MİT’in eski yöneticilerinden Mehmet Eymür’ün son konuşmaları, işkencenin, katliamların, gözaltında kayıpların devlet eliyle yapıldığını bir kez daha ortaya koydu.
Önce T24 internet sitesinde gazeteci Gökçer Tahincioğlu’nun sorularını yanıtlayan, sonra Halk TV’de konuşan Mehmet Eymür, ‘70’li yıllardan itibaren birçok siyasi cinayet, katliam ve işkencede adı geçen bir kontrgerilla elemanıdır. Susurluk’tan Ergenekon’a, silah kaçakçılığından mafya babalarına dönük gözaltılara kadar Türkiye siyasi tarihinin son 40 yılına damga vuran operasyonlarda onun adına rastlanır. THKP-C liderlerinden Ulaş Bardakçı’nın, Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledilmesinde bizzat yeraldığı bilinmektedir. Son konuşmalarında kaçamak cevaplar da verse, bu suçlarını itiraf etmektedir aslında.
Ama daha önemlisi; “devletin yaptığı her şey meşrudur”, “başka türlü konuşmuyorsa işkence yapılmıştır, çok inatçı tipler var” demesi; keza mafya liderlerini, faşist katilleri, itirafçı dönekleri MİT’in kullanmasını “bizim yönetmeliklerimize uygundur” sözleriyle açıklaması; Türkiye’deki katliamların, işkencelerin, provokasyonların bizzat devlet eliyle yapıldığını ortaya koymasıdır. Daha önce de işkenceci polislerden konuşanlar olmuştu ve işkencenin devletin bilgisi-onayı dahilinde yapıldığı ortaya dökülmüştü. Fakat MİT’in içinde önemli görevlerde bulunmuş bir kişiden bunların duyulması, durumu daha çarpıcı kılıyor. Bugüne dek devrimci-demokrat kesimlerin ifade ettiği gerçeklerin, en yetkili ağızdan kabul edilmesi anlamına geliyor.
Sonuçta Mehmet Eymür bildiklerimizi anlatıyor. Yani söylediklerinde yeni bir şey yok! Hatta onları da eğip-büküyor, normalleştiriyor ve tabi ki kendini aklamaya çalışıyor…
MİT’in faaliyetlerinden parçalar
Mehmet Eymür’ün son resmi görevi “MİT kontr-terör daire başkanı”dır. Biz bunu “kontrgerilla” olarak çevirebiliriz. CIA’nin Gladyo’su, Türkiye’nin “Özel Harp Dairesi”… Kendisi de bunu itiraf ediyor zaten. ‘70’li yıllarda Ziverbey Köşkü’nde işkenceye aldıkları militanların kendilerine “gerilla” dediklerini, onun üzerine general Memduh Ünlütürk’ün “siz gerillaysanız biz de kontrgerillayız” dediğini aktarıyor. Sonra da “Özel Harp’te de var, kontrgerilla harekatı” diyor zaten.
Aynı şekilde devletin içinde gladyo, jitem gibi yapılanmalar olduğunu kabul ediyor. Mehmet Ağar, Veli Küçük gibi kişilerin bu işleri yaptığını söyleyerek, hem kendisini dışında tutuyor, hem de asıl hedefe çaktığı kişileri ifşa etmeyi amaçlıyor. Anlatımlarından ordu ve MİT’in içinde ekipler olduğunu anlıyoruz. Kendisinin Hiram Abbas’ın yanında saf tuttuğunu belirtiyor; onun parayla işi olmadığını söyleyerek kendinin de “parayla işi olmadığını” kanıtlamaya çalışıyor aklı sıra.
Zaten Susurluk’tan yeniden yargılanmaya başlayan Mehmet Ağar, Korkut Eken gibi kontrgerilla mensupları aleyhine ifade vermiş, haklarında raporlar tutmuştu. Onları “para için adam öldürmekle” suçluyor; aynı ekipten Ayhan Çarkın’ın “onlar yedi biz aç kaldık” diyerek haklarında ifade verdiğini belirtiyor. “Devlet benim gözümde her şeyi yapabilir, meşrudur… Ama işin içinde menfaat varsa… ‘bu kadar para ver, yoksa seni öldüreceğim’ bu insanlar maalesef böyle öldürüldü” diyerek, hem her tür insanlık-dışı yöntemi meşrulaştırıyor, hem de rakiplerinin bu işleri “para için” yaptığını, kendisinin buna karşı olduğunu iddia ediyor. Oysa kendisi hakkında da Fettullah Gülen’den 50 bin dolar aldığı iddiası var.
Kesin olan; hiçbirinin “vatan-millet” aşkıyla çalışmadığı, devletin gücünü kullanarak kişisel menfaatler de elde ettikleridir. Bu kadar pisliğe batmış kişilerin parasal konularda “ahlaklı” davranması zaten beklenemez. Her birinin kendilerini “milletin hizmetinde” gösterirken, rakiplerini paraya tamah etmekle suçlaması, içinde bulundukları bataklığı ve hepsinin boğazına kadar pisliğin içine batmış olduğunu ortaya koyuyor.
“Bize kirli adam lazım” diyor Eymür zaten. Yeşil (Mahmut Yıldırım) gibi itirafçıları, Çakıcı gibi mafya liderlerini, Çatlı gibi faşist katilleri nasıl kullandıklarını anlatırken… “Düzgün adam neyin haberini getirecek? Bir faaliyetin içerisinde olan adam zaten kirli adamdır” diye devam ediyor. Yeşil gibi, yüzlerce kişinin katili olan birini “yürekli bir oğlandı” diyerek övüyor mesela. “Mardin’de de Binno diye eski eşkıya elemanımız vardı. Millet korkar mağaralara girmeye, asker falan, bunları sokardık hep” diyerek itirafçı, işbirlikçi Kürtleri, “mayın eşeği” olarak kullandıklarını anlatıyor pervasızca…
Tek itirazı; “kimin kimi kullandığı” noktasında ve bazı kişilerin “yanlış kişiler” olmasında… Yoksa örneğin Çakıcı’nın ve adamlarının Öcalan’ı öldürmek için bizzat Korkut Eken tarafından eğitilmesini olumluyor ve “böyle eylemlerde kullanılacaksa olabilirdi, eğitim verilirdi” diyor. Gazetecinin “Maraş, Çorum, Sivas katliamları var, yöntem bu mudur? Gladyo böyle mi oluşur” sorusuna ise “ordu yapıyordu bazı eğitimleri. Bu konularla ilgisini bilmem ama gladyo dedikleri yapı böyledir” diyor.
Kısacası bu katliamları, provokasyonları, işkenceleri devletin yaptığını açıkça kabul ediyor. Çoğunu kendi dışına atıyor, ama işkenceyle ilgili soruya “yapmışımdır” demekten kendini alamıyor. Sonra “aşırı bir şey yapmadık” diyerek durumu toparlama çabasına giriyor. “Aşırı” olmayan işkence yöntemi ise, “falaka, kaba dayak, falan…” “Başka türlü konuşma imkânı yoksa işkence olabilir. Hâlâ da öyle düşünüyorum. Çünkü çok inatçı tipler var. Başka türlü konuşturmak çok zor” diyerek, işkenceyi halen savunmaya devam ediyor.
İşkence insanlık suçudur
İnsanlığın insanlaşma sürecinde işkenceye karşı mücadele çok önemli bir yere sahiptir. Yüzyıllar boyunca verilen mücadelenin sonucunda işkence, “insanlık suçu” olarak görülmüş ve yasalara böyle geçirilmiştir. Türkiye’nin de altına imza attığı Birleşmiş Milletler’in işkenceyi yasaklayan sözleşmesi, bu mücadelelerin sonucu oluşmuştur. Bu sözleşmenin 2. Maddesinde; “hiçbir istisnai durum ne harp hâli ne de bir harp tehdidi, dâhili siyasî istikrarsızlık veya herhangi başka bir olağanüstü hâl, işkencenin uygulanması için gerekçe gösterilemez” denilmektedir. Bu, insanlığın ortak kazanımı, insan hakları hukukunun en temel kuralıdır.
Ama biliyoruz ki, tüm sınıflı toplumlarda işkence vardı. İktidarı elinde bulunduran sömürücü sınıflar, egemenliklerini korumak için işkence dahil birçok sindirme yöntemini binlerce yıl uygulamıştır. Dolayısıyla işkence, sınıflı toplumla, devletin varlığıyla ortaya çıkan bir olgudur. En yaygın ve sistemli olarak yöneldiği kesim, dönemin ilerici, devrimci güçleri olmakla birlikte, rakip kliklere karşı da kullanmaktan geri durmazlar.
Komünist ve devrimciler işkenceye ilkesel olarak karşıdırlar. Sadece kendilerine değil, hiç kimseye, düşmanlarına bile işkence yapılmasını doğru bulmazlar. FETÖ’cü olduğu iddiasıyla gözaltına alınanlara işkence yapılmasına karşı çıkmamız bundandır.
Türkiye her zaman bir işkence ülkesi olarak nam saldı. Sadece 12 Mart, 12 Eylül gibi cunta dönemlerinde değil, her dönem işkence varlığını korudu. AKP, “işkenceye sıfır tolerans” diyerek işbaşına gelmişti. Ama özellikle 15 Temmuz sonrası işkence arş-alaya çıktı. Gözaltında aylarca işkenceye maruz kalanlar, haber alınamayanlar, hapishanelerde artan işkenceler, intiharlar vb…
İşkenceye karşı mücadelenin yükseldiği dönemlerde kısmi bir gerileme sözkonusu olsa da sınıflı toplum varolduğu sürece işkence bitmez. Ama toplumsal mücadelede gerileme olduğunda işkence vakaları daha da artar. Nitekim son yıllarda IŞİD gibi ortaçağ kalıntısı örgütlerden başlayarak işkence meşrulaştı. Mehmet Eymür’ün itirafları da bunun bir başka göstergesi oldu.
Sonuçta işkencenin tamamen yok edilmesi devrimin ve sosyalizmin işidir. Bu sistemde bir takım idari, yasal engellerle işkencenin ortadan kalkacağını sanmak, ham hayaldir. Ancak işkenceyi sınırlamak, geriletmek mümkündür ve bunun mücadelesi küçümsenmeden verilmelidir.
Diğer taraftan; Sedat Peker’in ardından Mehmet Eymür’ün de itiraflara başlaması, bu itiraflarda özel olarak Mehmet Ağar’ı ve ekibini hedefe çakması, devlet içinde artan iç çelişkilerin ve AKP’deki çözülmenin göstergelerinden biridir.