Bir süredir “öncülük” üzerine bir tartışma yürütülüyor. A. Ergin Demirhan’ın “Direniş fraksiyonu” yazısıyla başlayan tartışmaya, devrimci kurumlar da katıldı.
Esasında tartışmanın özü; geçmişi oldukça eskiye dayanan “öncülük-artçılık” gibi köklü bir ayrışmadır. Bir başka ifadeyle kendiliğindenciliği (ekonomizmi) yücelten düzen-içi her tür muhalif akımla, bilinç unsuruna vurgu yapan devrimci kesimler arasındaki farklılıktır.
Bugünkü tartışmada reformist-feminist kesimlerin duruşu, savunuları çok net. Onlar açık biçimde devrimci öncülüğe duydukları düşmanlığı ifade ediyorlar ve kitlelerin kendiliğinden eylemlerine methiyeler diziyorlar. Ve bu eylemlere “dışarı”dan hiçbir müdahale olmamasını istiyorlar. (Tabi ki, kastedilen devrimci bir müdahaledir. Yoksa kendileri her tür müdahaleyle, kitleleri geri çekme özgürlüğüne sahipler!)
Tartışmaya katılan devrimci kurumlar ise, reformist-feminist kesimlerin “öncü” düşmanlığını eleştirmekle birlikte son derece ezik, aşağıdan alan bir tutum içindeler. Yer yer onlara hak veren, yazdıklarına “olumluluk” atfeden, “iyi niyetli çabalar” olarak gören bir yaklaşım sergiliyorlar. Hem reformizmin gerçek yüzünü, onun en kritik anlardaki ihanetini, “devrim itfaiyeciliği” rolünü ortaya koymuyorlar; hem de devrimci öncülüğü çarpıtan, hatta karikatürize eden yaklaşımlarını mahkum ederek kendi “öncülük” anlayışlarını net biçimde ifade etmiyorlar. Bunun nedenleri malum. Kitlelerle bağlardaki zayıflamanın, güç ve inisiyatif kaybının verdiği özgüven eksikliği… Daha önemlisi, ideolojik-siyasi gerileyiş, kimlik kaybı, tasfiyeci deformasyon, yenilgi ruh hali…
Böyle olunca reformist-feminist kişi ve kurumlar, eskisinden çok daha rahat biçimde, en pespaye görüşleri savunabiliyor; komünist ve devrimcileri pervasız biçimde suçlayabiliyor.
* * *
Bu tartışmayı başlatan A. Demirhan’ın Sendika Org’daki yazısı üzerinde durmak gerekiyor önce. Demirhan, Boğaziçi direnişini, Kürt ve kadın hareketini, işçi ve çevre eylemlerini sıralayıp “kim örgütlüyor bunları” diye soruyor. Ve şöyle yanıtlıyor: “Özne, Türkiye sosyalist hareketini de yeniden şekillendirecek olan ‘direniş fraksiyonu’dur.” Yazara göre “direniş fraksiyonu”, “hem sistemin diyalektik karşıtı, hem de sol yapıların fiili eleştirisi” niteliğini taşıyor.
Buradan da anlaşılıyor ki, “direniş fraksiyonu”, “sol yapılar”ın dışında kendiliğinden oluşan bir hareket. Zaten “kim örgütlüyor bunları” sorusu da, kimsenin örgütlemediğini vurgulamak için soruluyor. İlk yanılgı burada başlıyor.
Birincisi; bu hareketlerin içinde, devrimci örgütlülük içinde yeralan insanlar da bulunuyor ve yön vermeye çalışıyorlar. Böyle olmadığı koşullarda bile, yani en saf kendiliğinden hareketler dahi, kendinden önceki hareketlerden etkileniyor, esinleniyor. Dolayısıyla örgütlü ve başarılı eylemlerin önemini-etkisini ve bu eylemlerde devrimcilerin rolünü yadsımamak gerekiyor.
İkincisi ve daha önemlisi; kendiliğinden hareketle “öncü”lerin örgütlediği eylemlerin karşı karşıya konulmasıdır. Sanki “öncü”ler, yani devrimci örgütler, kendiliğinden hareketi dışlıyorlar ya da içine girip öncülük yaptıklarında onu mahvediyorlar! “Toplumsal hareketlerin öncüye ihtiyacı yok” diyerek, bunu açıkça söyleyenler de çıkıyor. Bu, kelimenin gerçek anlamıyla “kendiliğindenliğe tapınmak”tır. Kendiliğinden hareketlerin ufkunun ne kadar dar ve başarma şansının ne kadar az olduğu bilinmesine rağmen, ona övgüler dizilmesi, sadece ve sadece burjuvaziyi sevindirir.
Demirhan’ın “direniş fraksiyonu” da kelime oyunuyla, kendiliğinden harekete örgüt ismi yakıştırılarak kendiliğindenliğe övgüyü içeriyor. Her ne kadar “direniş fraksiyonu”nun “devrimci bir alternatif”e dönüşebilmesi için “bir programa, eylem çizgisine ve örgüt yapısına” ihtiyacı olduğu söyleniyorsa da, “kaba taslak” kaydı düşerek sıralanan program, “öncülük” anlayışını da ele veriyor. Özellikle düzen muhalefetinin “güçlendirilmiş parlamenter sistem” önerisine karşılık “doğrudan demokrasi”yi koyması, bırakalım sosyalizmi “halk iktidarı”ndan bile uzaklaştıklarını gösteriyor.
Geçmişleri Dev-Yol’a dayanan kişi ve kurumların kendiliğindenci yaklaşımları şaşırtıcı değil aslında. Dev-Yol’un ana dava savunması şu eksene oturmuştu: Dev-Yol, faşizme karşı mücadele içinde doğdu. Anti-faşist mücadele varsa DY vardır, yoksa yoktur!
Elbette kitle hareketleri ile devrimci hareket birbirini besler, geliştirir, büyütür. Ama bu demek değildir ki, “hareket yoksa örgüt de yoktur!” Bunlar birbiriyle çok ilişkili olmakla birlikte birbirinden bağımsız iki ayrı şeydir. Sömürünün varlığı devrimci hareketlerin, kapitalist sömürü ise ML örgütlerin nesnel zeminidir. Lenin’in deyimiyle “işçi hareketi” ile “sosyalist hareket” birbirinden bağımsız hareket eder. Ama kurtuluşun yolu, bunların bütünleşmesinden geçer. Sosyalist hareketin bütün çabası da bunun içindir.
Ezelden beri kitle hareketiyle devrimci hareketleri karşı karşıya getirmek; kendiliğinden harekete övgüler dizerken, ML öncülüğü küçümsemek, revizyonistlerin işi olageldi. “Revizyonizmin Atası” sayılan Bernstein’in “hareket her şeydir, nihai amaç hiçbir şey” sözü (ekonomizmin amentüsü) bu anlayışın en billurlaşmış haliydi. Bu bakışaçısı menşevizmin gevşek-şekilsiz, yatay örgüt anlayışını doğurdu. Lenin’in ünlü “Ne Yapmalı” eserinde ekonomizm eleştirisi üzerinden “devrimciler örgütü”ne sıçraması, tesadüf değildi.
* * *
Son aylarda kitle hareketi üzerine, direniş ve mücadelenin önemi üzerine vurguların artması, hatta “öncülük” tartışmasının başlaması, bir olumluluk olarak görülebilir. Bunca yıl seçimlere endeksli mücadeleyle parlamentarizm bataklığına saplanmış olanlardan bunları duymak, sevindirici de gelebilir. Oysa bu yanıltıcıdır. Kesin olan, havanın artık değiştiği, yükselen kitle hareketinin reformistleri dahi radikal görünmeye zorladığıdır. Ama devrimci, ML öncülüğe olan düşmanlık, tüm reformist-revizyonist akımların ortak noktasıdır. Bu aynı zamanda düzen-içiliğin ilanıdır.
Demirhan’ın yazısında “direniş fraksiyonu” şöyle tanımlanıyor: “Yenilgilerle ehlileşmiş Türkiye sosyalist hareketinde, temsil alanındaki siyaseti esas alarak sınıf mücadelesini talileştiren, anti-faşist mücadelenin gerekliliğini yadsıyarak mücadeleyi olağanüstü durumun sonrasına erteleyebilen eğilimlerin yanı sıra alttan alta gelişen bir başka eğilim söz konusu. Sosyalist hareketin dar örgütsel sınırları içinde değil, toplumsal muhalefetin en geniş yelpazesi içinde gelişen bir dinamizm.”
Sanırsınız ki, kendileri “temsil alanındaki siyaseti” onun en uç noktası olan parlamentoyu esas almamış, “anti-faşist mücadelenin gerekliliğini” yadsımamış, “mücadeleyi olağanüstü durumun sonrasına” ertelememiş; her daim gözünü “toplumsal muhalefete” dikmiş ve onu güçlendirmeye çalışmış!
Bırakalım irili-ufaklı işçi-emekçi direnişini, Türkiye tarihinin en büyük halk ayaklanması olan Gezi Direnişi’ni bile blok halde bitirmek için nasıl uğraştıklarını çok iyi biliyoruz. Gezi Direnişi’nin en önemli zaafı olan “öncü” eksikliğini, en olumlu yönüymüş gibi gösterip yücelttiler. O dönem AKP’nin yürüttüğü “çözüm süreci”ne helal gelmemesi için “hükümet istifa” sloganına bile karşı çıktılar.
Şimdi yaptıklarıyla ilgili tek bir özeleştiri vermeden, direniş ve mücadele üzerine ahkam kesiyorlar. Sözde parlamentarizmi eleştiriyorlar! “Sandığı kuşatalım derken, sandık tarafından kuşatılan”lar kimdi sahi? Yıllar yılı kah CHP kah HDP kuyruğuna takılıp halkı sandığa çağıran kimdi? 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin başarısını “demokratik devrim” diye taltif eden; ardından 5 ay sonraki seçim dayatmasını bile kabul ederek koşa koşa sandığa giden; üstelik “bu dayatmayı kabul etmeyelim” diyenleri “AKP yanlısı” ilan ederek, halkı devrimcilere karşı kışkırtan kimdi? (Arşivler ortada! Her seçimde kim neyi savunmuş, neye saldırmış orta yerde duruyor!)
Sorunu genelleştirerek koymak, kendi payından hiç söz etmemek, özeleştiriden uzak durmak, bu kesimlerin ortak özelliğidir. Keza reformist partilerden feminist kurumlara kadar hepsini “Türkiye sosyalist hareketi” içinde değerlendirip onlara paye vermek, yapılan yanlışları herkesin suçuymuş gibi göstermek de… (Yeri gelmişken düzeltelim; sınıfsız toplum hedefiyle proletarya diktatörlüğünü savunmayan bir “sosyalist” olamaz. “Türkiye devrimci hareketi” ile “Türkiye sosyalist hareketi” bile farklıdır. Değil ki, reformist partileri “sosyalist” saymak!…)
“Toplumsal hareketi” yeni farkeden(!) parlamentarist sol, bu suça ortak olmamış devrimci, ML örgütleri “Türkiye sosyalist hareketi” adıyla aynılaştırıyor; ama “sakın ola ki yükselen harekete ‘öncülük’ yapmaya kalkmayın” diye de uyarıyor! Bunu da devrimci, ML örgütleri “sekter”, “hegemonyacı” diye suçlayarak, yani kendini haklı çıkararak yapıyor. (Zaten ML örgütlere saldırmak, suçlamak, akıl vermek çok kolay… En pespaye reformistinden troçkistine, feministinden soluğu Avrupa’da alan ödlek-dönek solculara kadar herkes bunu yapıyor.)
Reformist-feminist, troçkist bilumum anti-ML akımın mahkum etmeye çalıştığı şey, devrimci öncülüktür. Yoksa kendi öncülükleri değil! Onlar da kitle hareketlerine öncülük yapılmasını savunuyor ve bunun çabasına giriyorlar. Ama birincisi düzeniçi iyileştirmelerle sınırlı bir mücadele anlayışını yerleştirmeye çalışıyorlar. İkincisi, yönetimlerinde yeraldıkları sendika ve kitle örgütlerinde, egemenlerin-sömürücülerin yönetme yöntemlerini kullanıyorlar.
Bunların çoğu 12 Eylül sonrası “doğrudan demokrasi”yi keşfetti! “Demokratik merkeziyetçilik”, dikey örgütlenme gibi ML normları reddettiler. Ama yönetime geldikleri kurumlarda bırakalım üyelerle birlikte karar almayı (yani “doğrudan demokrasi”yi), temsilcileri bile atlayarak (yani “temsili demokrasiyi”) kendi grup kararlarını dayattılar. Demokratik merkeziyetçiliğin “demokratik” yönünü atıp bürokratik merkeziyetçiliği yaşama geçirdiler. Tıpkı burjuva parlamentosu gibi, üyelerin fonksiyonu 3-4 yılda bir yapılan genel kurullarda oy kullanmakla sınırlı kaldı. Onda bile “tek liste”ye oy vermeye zorladılar. Kapalı kapılar arkasında koltuk paylaşımı yapıp genel kurulları göstermelik bir toplantıya dönüştürdüler. Sıradan bir üyenin yönetime girebilmesi şöyle dursun, farklı siyasi yapılardan birinin seçilmesine bile izin vermediler; es kaza seçilmişse yönetimde çalışamaz hale getirdiler vb. vb… (Antakya Eğitim-Sen’in yönetimine gelen devrimci bir grubu tasfiye edebilmek için seçimleri iptal etmek, kayyum atamak, geldikleri son noktadır.)
Kısacası devrimci, ML örgütleri “sekter”likle “hegemonyacılık”la suçlayan reformistlerin, yönettikleri kurumlarda nasıl bir hegemonya kurdukları herkesin malumudur. Buralarda yaptıkları, minyatür haliyle de olsa “iktidar”a geldiklerinden nasıl bir yönetim tarzı izleyeceklerinin aynası gibidir. Reformist partiler, bir gün hükümete girmeyi başarabilirlerse, Yunanistan’daki Syriza’dan bir farkları olmayacaktır.
Kitlelere “öncülük”lerine gelirsek… Kitle hareketine övgüler dizen reformist parti ve hareketler yıllardır KESK, DİSK gibi sendikaların, belli başlı meslek örgütlerinin yönetiminde bulunuyorlar. Bu yanıyla işçi-emekçi hareketine yön vermekte çok önemli bir avantaja sahipler. Ama öncesi bir yana 15 Temmuz sonrası KESK, kendi üyelerinin KHK’larla atılmasına karşı ciddi bir direniş örgütlemediği gibi, direnen üyelerine dahi sahip çıkmadı. Keza pandemi döneminde işçi sınıfı çok önemli hak kayıpları yaşarken DİSK adeta kayboldu. Bırakalım işçi-emekçi hareketini yükseltmeyi, onun önüne barikat kurdular. Bir kitle hareketi başlamışsa, bir direniş yaşanıyorsa, onlara rağmen, o kurumlar aşılarak oldu, oluyor…
Dolayısıyla AKP’nin yıllardır işbaşında kalmasında burjuva muhalefeti kadar bu reformist muhalefet de pay sahibidir. Hal böyleyken suçlarını örtbas etmekte ve yine devrimcileri boy hedefi yapmakta oldukça başarılılar! Bir başka ifadeyle devrimci, komünist örgütlerin zayıflığını, güven kaybını iyi kullanıyorlar.
* * *
Bugün kitle hareketi son derece sancılı gelişiyorsa, ayları-yılları bulan direnişlere rağmen başarıları sınırlı kalıyorsa, devrimci öncülüğün eksikliğindendir. Her kim devrimci öncülüğü reddediyorsa, kitle hareketlerinin başarıya ulaşmasını istemiyor, sömürücü kapitalist sistemin devamını savunuyor demektir. Devrimcilerin kimi eksikliklerini büyüterek, devrimci öncülüğü karalamaya kalkanlar, burjuvaziye hizmet ederler. Ayrıca başkalarının gözündeki çöpü mertek yapanlar, asıl olarak kendi suçlarını gizlemeye çalışırlar.
Önce “ifşa hareketi”yle ortaya dökülenler, ardından DAF içinde yaşanan ekonomik-ahlaki sömürünün açığa çıkması, genel olarak devrimci hareketin tasfiyesiyle, düzen-içiliğin yaygınlaşmasıyla doğrudan bağlantılıdır. Düzene ait her tür pisliğin devrimci-demokrat kesimlere sıçramasıdır. Bütün bunlar dikey örgütlenme yerine yataylığı, disiplin yerine gevşekliği, hiyerarşi yerine esnekliği, “demokratik merkeziyetçilik” yerine bürokratik merkeziyetçiliği koymanın; kısacası ML normları sulandırmanın doğal sonuçlarıdır.
Bunları bitirebilmek için bile, yeniden devrimci tarzda örgütlenmeye, ML ilke ve normlara dönmek gerekir.
Kitle hareketi ile devrimci öncülüğü, yığınlarla liderleri karşı karşıya getirmek, dün olduğu gibi bugün de devrim düşmanlarının işidir. Lenin’in “Sol Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı” kitabında verdiği yanıt, devrimci öncülüğü reddeden günümüz reformistlerine de cevabımızdır:
“Partiyi ve parti disiplinini yadsımak, proletaryayı burjuvazinin yararına silahsızlandırmakla aynı şeydir. Bu tam da küçük-burjuva dağınıklıkla, kararsızlıkla ve hoşgörüldüğünde kaçınılmaz olarak her proleter devrimci hareketi mahvedecek olan tutarlılık, birleşme, toplu davranma konusunda yeteneksizlikle aynı şeydir.” (İnter Yay. sf. 38)
Biz “artçı” kitle kuyrukçusu değil, “öncü”yüz, devrimciyiz! Kendimize, ilkelerimize, değerlerimize güvenelim! Proleter kültür ve devrimci ahlak yolgöstericimiz olmaya devam etsin! Burjuvazinin ve onun etkisi altındaki her tür akımla aramıza kalın sınırlar çizelim! Kitlelere her yönden örnek olacak bir duruş içinde olalım! Komünist ve devrimcilerin, bu dünyadaki en tutarlı, en dürüst ve en temiz insanlar olduğunu pratiğimizle gösterelim! Bu sömürü ve soygun düzenini alaşağı edecek olan tek bilimsel ideolojik-siyasi görüşe sahip olduğumuzun bilinci ve güveniyle hareket edelim!
Gerçek öncülük budur. Ve bu öncülük kitlelerde mutlaka karşılık bulacaktır! Sadece burjuvazinin değil, reformist-revizyonist kesimlerin çelmelerine, çamurlarına rağmen…
Devrim, ML partinin önderliğinde kitlelerin eseri olacaktır!