“Godot’yu Beklerken” adlı kitap-tiyatro, Samuel Beckett’in 1949’da yazdığı, tüm dünyada geniş yankı uyandırmış, edebiyat tarihinin çok önemli klasiklerinden biridir. “Absürt” tiyatronun temsilcisidir bu eser.
“Yapacak hiçbir şey yok” cümlesiyle başlar bu tiyatro. İkinci kişi “Bu düşünceye inanmaya başlıyorum” diyerek devam eder. İlerleyen diyaloglarda ne yapacaklarını planlamaya çalışırken “hiçbir şey yapmayalım, bu daha emniyetli olur” kararına varırlar.
Bir bekleyiş öyküsüdür bu. Yakınarak, şikayet ederek, sızlanarak, harekete geçemeyerek, başkalarının harekete geçmesini bekleyerek sürüp giden bir öykü… Beklerler, bekleyişin kısır döngüsünü yeniden üreterek beklemeye devam ederler…
Eylemsizliklerine yenilmiş insanlardır. Ne zamandır bekledikleri belirsizdir. Her perdenin sonunda oyunculardan biri “Ee? Gidiyor muyuz?” diye sorar, diğeri “evet, hadi gidelim” der. Ama kımıldamazlar. Godot’yu beklediklerini söylerler sürekli. Gidemiyor oluşlarını bu bekleyişe bağlarlar. Biri “gel gidelim” der, diğeri “gidemeyiz” diye durdurur. “Neden” diye sorar biri, diğeri yanıtlar: “Çünkü Godot’yu bekliyoruz!”.
Her perdenin sonunda bir çocuk girer sahneye ve “Godot bugün gelmeyecek” der. “Ne zaman gelecek” diye sorarlar, “yarın kesin gelecek” diye cevap verir çocuk. Bekleyiş sürer ve Godot hiç gelmez…
Beckett bu senaryoyu II. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın hemen sonrasında yazmıştır. Faşist saldırganlığın, Nazizmin tüm dünyayı kasıp kavurduğu, Beckett’in de bu durumdan doğrudan etkilendiği bir dönemden yeni çıkılmıştır. Savaşın ve savaş sonrasındaki olumsuzluklarının getirdiği mutsuzluk, umutsuzluk, kızgınlık, karamsarlık, çaresizlik, yaşamın anlamsızlaşması, varoluşun sorgulanması gibi duygular, eserin ruhuna hakim olur.
Beklenen Godot’un ne olduğu da belirsizdir; bir kişi mi, olay mı, eşya mı?
Her kesim kendince yorumlar bunu; özgürlük, komünizm, tanrı, ölüm, aşk… Hiçbiri değildir Godot; oyun boyunca gelmediğine göre, gerçekte zaten yoktur. Oyundaki kahramanların karar verdikleri intiharlarını ertelemek, yarını beklemek, bir gün daha yaşamak için gerekçeleridir aynı zamanda.
Godot, “seçim sandığı” mı?
Muhalefet partileri, bitmeyen bir “Godot’yu beklerken” oyununun içine sıkışıp kalmış gibiler. Sürekli olarak seçimleri konuşuyor, seçimlere “hazırlanıyor”, seçmen analizini yapıyor, seçim anketlerini yorumluyor, seçim odaklı bir söylemin içinde debelenip duruyorlar. Şu olursa seçim sonuçları ne olur, bu yapılırsa seçimden hangi parti daha fazla oy alır; AKP’nin şu hamlesinin seçimlere etkisi ne olur; erken seçim olursa ne olur, olmazsa ne olur; erken seçim mi olur, baskın seçim mi olur; Yüksek Seçim Kurulu birşeyler için ihale açmış, seçim kararı mı alındı; Z kuşağı seçimde kime oy verir; geçen haftanın anketleri ile bir önceki haftanın anketleri arasındaki fark nedir…
Ortada bir seçim tarihi bile yok, seçim yapılacağına dair bir kesinlik yok, belirlenmiş bir seçim takvimi yok; ama muhalefet bitmek tükenmek bilmez söylemlerle, hayali bir seçim tartışması yürütüp duruyor.
Ekonomik kriz korkunç biçimde canları yakıyor; kitleler ucuz ekmek ve ucuz gıda kuyruklarında hayatta kalma savaşı veriyor; toplumsal yaşam içinde kadın ve çocuklar başta olmak üzere “kendinden güçsüz olana karşı” şiddet, cinayet, nobranlık, küfür, her türden saldırganlık artıyor; doktorlar ve gençler başta olmak üzere yurtdışına kaçış hız kazanıyor; umutsuzluk, karamsarlık tüm toplumu, gelecek belirsizliği genç kuşağı hayatından bezdiriyor; egemenler açlığımızla alay ediyor… Ve burjuva muhalefet çözümünü söylüyor: Seçim sandığını bekleyelim!
AKP’li yıllar boyunca biz buna benzer bir tabloyu sürekli gördük. Ne zaman ekonomik kriz en geniş kesimlerin canını yaksa, ne zaman AKP’nin ideolojik-siyasi saldırganlığı toplumsal yaşamı katlanılmaz hale getirse, ne zaman kitlelerin buna öfkesi ve tepkisi yükselse, muhalefet partilerinin seçim sayıklamalarına maruz kaldık.
Üstelik bu seçim sayıklamalarında hep aynı nakarat tekrarlıyorlar: AKP çok ciddi oy kaybı yaşıyor, bu seçimlerde gidecek! Anket şirketleri, yorumcular, parti temsilcileri bu cümleyi yıllar boyunca tekrar edip durdu. Her seçim için “mutlaka sandığa gidin, mutlaka oy kullanın, bu defa AKP seçimi kaybedecek” demekten bıkmadılar. Kitlelere Godot’yu bekler gibi, AKP’nin seçimlerde yenilmesini beklemeyi tavsiye ettiler. Öyle ki, oy kullanmayanı “hain”, “AKP işbirlikçisi” ilan edecek kadar ileri gittiler.
Ama her seçimde Erdoğan’ın hilelerine boyun eğdiler; seçimlerde yapılan yolsuzlukları örtbas etmenin bir parçası oldular; “atı alan Üsküdar’ı geçerken” seyirci kaldılar; “adam kazandı” diyerek seçim sonuçlarının kitleler nezdinde kabullenilmesi için uğraştılar.
Diğer bütün hile ve yolsuzlukları bir kenara bırakacak olsak bile, “kitlelerin iradesinin gerçekten sandığa yansıması” için somut tek bir adım atmadılar. Parmak boyasının geri getirilmesi için uğraşmadılar; seçim yasasına ilişkin en pervasız değişiklikleri engellemediler; “mühürsüz zarflar” gibi açık yolsuzluklar karşısında bile seçimlerin iptal edilmesi için uğraşmadılar; tutanak yolsuzluklarının peşini kovalamadılar. vb. vb…
Sadece ve sadece, kitlelerin AKP’ye olan öfkesinin çok yükseldiği, seçimlere müdahale etmek için kitlelerin sokağı zorladığı zamanlarda, kısmen harekete geçtiler. 2019 belediye seçimleri bunun bir örneğidir. “Kısmen” dedik, çünkü orada bile kitlelerin öfkesi, muhalefeti büyükşehir belediye başkanı için yapılan seçimlere ve seçim sonuçlarına asılmaya zorlarken; ilçe belediye başkanları ve belediye meclis üyeleri için yapılan seçimleri tekrar ettirmek üzere somut bir girişimden uzak durdular.
Seçim tarihini kitle hareketi belirleyecek
Bugün artık AKP’nin ve Erdoğan’ın kitleleri yönetemediği noktaya gelmiş bulunuyoruz. Bir seçim olsa, bütün hilelerine ve muhalefetin bütün ayak sürümelerine rağmen, AKP’nin seçimleri kaybetmesi ihtimali çok yüksek görünüyor.
Ancak burada iki şeyi gözden kaçırmamak gerekiyor.
Birincisi, diğer seçimlerden farklı olarak bu defa seçimlerin tarihini belirleyecek olan unsur, kitle hareketinin düzeyi olacaktır. Erken seçim tartışmalarının yükseldiği dönemlere bakalım; herbiri kitle hareketinin ya da kitle öfkesinin (bir harekete dönüşmese bile) yükseldiği anlardır. Mesela 24 Ekim İşçi-Emekçi mitinginin ardından DİSK ve KESK’in mitingleri de beklenenin üzerinde bir kitlesellik ve öfkeye sahne olunca, erken seçim tartışmaları yükseldi. Keza Aralık ayında asgari ücret ve dolar krizi üzerinden yükselen tartışmalar, yine erken seçim ihtimalini yakınlaştıran unsurlar oldu. Özellikle CHP’nin Mersin mitinginde görülen devasa kitlesellik ve öfke çarpıcıydı.
Tablo açıktır. Kitlelerin öfkesinin yıkıcı bir güce dönüşerek yönetimi devirme ihtimalinin, yeni bir Gezi Ayaklanması ihtimalinin oluştuğu dönemlerde, CHP de, diğer düzen partileri de kitleleri düzen sınırları içinde tutmak için seçim sandığını ileri sürüyorlar. Bu öfke patlaması “riski” çok yükseldiğinde, AKP de seçim yapmaktan kaçınamayacaktır. Öfke gerilediğinde, kitlelerde “seçimleri bekleyelim, AKP’yi seçimle gönderelim” duygusu oluştuğu anda ise, seçim de sandık ta uzaklaşmaktadır.
Bunun nedeni şudur: AKP artık miadını doldurmuş, gitmesinin zamanı gelmiştir. Burjuvazi de emperyalistler de AKP ile daha fazla gidemeyeceklerinin, bir değişikliğin zorunlu hale geldiğinin farkındadırlar. Ancak AKP yönetimi, burjuvazi için öylesine karlı bir ortam oluşturmaktadır ki, seçimin geciktiği her “gün”, burjuvazi için “uzatma dakikaları”dır ve bu pervasız sömürüden bir gıdım daha yararlanabilmek için uğraşmaktadır.
Ve kitleler, “yeter artık” diyerek sokaklara dökülmedikçe, burjuvazinin de, AKP başta olmak üzere düzen partilerinin de, bu tabloyu değiştirmeye niyeti yoktur. Kitle sömürüsü devam ettiği sürece, bırakalım “erken seçim”i, “baskın seçim”i, “zamanında seçim” bile yapılmayabilir, çeşitli bahanelerle seçimleri bir süre daha ertelemeleri olasıdır.
Ancak işçi ve emekçilerin öfkesi patladığı ve sokaklara döküldüğü, ya da bu patlama ihtimalinin kaçınılmaz olduğu görüldüğünde, kitleler AKP’den koparken sistemden de kopmasın diye, erken seçim gündeme gelecektir. Kitle hareketi ile seçimler arasındaki bağ, hiç bu kadar açık olmamıştı.
İkincisi, CHP ya da diğer düzen partileri, tıpkı AKP gibi burjuvazinin hizmetinde olan, burjuvazinin çıkarlarını gerçekleştirmekle görevlendirilmiş partilerdir. Bu yüzden seçim sonrasında kurulacak olan yeni hükümet, biçimsel olarak AKP kadar saldırgan bir tutum izleyemese de, burjuvazinin sömürü politikalarını devam ettirmeye çalışacaktır.
AKP’nin büyük burjuvazi ile kavgalı olduğu, TÜSİAD’a meydan okuduğu yalanı sürekli tekrar edilmektedir. Oysa durum tam tersidir; AKP büyük patronların çıkarlarının temsilcisidir. Mesela elektrik özelleştirmesindeki en büyük vurgunu yapan Sabancı’dır; fahiş elektrik fiyatları, en çok Sabancı’nın cebine akmaktadır. Mesela Koç’lar AKP döneminde de en fazla kar eden, birinciliği kaptırmayan tekel durumundadır. Görünürde AKP döneminde en büyük karı “beşli çete” yapmaktadır; ancak işçilerin emeği ve alınteri üzerinden asıl vurgunu vuran, AKP dönemi politikalarından en büyük karı elde eden, TÜSİAD patronlarıdır.
Zaten CHP de bu patronlara güvenceler vermekte, onların gözüne girmeye çalışmaktadır. Üstelik kitlelerin bütün öfkesi AKP’ye akarken, CHP’nin bugünden uyguladığı sömürü politikaları görülmez hale gelmektedir. Mesela AKP toplu taşımaya zam yaptığında kitlelerin büyük tepkisini çekerdi; oysa CHP’li belediyeler, AKP’lilerin cesaret bile edemediği oranlarda büyük zamları üstüste gerçekleştirirken “Ne yapsınlar, AKP onları her konuda engelliyor” diyen bir kitle desteği oluşturabiliyor. Bugün toplu taşıma fiyatları CHP’li belediyelerde 5 TL’nin üzerindeyken, AKP’li belediyelerde 5’in altındadır. Keza İstanbul’da CHP’liler toplu taşımaya 3 ayda ikinci defa zam yapmak isterken, AKP’li meclis üyelerinin engeline takılmıştır. Ama CHP, akaryakıta yapılan zamdan dolayı buna zorunlu kaldıklarını, AKP’nin asıl bu zamları geri alması gerektiğini söyleyerek kitle desteğini korumaya çalışmaktadır. CHP’nin “yerel iktidarları”nda yaşananlar, hükümet olduğu zaman yaşanacak olanların bir göstergesidir.
Burjuvazi, ekonomik krizin faturasını bizlere ödetmek için uğraşıyor. AKP gittiğinde, CHP’ye ya da seçilecek diğer partilere de bu görev verilecektir. Baskı ve sömürü bitmeyecek, sadece perdelenecektir. Öyleyse AKP döneminde ya da sonrasında, asıl yapılması gereken; kapitalist düzene, burjuvazinin sömürü politikalarına karşı mücadele etmektir. AKP’nin gitmesini ve sonrasında “herşeyin-bir anda” düzelmesini beklemek değil, bugünden taleplerimizin mücadelesini yükseltmektir.
* * *
Düzen partileri bize “Godot’yu bekler gibi” seçim sandığını beklememizi; beklerken çürümemizi; eylemsizliğin kıskacı altında ezilmemizi; elektrik-doğalgaz faturaları-süt fiyatları-benzin zamları-gıda krizi gibi üzerimize yağan bu kabusun içinde boğulmamızı istiyorlar, bu şekilde beklememizi tavsiye ediyorlar.
Hayatta kalma mücadelesi veriyoruz. Ekmek kuyruklarında, yağ kuyruklarında, tıka basa dolu otobüslerde hayatta kalma mücadelesi veriyoruz. Artık peynir ve zeytin yerine havuç-turp konulan kahvaltı sofralarında hayatta kalma mücadelesi veriyoruz. Gençlerin umutsuzluğunda, yaşlıların tükenmişliğinde, orta kesimlerin karamsarlığında hayatta kalma mücadelesi veriyoruz.
Oysa hayatta kalmanın tek yolu mücadele etmektir. “Godot” gelmeyecek! Kimse bizi kurtarmayacak. “Bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır” der Enternasyonal marşı. “Kaldırmadıkça başlarımızı, esaretimiz bitmez” der Ruhi Su. Unutulmaması gereken tek gerçek budur.
Seçimleri gerçekleştirmenin yolu da, yaşam ve çalışma koşullarını düzeltmemizin, ekonomik-siyasi kriz bataklığından kurtulmamızın yolu da, buradan geçiyor. Ucuz yağ veya kıyma alabilmek için yanımızdaki ile kapışmak değil, bunları fahiş fiyatla satan kapitalist düzene ve bu düzenin temsilcisi düzen partilerine karşı harekete geçmek gerekiyor.
Unutmayalım; hayat hakkımız mücadele gücümüz kadardır.