruz.

Arap Ayaklanmaları’nın başarısızlığı, Müslüman coğrafyasında gerici-şeriatçı örgütlenmelerin güç kazanmasına neden oldu. “Latin Amerika solculuğu”nun çöküşünün ardından, Brezilya başta olmak üzere faşist-Amerikancı yöneticiler başa geldi. Avrupa’da bir taraftan bütün ülkelerde baskıları artıran yasal değişiklikler yapılırken, sivil faşist örgütlenmeler güç kazandı, Macaristan gibi kimi ülkelerde faşist yöneticiler işbaşına geldi.

Bizim ülkemizde de son on yılda faşist baskılar, gerici-şeriatçı uygulamalar sürekli arttı. Keza işçi ve emekçilerin, öğrencilerin eylemleri, Kürt halkının direnişi vahşi devlet saldırısına maruz kaldı.

Ekonomik kriz, tüm dünyada kitlelerin yaşamını derinden etkiler hale geldi. Aynı zamanda gelir dağılımındaki uçurum da büyüdü; kitleler kendi yaşamlarının yoksunlukları ile, egemenlerin devasa servetleri arasındaki farkı daha açıktan görmeye başladılar. Saraylardaki sefahat ile, kulübelerdeki sefalet arasındaki fark, işçi ve emekçilerin öfkesini büyüttü.

Tüm bu koşullar, egemenlerin kitleleri uyutmasını-yönetmesini zorlaştırıyor. “Yönetilenlerin eskisi gibi yönetilmek istemediği, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği” koşulları olgunlaştırıyor. Bunun devrim dalgasına dönüşmesinin önündeki tek engel, devrimci-komünist örgütlerin yaşadığı güç kaybıdır.

Son aylarda dünyanın farklı bölgelerinden yükselen hareketler, bu duruma tutulan ayna gibidir.

Hindistan’da, 2020’nin son aylarında milyonlarca işçi ve köylü sokaklara döküldü; hükümetin sendikal hakları kısıtlayan ve tarım desteklerini azaltan yasa tasarılarına karşı eylemler gerçekleştirdi. Devrimci bir önderliği bırakalım, sendikal önderliğin bile son derece zayıf olduğu bu eylemler, haftalarca sürdü.

Kolombiya’da, Kasım 2019 ile Nisan 2021 tarihleri arasındaki 1,5 yıllık süreçte, hükümetin vergi reform paketine karşı milyonlarca kişinin katıldığı genel grevler, eylemler, protestolar gerçekleştirildi. Eylemlerin patlama noktası, ekonomik krizin faturasını kitlelere çıkarmayı hedefleyen vergi paketiydi; ancak birikmiş ekonomik ve siyasi baskılar eylemleri daha da büyüttü. Devletin, FARC ile yaptığı anlaşmada verdiği sözleri tutmaması, FARC’ın eski gerillaları ve halk üzerinde estirilen terörün sürdürülmesi, eylemlerin nedenleri arasındaydı. Yine tek eksiklik, önderlikte düğümleniyordu. FARC çoktan yenilmişti, örgütsüz kitlelerin kendiliğinden eylemi sözkonusuydu.

Filistin’de, Nisan-Mayıs 2021’de, Yahudi yerleşimciler konusunda başlayan gerilim Mescid-i Aksa’daki Müslümanlara dönük İsrail saldırısı ile büyük bir eyleme dönüştü. Gazze’de kitlenin sokaklara döküldüğü, Gazze’den atılan “ev yapımı” füzelerin İsrail’in “Demir Kubbe” adlı savunma sistemini defalarca deldiği, en “güvende” sanılan kentlerine bile füzelerin düştüğü, İsrail hükümetinin Gazze’ye dönük kara harekatını tartıştığı ve Filistinlilere vahşi biçimde saldırdığı bir çatışma dönemi yaşandı. Fakat FKÖ çoktan teslim olmuştu; bir dönem öne çıkan, sonrasında uzlaşma evresine giren Hamas da direnişe önderlik etmiyordu.

Koronavirüs salgınının ilk şoku atlatıldıktan sonra, 2020 yılında yeniden yükselen ve 2021’de devam eden eylemler, bir çok ortak özellik taşıyor.

En başta salgın döneminde ülkelerin sağlık sistemlerinin çökmüş olması ve kitlelerin “can”larının ne kadar değersiz olduğunun görülmesi büyük bir tepki yaratmıştı. İkincisi, gelir dağılımındaki uçurum, zengin ile yoksul arasındaki yaşam farkı, hiç bu kadar açıktan görülmemiş, hiç bu kadar teşhir olmamıştı. Üçüncüsü, ekonomik kriz ve aşırı yoksullaşma, artık dayanılmaz hale gelmişti. Mesela Filistin’deki eylemler genel olarak ulusal-dini baskı nedeniyle yaşanır; bu defa ekonomik nedenler belirleyici oldu. Küçücük bir yerleşim bölgesine sıkışmış olarak, üretim ve ticaret olanaklarından yoksun biçimde yaşamak, çok büyük bir yoksullaşma getiriyordu. Dördüncüsü, Kolombiya ve Filistin başta olmak üzere yaşanan bu direnişlerde, genç kuşak önemli bir yer tutuyor, kimi zaman önderliğini yapıyordu. “Genç kuşak” (kimileri için Z kuşağı) denildiği zaman, daha çok teknolojiye yakınlığı, eski kuşaktan farklı ilgi alanları olması gibi özellikler sıralanıyor. Oysa bu kuşağın en temel özelliği, işsizlik girdabında boğulması ve gelecek belirsizliği yaşamasıdır. Tarihte, gelecek korkusunu, yoksullaşmayı bugünkü kadar derinden yaşayan bir gençlik kuşağı yoktur. Bu nedenle eylemlerde öne çıkması şaşırtıcı değildir.

Sonuçta dünya genelinde ve ülkemizde eylemlilik giderek yayılmakta, militanlık artmakta, kitlelerin arayışları derinleşmektedir. İşçi sınıfı bütün eylemlerin, ayaklanmaların içindedir. Ancak bilinç ve örgütlülük düzeyinin geriliği, önderlik etmesini engellemektedir.

Bu tabloyu değiştirecek olan; komünist, devrimci partilerin öncülüğünde işçi sınıfının önderliğidir. “Ayaklanmalar Yüzyılı” olarak başlayan 21. yüzyılın, “Devrimler Yüzyılı”na dönüşmesi buna bağlıdır.

Eylül 2021

 

* “Korona günlerinde Yaşamak da SINIFSAL” adlı kitap, hem dönemin detaylı incelemesini hem de gelecek öngörülerini içeren biçimde, Temmuz 2020 tarihinde yayınevimiz tarafından basılmıştır. -yn.

** Aslında bu görüntü, “yükselen imparator Çin” için de büyük bir fiyasko niteliği taşımaktadır. “Komünist” olduğu iddia edilen Çin, kendi hegemonyasını güçlendirmek için, bugüne kadar Sudan diktatörü el Beşir gibi katliamcı yöneticilerle de rahatlıkla ilişki kurdu. Ancak bu ilişkiler çok göz önünde değildi. Ayrıca en büyük işbirlikçisi Venezüella’nın eski devlet başkanı Chavez gibiler olduğu için, ekonomik krizdeki ülkelere uygun koşullarda krediler açtığı için, her şeye rağmen “solcu” bir görüntü verebiliyordu. Bugün Taliban gibi bir vahşet örgütünün Afganistan’ı ele geçirmesine ortak olduğunun ortaya çıkması, Çin’in emperyalist niteliğini çarpıcı biçimde gözler önüne serdi. Afganistan’dan yükselen kadın çığlıkları, yardım talepleri ve Taliban vahşetine karşı tüm dünya halklarının hissettiği öfke, Çin’in “imparatorluk” hayallerine de önemli bir darbe indirdi.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …