Gezi Direnişi-Haziran Ayaklanması’nın üzerinde 9 yıl geçti. TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nde bulunan ve “Devrim Günceldir” adlı kitapta da yeralan konuyla ilgili bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı kısaltarak yayınlıyoruz.
Haziran Ayaklanması, yaygınlığı ve kitleselliğiyle Türkiye’nin en büyük halk ayaklanmasıdır.
Taksim-Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesine karşı 27 Mayıs 2013’te başlayan direniş, polisin vahşice saldırması üzerine 31 Mayıs’ta tüm ülkeye yayılan bir ayaklanmaya dönüştü. İçişleri Bakanlığı’nın raporuna göre, Bayburt dışında 80 ilde büyük-küçük birçok eylem yapıldı ve 10 milyon civarında insan, bu eylemlere katıldı. (Gerçek rakamın 15 milyon olduğu düşünülüyor.) Günlerce sokaklarda çatıştılar, meydanları doldurdular. Bu sırada onlarca kişi öldü, yüzlercesi yaralandı.
Çevreci bir duyarlılıkla bir grup insanın başlattığı direniş, kısa sürede hem nicelik hem nitelik olarak farklılaştı. Bu elbette bir birikimin sonucuydu. AKP’nin o zamana kadarki (yaklaşık 10 yıllık) saldırılarının, ekonomik-siyasi krizlerin, yaşam tarzlarına müdahalelerin bir patlamasıydı. Ayaklanmada en sık atılan sloganın, “Faşizme karşı omuz omuza”, “Hükümet istifa” olması, bunun göstergesiydi.
31 Mayıs günü kitlelerin sokağa dökülmesi ve 1 Haziran’da Taksim Meydanı’nın zaptedilmesiyle başlayan Haziran Ayaklanması, polisin 11 Haziran’da Taksim Meydanı’na, 15 Haziran’da Gezi Parkı’na saldırısıyla sonlandı. Kendiliğinden başlayan ayaklanma, yine kendiliğinden sona erdi. Fakat kitle teslim olmadığı için, semtlerde, parklarda aylarca devam etti. Şehitlerin cenazeleri ve mahkemeleri ise, büyük gösterilere dönüştü. Yaklaşık bir yıl boyunca her saldırıya karşı yükselen direnişlerle “Gezi ruhu” varlığını hep hissettirdi.
Ayaklanma, “bu daha başlangıç MÜCADELEYE DEVAM!” sloganıyla son bulmuştu. Aradan geçen yıllara rağmen Gezi direnişi, devrimci-demokrat kesimlere moral ve gurur vermeye devam ediyor; diğer yandan başta Erdoğan ve AKP olmak üzere egemen sınıfların korkulu rüyası olmayı sürdürüyor. Her fırsatta Gezi’yi karalamaya, gözden düşürmeye çalışıyorlar. Ama attıkları itirafların, yalan ve demagojilerin hiç biri tutmadı, ayaklanmanın görkemine gölge düşüremedi.
Haziran Ayaklanması, ülkemizde de “devrim” tartışmalarını alevlendirdi. Devrimin güncel ve somut bir sorun olduğu pratik olarak da görüldü. Hareketin yükseldiği günlerde “bu bir devrim” diyenler oldu. Bitişinde ise, “devrim kapımızı çaldı, ama açmaya boyumuz yetmedi” diyenler… Bunun bir devrim olmadığı ortadaydı; fakat Türkiye tarihinin en büyük, en kitlesel halk hareketi ile karşılaştığımız da gerçekti.
Ayaklanma öncesi iç ve dış koşullar
AKP hükümeti döneminde Türkiye, “yeni Osmanlıcılık” adı verilen yayılmacı bir dış politika ile içte dinci–gericiliği ve milliyetçiliği, dışta düşmanlığı ve savaşı körüklüyordu. Türkiye’nin yardımıyla cihatçı çeteler 2011’den itibaren Suriye’de iç savaşı başlattı. Dahası, Suriye’ye doğrudan müdahalenin yollarını aradı. Bunun bir parçası olarak IŞİD, Mayıs 2013’te Reyhanlı’da bombalı bir saldırı gerçekleştirdi ve 52 kişi yaşamını yitirdi.
Dışarıda savaş tüm hızıyla sürerken, içeride işçi ve emekçilere dönük saldırılar artıyordu. Eğitim, imam-hatip okullarının çoğalmasıyla, ardından “4+4+4” adını verdikleri yeni modelle daha da gericileşti. Sağlıkta özelleştirme hızlandı ve çalışanlardan daha fazla para kesilmeye başlandı. “Kentsel dönüşüm” adı altında gecekonduların yıkımları arttı. HES’ler, “üçüncü köprü”, Emek Sineması’nın yıkımı, içki yasağı, arkaya arkaya geldi. 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması engellendi. “Taksim’in yayalaştırılması” adı altında Gezi Parkı’nın yıkılarak Topçu Kışlası yapılmasına start verildi.
Saldırılar hem sağanak halindeydi, hem de bundan nasibini almayan kesim yok gibiydi. Daha önemlisi, saldırıya uğrayan hemen her kesim eylem halindeydi. HES’lere karşı başta Karadeniz olmak üzere kitleler direnişe geçiyor, iş makinelerini durduruyordu. Gecekondu yıkımlarına bölge halkı barikatlar kurarak, nöbetler tutarak direniyordu. Üçüncü Köprü’ye karşı çevreciler, Emek Sineması’nın yıkımına karşı sanatçılar tepkilerini artık sokaklarda, meydanlarda ifade ediyordu. Kısacası AKP’nin her saldırısı kitlesel ve militan direnişlerle karşılaşıyor, adımlarını kolay atamıyordu.
Bir taraftan da Taksim, önemli bir direniş odağına dönüşmüştü. 2012 yılının sonlarında, Taksim Meydanı’na bir çukur kazılmaya başlandı. TMMOB ve çevreci örgütlerin birlikte oluşturduğu “Taksim Dayanışması” bu çukurda somutlanan “Taksim’i yayalaştırma” projesine karşı; Devrimci 1 Mayıs Platformu da, çukur bahanesiyle Taksim’in 1 Mayıs’a kapatılmasına karşı harekete geçtiler. Giderek yükselen bir eylemlilik süreci yaşandı.
Ve 1 Mayıs günü, onbinlerce kişi Taksim hedefiyle dört bir yandan yürüyüşe başladı. Polisin Taksim’e çıkan tüm yolları kapatması üzerine gün boyu polisle çatıştı. Üstelik o güne kadar hiç görülmemiş biçimde kullanılan gaz bombalarına ve polis şiddetine rağmen, kitle büyük bir kararlılıkla direndi. 1 Mayıs’ın bu tablosu, sonraki eylemlerin farklı olacağını gösteren ilk işaret fişeğiydi.
Gezi Direnişi öncesinde sadece ülke hareketli değildi; dünyada da işçi-emekçi eylemleri yükseliyor, halk ayaklanmaları yaşanıyordu. Yunanistan başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde genel grevler, gösteriler eksik olmuyordu. 2011 yılında başlayan Kuzey Afrika’daki halk ayaklanmalarının etkisi sürüyordu. Mısır halkı, ilk ayaklanmanın ardından Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesine tepkiliydi. “Devrimimizi çaldılar” diyerek yeniden ayaklanmıştı. Yıllar sonra “devrim” yeniden kitlelerin gündemine girmişti.
Mısır ve Tunus’ta 40 yıllık diktatörlerin devrilmesi, benzer yönetimler altındaki halklara esin kaynağı oluyordu. Bunlardan biri de Türkiye’ydi. Mısır’daki halk isyanının ardından Hüsnü Mübarek devrilince, Türkiye’de yapılan eylemlerde, “Erdoğan sonun Mübarek olsun” sloganı atılmaya başladı. İki yıl kadar sonra benzer bir ayaklanma Türkiye’de yaşanacak ve duvarlar Erdoğan karşıtı sloganlarla dolacaktı.
Direnişten ayaklanmaya…
27 Mayıs gecesi Gezi Parkı’ndaki ağaçlar kesilmeye başlanınca, Taksim Dayanışması’nın çağrısıyla Gezi Parkı Nöbeti başladı. Polisin saldırısına karşı büyüyen direniş, ağaç kesimini durdurdu. Parkta çadırlar kuruldu, eylemin kitleselliği arttı. 30 Mayıs günü sabaha karşı ikinci saldırı geldi; çadırlar yakılmıştı. Haberin duyulması üzerine daha fazla insan Park’a aktı. Artık nöbet, bir şenliğe dönüşmüştü. 31 Mayıs günü polis ve zabıtanın yeniden biber gazıyla parktaki eylemcilere saldırması bardağı taşıran damla oldu.
O zamana kadar pasif bir oturma eylemi şeklinde süren direniş, ülke çapında bir ayaklanmaya dönüştü. Ve o andan itibaren sorun, “Gezi Parkı’ndaki bir-kaç ağaç” olmaktan çıktı. Esasında hiçbir zaman “bir-kaç ağaç” değildi. Sadece “devrim cephesi” açısından değil, “karşı-devrim cephesi” açısından da saldırı, “bir-kaç ağacın kesilmesi”nden ibaret olmadı. Hükümet, aldığı karardan geri dönmeyi sadece bir “rant” kaybı değil, “otoritesinin sarsılması” ve “iktidar” kaybı olarak görüyordu. Parkta oturma eylemi yapanlara vahşice saldırması, sonrasında kitlelerin üzerine tonlarca gaz bombası atmaları, hedef gözeterek ateş açmaları, onlarcasını öldürüp yaralamaları, bundan dolayıydı.
31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan gece, Taksim Meydanı’na açılan caddelerde yüzbinlerce kişi direniyordu. Aynı gece Anadolu Yakası’ndan toplanan onbinlerce kişi, Boğaz Köprüsü’nü trafiğe keserek Avrupa Yakası’na geçti. 1 Haziran’da Taksim’in çevresinde biriken yüzbinlerce kişi, saatlerce süren çatışmanın ardından polisi püskürttü. Meydan artık direnişçilerin elindeydi ve özgürdü! Çadırlar kuruldu, “Taksim Komünü”nün ilk adımları atıldı. Yıkılması planlanan Atatürk Kültür Merkezi (AKM) binası, devrim şehitlerinin posterleri, devrimci sloganların yazıldığı pankartlarla doldu.
Ayaklanmanın başladığı 31 Mayıs ve 1 Haziran günlerindeki çatışmalar, direnişin zaferi açısından belirleyicidir. Ve bu çatışmaların asli unsurları, devrimci örgütlerin kadro ve taraftarları ile “eski” devrimciler olmuştur. Bir de Beşiktaş’ın taraftar grubu “Çarşı”yı sayabiliriz. Ki Çarşı grubu, zaten “solcu”lardan oluşuyordu, 1 Mayıslar başta olmak üzere bir çok eyleme katılmışlardı; yani örgütsüz bir yığın değil, “kolektif davranma yeteneği” olan bir gruptu.
Sonuçta Taksim zaferi, Taksim’e akan kitlenin kararlılığıyla kazanıldı. Kitleler, öncü kesimlerin militan direnişleriyle cesaretlenip arkasından yürüdüler. Özellikle 31 Mayıs ve 1 Haziran günleri yaşanan çatışmalarda, örgütsüz kitle ile devrimci öncü arasındaki ilişki oldukça öğreticidir. Kitlenin kararlılıkla beklemesi, devrimcilere çatışma gücü verdi; devrimcilerin önde militanca çatışmayı sürdürmesi kitlenin kaçmasını engelledi.
İlerleyen günlerde örgütsüz kesimler içinde de militanlaşanlar oldu elbette. Korku gibi cesaret de bulaşıcıdır. Fakat buzkıran olanlar, her zaman devrimci öncü güçlerdir. Sadece İstanbul’da değil Türkiye’nin belli başlı şehirlerinde ayaklanmanın militan bir kararlılıkla sürmesinin asıl nedeni budur. Ankara, İzmir, Eskişehir, Antakya, Adana gibi iller öne çıkmış, buralarda da meydanlar zaptedilmiş, bazı parklar toplama merkezi haline gelmiştir.
Dönemin İstanbul Valisi Avni Mutlu, Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın, İBB Başkanı Kadir Topbaş, direnişçileri karalayan açıklamalar yaptılar, kitle katılımını kırmaya çalıştılar. (*) Ancak kullandıkları argümanların hepsi, direnişçiler tarafından boşa düşürüldü.
Diğer yandan başta İstanbul olmak üzere ülkenin hemen her yerinde kitleler sokaklara dökülmüşken, CNN Türk, NTV gibi televizyon kanalları bunları haber dahi yapmıyor, “penguen belgeseli” yayınlıyordu. O günden itibaren “penguen medyası” ismini aldılar ve o damgayı halen taşıyorlar.
Bu arada, “Taksim’i yayalaştırma” projesine bakan idari mahkeme, alel-acele projenin durdurulduğunu açıkladı. Fakat ok yaydan fırlamıştı bir kez.
Direniş çatlaklar yarattı
Direnişin başlaması ve hızla ülkeye yayılması karşısında başta AKP olmak üzere pek çok kesim şaşkınlığa uğradı. Direnişin ilk günlerinde hükümet olarak resmi bir açıklama yapamadılar.
Esasında Erdoğan dışında AKP’li yetkililer kısa sürede çark etmişti. Dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, ılımlı mesajlar veriyordu. Onlar direniş boyunca “iyi polis” rolünü oynadılar. Direnişi daha fazla büyümeden bitirmek istiyorlardı. Çareyi Erdoğan’ı Türkiye’nin dışına çıkarmakta buldular. 3 Haziran’da Erdoğan’ın Afrika gezisine çıktığı öğrenildi. Erdoğan Afrika’dayken Bülent Arınç, Taksim Dayanışma’dan bir heyetle görüştü, direnişin bitirilmesini istedi. Fakat direnişin talepleri karşılanmadan direnişi bitirmek mümkün değildi. Kaldı ki, direnişin başlangıcındaki talepler artık geride kalmıştı. (**)
Erdoğan’la Gülen Cemaati arasındaki sorunlar, o dönem daha örtüktü. Ama direniş Cemaat’i cesaretlendirdi. Erdoğan’a yönelik halkın öfkesinin bu denli artması, işlerini kolaylaştırdı. Nitekim 17-25 Aralık’ta yolsuzluk operasyonları ile Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmaları, Gezi direnişinden beş ay sonradır. Sadece Cemaat değil, AKP veya Erdoğan’la sorunu olan kişi ve gruplar, direnişten aldıkları cesaretle seslerini daha fazla yükselttiler; hatta direnişi destekleyen bir tutuma girdiler. Başta ordu olmak üzere devletin kurumlarından tasfiye edilmeye çalışılan Avrasyacılar bunların başındaydı. Örneğin Taksim-Gümüşsuyu’nda bulunan askeri hastaneden direnişçilere maske vb. malzemeler verildi. Yine Taksim’de Koç grubuna ait Divan Oteli, yoğun gaz bombası altındaki direnişçilere kapılarını açtı, su-yiyecek yardımı yaptı. Bu durum, ordunun ve Koç’un direnişi desteklediği şeklinde yorumlara yol açtı.
Gerçek şu ki, Taksim çevresinde bulunan kuruluşların büyük çoğunluğu o günlerde direnişçileri karşılarına almak istemediler. Çünkü direniş karşıtı söz ve davranışlarda bulunan Starbucks, Garanti Bankası, NTV gibi kurumlar, kitleler tarafından protesto edilmişti. Daha büyük bir saldırıyla karşılaşmamak için, bu kurumlar özür dilemek zorunda kaldı. Koç’lar “akıllı düşman”dı; hem otellerini korudular, hem direnişçilerin sempatisini kazandılar, hem de Erdoğan’a mesaj yollamış oldular. Her büyük ayaklanmada olduğu gibi Haziran Ayaklanması’nda da her klik, direnişi kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya çalıştı. Bir bütün olarak karşı-devrim cephesindeki sorunlar depreşti, çatlaklar büyüdü, parçalanmalar çoğaldı.
Direniş, liberal aydınlardan reformist partilere kadar “düzen solu” diyeceğimiz kesimleri de sarstı. O güne dek Erdoğan’ın şakşakçılığını yapanlar bile, onun “otoriterliği”nden yakınıyor, “daha kucaklayıcı” olmasını istiyordu. Liberal kesimlerin AKP destekçiliğinden vazgeçmelerinde, Gezi bir “dönüm noktası”dır. AKP karşıtı reformistler ise, ayaklanma öncesi iyice karamsarlığa kapılmışlardı. Onlara göre “orduyu bile dize getiren AKP’yi kimse durduramazdı artık!” “Bu halk adam olmaz”la başlayan cümlelerle, kitlelere güvensizliklerini her fırsatta dile getiriyorlardı.
Tipik küçük-burjuva ruh halini yansıtan bu kişiler, ayaklanma başladığında hemen yelkenleri suya indirdiler. Şimdi “güç” kitlelerdeydi, bu kez kitle dalkavukluğu yaptılar. En çok da “örgütsüz” oluşlarını övdüler. Direnişin en zayıf yönünü, en iyi yanıymış gibi göstererek, esasında yine misyonlarını oynadılar. Neyse ki, “bu halk adam olmaz” retoriği en azından bir süre kullanımdan kalktı.
Ayaklanma sönümlendikten sonra bu kesimler yeniden karamsar ruh haline döndüler. Fakat aydın ve sanatçılar içinde dik duranlar hep oldu. İşlerinden oldular, hapse atıldılar, ama düşüncelerinden, kimliklerinden taviz vermediler. Bu yönüyle Gezi direnişi, bir milat oldu.
Direnişte devrimci örgütlerin
ve reformizmin rolü
Gezi Parkı ile başlayan halk ayaklanmasına, devrimci hareketler genel olarak hazırlıksız yakalandı. Direnişin ayaklanmaya dönüşmesinde ve 1 Haziran günü Taksim Meydanı’nın zaptedilmesinde, devrimcilerin rolü büyüktü. Keza 1 Mayıslar başta olmak üzere o güne kadarki direnişler, kitleler üzerinde olumlu bir etki bırakmıştı. Devrimci hareketin yarattığı biçimler, direnişin her aşamasında yankısını buldu. (Barikat kurma, güvenliği sağlama, komün oluşturma, forumlar düzenleme vb). Fakat bütün bunlar, ayaklanmaya önderlik etmek anlamına gelmiyordu. Özellikle Taksim Meydanı’nda kalındığı sürede bu durum net biçimde görüldü. Sonrasında bazı çabalar olsa da, yetersiz kaldı.
Bunun birinci nedeni, ideolojik-siyasi olarak yaşanan erozyondu. Uzun yılları kapsayan tasfiyeciliğin etkisiyle ML ideolojiden uzaklaşılmış, reformizmden daha fazla etkilenmeye başlanmıştı. Teorik olarak kitlelerin gücüne vurgu yapılsa da, pratikte giderek güvensizleşen, karamsar ruh hali, devrimci grupları da etkisi altına almıştı. Devrim “gündemde olan bir konu” olmaktan çıkmış, uzak geleceğe bırakılmış, hatta “ütopya” olarak adlandırılmaya başlanmıştı.
Zincir, en zayıf halkası kadar sağlamdır. Direnişin gücü de, devrimcilerin gücü kadardır, daha fazlası değil. Sadece Haziran Ayaklanması’nda değil, tarihteki pek çok olayda bunu yaşadık. Devrimci önderliğin olmadığı veya zayıf kaldığı koşullarda, hareket bir biçimde burjuva ideolojisinin çekim alanına giriyor, düzen sınırları içine çekiliyor. Bu noktada burjuvazinin en büyük yardımcıları reformistler oluyor. Zaten onların hedefi, düzen-içi iyileştirmelerle sınırlı olduğu için, kitlelerin daha ileriye gitmesini vargüçleriyle önlemeye çalışıyorlar.
Ayaklanmanın başladığı andan itibaren reformist parti ve kitle örgütleri, direnişi bir an evvel bitirmenin yollarını aradılar ve sürekli geriye çekmeye çalıştılar. Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’ndaki pankart ve flamaların indirilmesi, farklı çadırların kaldırılıp tek bir çadırda herkesin toplanması, barikatların kaldırılması vb. önerileri, bunların bazılarıdır. Çatışma anlarında “taş atmayın”cılar da yine onlardı. Hatta gaz bombası atılmasının nedeninin, polise taş atılması, devrimcilerin pankartları olduğunu iddia edenler çıktı. Ayaklanmanın ilk günlerinden itibaren “tepkimizi ortaya koyduk, artık bitirelim”, “devlet saldıracak, kendi irademizle son verelim” “zirvedeyken bitirelim, yoksa altından kalkamayacak bir yenilgi alırız” gibi korku salan ve güvensizlik yayan önerilerle her aşamada direnişi bitirmeye çalıştılar.
Direnişin daha en başında “hükümet istifa” sloganına Kürt hareketi ve ona eklemlenenler karşı çıkmıştı. Bunu da “AKP yerine CHP gelse daha mı iyi olacak” şeklinde sözde radikal görünerek ifade ettiler. Ama gerçekte, Kürt hareketinin o dönem AKP ile yürüttüğü “çözüm süreci”nin sekteye uğrayacağı kaygısı vardı. Sonrasında bunu açıkça söylediler de. HDP, başta Diyarbakır olmak üzere Kürt şehirlerinde basın açıklamalarıyla yetindi; Türkiye genelinde ise Kürt halkının direnişe katılımını azaltan bir rol oynadı. Direnişin zaferle sonuçlanmamasında HDP’nin bu tavrı belirleyici oldu. (***)
(…)Direnişin en zayıf karnı olan örgütsüzlük, sadece burjuva aydınlar tarafından değil, reformist kesimler tarafından da teşvik edildi. Direnişin merkezi durumundaki Taksim Dayanışması’nın, kendisini “karar alamaz – eğilim belirleyebilir” şeklinde tanımlaması bile, bunun göstergesiydi. “Dayanışma”nın içinde devrimci, demokrat, çevreci, feminist, liberal vb. 118 kurumun yanı sıra tek tek bireyler de yer alıyordu. Toplantılarına, “birey olarak” katılmak serbestti ve kurumlar kadar -bazen daha fazla- “birey”ler konuşuyordu. Dayanışma’da baskın olan reformistlerin direniş boyunca devrimci örgütleri yok saymaya, etkisizleştirmeye çalışması da, örgütsüzlüğü yayma çabasıydı.
Devrimcileri etkisizleştirmek için gösterilen onca çabaya rağmen, devrimciler, en başta eylemlerinin gücüyle, yanısıra günlük yaşamın örgütlenmesindeki müdahaleleriyle direnişin coşkulu ve dinamik biçimde sürmesini sağladılar. Tüm eksikliklerine rağmen komünist ve devrimciler, direnişin motoru oldular.
Fakat böylesine büyük ve görkemli bir halk hareketine, hiçbir devrimci örgüt tek başına önderlik edecek durumda değildi. Bunun için devrimcilerin güçlerini birleştirmesi zorunluydu, ama başarılamadı. En azından “Dayanışma”nın toplantılarına devrimciler olarak ortak kararlarla gidilebilir, daha etkin olunabilirdi. Bu yöndeki önerimiz ne yazık ki karşılık bulmadı. Kimileri devrimci platforma zaman ayıramayacaklarını söyledi; kimileri ise, geniş toplantılarda herkesin görüşünü savunduğunu, ayrıca karar almanın hantallık yaratacağını ileri sürdü. Devrimcilerin birliği sağlanamamıştı, fakat reformistler birlikte hareket ediyor, önceden alınmış kararlarla toplantılara geliyordu.
Devrimci örgütler içinde Gezi direnişini “çevreci bir hareket” olarak görüp uzak duranlar oldu. Ayaklanma başladıktan sonra ABD’nin renkli devrimlerine benzetip bir süre tereddütlü davrananlar, ya da “ulusalcılara mı yedekleneceğiz” diyerek mesafeli yaklaşanlar oldu. Kimisi, Taksim Meydanı dahil merkezi yerlerdeki çatışmalara katılmayıp semtlerde kalmayı tercih etti. Kimisi, sadece Taksim Meydanı’nda bildiri dağıtıp pankart asmakla yetindi. Daha kötüsü, boşa zaman ve emek harcandığını, “asıl faaliyetlerini” yapamaz hale geldiklerini söyleyen devrimci örgütler vardı.
Kısacası bazı devrimci örgütler, direnişin öneminin farkında bile değillerdi. Bu bakışaçısıyla bırakalım direnişe önderlik edebilmeyi, aktif bir katılım ve kritik anlarda müdahale olamazdı kuşkusuz. Buna karşın direniş bittikten sonra hemen hepsi, direnişin başından itibaren içinde yeraldıklarını, her aşamada doğru tavırlar koyduklarını yazdılar-konuştular. Devrimci hareket açısından daha kötü olanı, işte bu kendini kandırma halidir. Ne yazık ki, tasfiyecilik yıllarıyla birlikte özeleştiri yapmak, devrimci hareketin terkettiği bir özellik oldu. Bu durumda hatalardan ders çıkarma, kendini yenileme, geleceğe daha donanımlı girme mümkün değildi. Bunun zeminini, kendi elleriyle dinamitlemiş oluyordu.
Elbette halk isyanlarının ne zaman, hangi olay üzerinden, nasıl ve hangi tarihte başlayacağını kimse bilemez. Fakat artan sömürü ve baskı koşullarında, kitle hareketinin şu ya da bu nedenle patlayacağı kimse için sır değildir. Komünist ve devrimciler, buna en başta kafaca hazırlıklı olmalıdır. Aksi halde seyirci durumuna düşmesi, en fazla katılımcı olması kaçınılmazdır. Bu aynı zamanda hareketin yenilgiye uğraması, en fazla kısmi bir kazanımla bitmesi demektir.
Ayaklanmanın sınıfsal bileşimi,
örgüt ve mücadele biçimleri
İşçi, memur, işsiz, öğrenci, sanatçı, pek çok kesim ayaklanmanın içinde yer aldı. Sadece şehir merkezlerinde değil, birçok emekçi semtte eylemler yapıldı ve bunlara katılım oldukça yüksekti. Buna karşın burjuva liberaller ve reformist kesimler, Haziran Ayaklanması’nı “gençlik hareketi” olarak gösterdiler.
Gençlik, tabi ki yoğun bir katılım göstermişti. Böyle olması da doğaldı. “Bütün devrimler gençtir” sözü, boşuna değildi. Fakat gençliğin yoğun katıldığı her hareket “gençlik hareketi” olmuyordu. Haziran Ayaklanması da ne bileşimi, ne de niteliği itibarıyla “gençlik hareketi” olarak tanımlanamazdı. Gençlik hareketi olmadığı gibi, işçi, köylü veya memur, işsiz diye tanımlanabilecek sınıfsal bir hareket de değildi. Ezilen, sömürülen tüm kesimleri içine alan bir halk hareketiydi.
Ülke genelinde bir ayaklanma yaşanıyordu, ama “genel grev” eksikti ve hep eksik kaldı. DİSK’le KESK’in 4 ve 17 Haziran’da yaptıkları “genel grev”ler, hayatı durdurmaktan çok uzaktı. Daha önemlisi, kendi üyelerini bile harekete geçirmek için çaba harcamamışlardı. DİSK ve KESK dışındaki sendikalar ise, direnişin tamamen dışındaydılar. Bu, genel olarak sendikaların işbirlikçi-uzlaşmacı karakterinden kaynaklanıyordu. Elbette sendikalı-sendikasız işçiler, direnişin içinde yer aldılar. O günlerde KONDA şirketinin yaptığı bir ankete göre, direnişe katılanların yüzde 52’si ücretli, yüzde 37’si öğrenci, yüzde 6’sı ise işsizdi. “Ücretliler” içinde işçiler de vardı tabi. Fakat hem sayısal, hem de niteliksel olarak direnişe damga vuracak güçte olamadılar.
O dönem “Ergenekon, Balyoz” gibi operasyonlarla devletin kurumlarından tasfiyeye uğrayan Kemalistler, salt AKP karşıtlığından dolayı ayaklanmaya katıldılar; hatta yön vermeye çalıştılar. Aynı şekilde CHP direnişe katıldı, hem direnişten güç almak, hem de istediği şekle sokmak istedi. Hatta MHP’den bile katılanlar oldu.
Düzen partilerinin çabalarına rağmen Haziran Ayaklanması, hiçbir partinin hakimiyeti altına girmedi. Ayaklanmaya katılan kitleler, partilerin, direnişi kendi amaçları doğrultusunda kullanmasına ve direnişin bir partiyle özdeşleşmesine izin vermediler. Kimileri bu durumu, ayaklanan kitlenin siyasete uzak oluşuna, “apolitikliği”ne bağladı. Aslında kitle siyasete değil, düzen siyasetine, düzen partilerine mesafeliydi. Ayaklanma, milyonlarca kişiyi siyasetin içine çekmiş, dahası öznesi yapmıştı.
Bunun araçlarından biri de “forumlar”dı. ‘70’li yıllardan itibaren gençlik hareketinin kullandığı biçimlerden biri olan forumlar, Haziran Ayaklanması sırasında yeniden doğdu. Ama asıl olarak direnişin son günlerinde etkili oldu. Çünkü direnişin bitirilip bitirilmemesi gibi en kritik kararın alınacağı aşamaya gelinmişti. “Dayanışma” içinde çok farklı görüşlerin olması, dolayısıyla bu konuda hemfikirliğin sağlanamaması, böyle bir biçimi gerekli kıldı.
Gezi Parkı’nda kümelenen direnişçiler, çadırların yakınlığına göre 7 ayrı forum bölgesi oluşturdular. Ve buralarda herkes düşüncelerini ifade etti, görüşülen konularla ilgili kararlar alındı. Dayanışma’nın direnişi bitirme yönündeki isteği, forumlarda alınan kararlarla reddedildi. Reformist kesimler Dayanışma’da bir karar alsalar da onu uygulayamaz hale geldiler.
Sonuçta direnişe önderlik edecek güçlü bir partinin (ya da cephenin) olmayışı, forum tarzı bir biçimi doğurmuştu. Fakat ayaklanmaya önderlik eden güçlü bir parti veya birleşik bir örgütlenme olsa da, kitlelerin söz ve karar hakkını kullanacağı taban örgütlerine ihtiyaç vardı. Kitlelerin basit bir katılımcı olmaktan çıkması, direnişi sahiplenmesi bakımından da, eğitimi ve gelişimi açısından da yaşamsaldı. (…)
Haziran Ayaklanması, forum dışında başka biçimler de yarattı. “Taksim Komünü” bunlardan biridir. 1 Haziran’dan itibaren Taksim Meydanı’na giren kitleler, günlerce çadırlarda kaldı. Hafta sonları milyonlarca kişi Taksim’e aktı. Bu süre zarfında ülkenin ve dünyanın dört bir yanından gıda-ilaç-çadır-battaniye vb. yardımlar yağdı. Bunların bir yerde toplanıp ihtiyaca göre dağıtılması gerekiyordu. Komün bu işlevi yerine getirmek üzere kuruldu. Fikir doğruydu, ama direnişin örgütsüz-önderliksiz oluşunun sonuçları burada da yaşandı. Merkezi bir örgütlülük olmayınca, bu kurumlarda isteyen kişiler görev alıyor, işin başına geçebiliyordu. Yardımların ne kadar geldiği, kimlere nasıl dağıtıldığı hakkında kayıt tutulmadığı ve bir denetim kurulmadığı için de, kayırmacılık veya görevi kötüye kullanma gibi bir çok yanlış eğilim başgösterdi.
Direnişin iç örgütlenmesi bakımından ihtiyaçların karşılanması kadar güvenliğin sağlanması da önemliydi. Hem direnişçilerin içine giren ajan-provokatör tipleri farkedip etkisizleştirmek, hem de polisin saldırısını önleyebilmek açısından “güvenlik birimi” şarttı. Bu görevi, içinde bizim de yeraldığımız devrimci örgütler üstlendi ve büyük oranda başarılı oldular. Taksim çevresine barikatların kurulmasından nöbet sistemine kadar direnişin güvenliğini sağladılar. “Güvenlik birimi” en disiplinli çalışan birim oldu. Fakat Taksim Meydanı, girişleri çok fazla ve geniş olduğu için, barikatlar sembolik olmaktan öteye gitmedi. Nitekim 11 Haziran’da polisin Gümüşsuyu tarafından gerçekleştirdiği saldırıyı önleyemedi.
Meydan’da ve Park’ta kalınan günlerde sağlık ve hukuk birimi de önemli işler üstlendi. Özellikle ÇHD (Çağdaş Hukukçular Derneği), poliste verilecek ifadeler konusunda kitleyi bilgilendirmek, gözaltına alınanlarla ilgilenmek gibi görevleri çok iyi yerine getirdi. Aynı şekilde TTB (Türk Tabipler Birliği) sağlık alanında önemli işler başardı. Tıp Fakültesi’nden öğrenciler de bu faaliyetin bir parçası oldu. Gaz fişeğiyle yaralananlar başta olmak üzere “doktor” diye bağıran herkesin yardımına koştular, ilk müdahaleleri yaptılar.
Direnişin içinde oluşan birimler, büyük fedakarlıklarla çalışmasına rağmen, genel olarak örgütsüzlüğün, denetimsizliğin bütün olumsuz sonuçlarını yaşadılar. Direnişteki önderlik eksikliği, kendini direnişin bütün birimlerinde hissettirdi. Fakat direnişin içinde doğan örgüt ve mücadele biçimleri olarak geleceğe önemli deneyimler bıraktılar. Kitleler mücadele içinde öğreniyor ve kendi yolunu açmaya çalışıyordu. Tıpkı Lenin’in söylediği gibi: “Sömürülen sınıfı yalnızca mücadele eğitir. Yalnızca mücadele, sömürülen sınıfa kendi gücünün büyüklüğünü gösterir, onun ufkunu genişletir, yeteneklerini artırır, zihnini geliştirir, iradesini sağlamlaştırır.”
Gezi’ye atılan çamurlar tutmadı
Gezi direnişinin ülkede ve dünyada büyük destek görmesi, AKP hükümetini çok rahatsız etti. Direnişi bir an evvel bitirmek için bir yandan saldırı planları yaptı, bir yandan da direnişe kara-çalmanın senaryolarını hazırladı.
Her aşamada devrimcilerle direnişçi kitleyi ayrıştırmaya çalıştılar; devrimcileri “provokatör” olarak gösterip saldırılarına meşru zemin yaratmaya kalktılar.
Diğer yandan Gezi direnişinin başarıya ulaşması, halkın aleyhine yapılan her girişime başkaldırının yolunu düzleyecekti. Bu da egemenlerin hiç işine gelmezdi. Sadece devrimcileri karalamak yetmiyordu; direnişe ve direnişçilere de kara-çalmak, kitlelerin gözünden düşürmek gerekiyordu. Bunun için daha fazla yalan ve demagojiye başvurdular.
İlkin Erdoğan, direnişçilere “bir avuç çapulcu” dedi. Oysa ne “bir avuç”tular, ne de “çapulcu”! Ve bunu milyonlarca insan görüyordu. Dahası, direnişçiler “çapulcu”dan şarkılar yaptılar, Erdoğan’ı “tiye” aldılar ve bu sözün hiçbir etkisi olmadı. Sonrasında gerici-faşist kesimleri, direnişçilere karşı kışkırtmaya kalktı. “Yüzde 50’yi evlerinde zor tutuyorum” dedi, ama bu tehdit de sökmedi. Bunun üzerine dindar kesimi ayağa kaldırmak için “başörtülü bacıma saldırdılar” yalanını uydurdular. Bir grup “üstleri çıplak, bandanalı, dövmeli, deri pantolonlu” erkeğin, çocuklu ve başörtülü bir kadına saldırdığını iddia ettiler. Böylesine fantastik bir kurguyu yapabilen “başörtülü bacım”, AKP’li bir ilçe başkanının gelini çıktı! Yandaş medya bu kişiyle röportajlar yapıp yalanı iyice köpürttü. Erdoğan, “önümüzdeki Cuma bu saldırının kamera kayıtlarını göstereceğim” dedi. Fakat o Cuma bir türlü gelmedi! Sonradan muhalif kesimler o kayıtları yayınladı ve böyle bir saldırının olmadığını kanıtladı. Ama ne yalan söyleyen “başörtülü” kadın hakkında ne de yalan haber yapan yandaş gazeteciler hakkında bir dava açılabildi.
Bir diğer yalan, Dolmabahçe Camisi’nde direnişçilerin içki içtiğiydi. Oysa camideki görüntülerde sağlıkçılar yaralanan direnişçileri tedavi etmeye çalışıyordu. Ne içki içen vardı, ne de saygısız bir davranışta bulunan. Üstelik Cami’nin imamı, direnişçilerin içki içmediğini söylüyordu. İmamın bu dürüst tutumu üzerine, onu sürgüne yolladılar.
“Halkı kin ve öfkeye sevketmek”ten birbirine kırdırmaya, yalan haber üretmekten onlarca kişinin ölümüne ve yaralanmasına sebep olmaya kadar birçok suçu işleyen bizzat kendileri olduğu halde, Gezi direnişine katılanları bu tür maddelerden yargılamaya kalktılar. Bizzat ABD emperyalizmi tarafından işbaşına getirilmiş bir hükümet, Gezi direnişçilerini “dış güçler”in desteklediği yalanını uydurdu.
Uydurdukları yalanlar, Gezi’yi kitlelerin gözünden düşürmeye yetmedi. Aksine Gezi, sadece haksızlıklara başkaldırının simgesi olmakla kalmadı; paylaşım, fedakarlık, özveri, yardımlaşma gibi unutulan değerleri yeniden yaşattı. Başta mizah olmak üzere müzik, resim, roman gibi, sanatın her dalında Gezi’yi konu alan ürünler ortaya çıktı. Faşizm, “kültürün kışı” iken; direniş, kültürün-sanatın, estetiğin “baharı”ydı. Direnişe katılanlar, bir biçimde destek olanlar o günleri hiç unutamadı ve hep güzel duygularla andı.
Başta Erdoğan olmak üzere halk düşmanlarının her fırsatta Gezi direnişine ve direnişçilere saldırmaya devam etmelerine rağmen, Gezi’nin görkemine gölge bile düşüremediler.
Direniş, şehitlerine sahip çıktı
AKP hükümeti, direnişi bitirmek ve kitlelere büyük bir gözdağı vermek için vahşice saldırdı. Panzeri, TOMA’sı, bibergazı, copu, plastik mermisi, resmi ve sivil katiller sürüsüyle ölüm kustular. Sadece polisler değil, “palalı” faşistler, esnaf kılıklı gerici yobazlar da bu saldırının bir parçasıydı.
Saldırılarda binlerce kişi yaralandı, onlarcası gözlerini kaybetti, bitkisel hayata girdi. Ve gencecik fidanlarımız yaşamını yitirdi. Direnişin ayaklanmaya dönüştüğü andan itibaren şehitler de verilmeye başlandı. 1 Haziran’da Ankara-Kızılay’da hedef alarak ateş açan bir polis, Ethem Sarısülük’ü kafasından yaraladı; 12 gün hastanede yaşam mücadelesi veren Ethem, 12 Haziran’da şehit düştü. 2 Haziran akşamı İstanbul Ümraniye’de otobanı trafiğe kesmeye çalışan Mehmet Ayvalıtaş, üzerine gelen bir arabanın çarpması sonucu öldürüldü. Yine 2 Haziran akşamı Ali İsmail Korkmaz, Eskişehir’de ara bir sokakta polislerin ve gerici-faşist esnafların saldırısına uğradı; kaldırıldığı hastanede 10 Temmuz günü yaşamını yitirdi. 3 Haziran günü Antakya-Armutlu’da polisin attığı gaz fişeğiyle Abdullah Cömert öldürüldü. Haziran direnişi daha ilk günlerinde 4 şehit, yüzlerce yaralı vermişti. Bu sayı sonra artacaktı.
16 Haziran’da İstanbul Okmeydanı’nda polisin attığı gaz fişeğiyle ağır yaralanan 14 yaşındaki Berkin Elvan, aylarca hastanede kaldı, 11 Mart 2014’te kalbi durdu. 28 Haziran’da Diyarbakır- Lice’de kalekol yapımına karşı gösteri sırasında jandarma kurşunuyla Medeni Yıldırım öldürüldü. 10 Eylül’de Antakya-Armutlu’da Ahmet Atakan ODTÜ’ye destek eyleminde öldürüldü. İstanbul-Gülsuyu’nda uyuşturucuya karşı mücadelede Hasan Ferit Gedik şehit düştü. Bunlar “Gezi şehitleri” olarak tarihe geçtiler. Aslında direnişte ölenlerin sayısı daha fazlaydı, biber gazının etkisiyle kalp krizi geçirenler, astım ve kanser hastalıkları depreşerek ölenler ne yazık ki belirlenemedi.
Gezi şehitleri, hem şehit düştükleri illerde, hem de defnedildikleri yerlerde kitlesel eylemlerle anıldılar. Cenazeleri ayrı bir gösteriye dönüştü. Bunların içinde Berkin Elvan’ın cenazesi, yeni bir isyan günü oldu. (…) Evinin bulunduğu Okmeydanı semtinden, defnedileceği Feriköy Mezarlığı’na kadar yaklaşık 3 milyon kişi, sloganlarla yürüyerek Berkin’i uğurladı. Uzun yıllardan sonra ilk kez liseliler okulları boykot ettiler. Gezi direnişinden 8 ay sonra gerçekleşen bu cenaze töreni, Gezi’nin bitmediğinin açık bir göstergesi oldu.
Devlet katilleri gizlemeye çalıştı, açığa çıkanları ise delilleri karartarak yargılamaktan kaçındı. Diğer yandan direnişe katıldığı için yüzlerce kişiyi gözaltına alıp, tutukladılar. Bunun üzerine “Katiller Yargılansın, Tutsaklara Özgürlük” kampanyası başlattık. Yoğun biçimde afişlemeler, pullamalar yapıldı, bildiriler dağıtıldı, imzalar toplandı, çeşitli etkinlikler, sokak gösterileri gerçekleşti. Şehitlerin ve tutsakların mahkemelerine kitlesel katılım sağlandı.
(…) Direniş sonrası parklarda devam eden “forumlar”ın önemli işlerinden biri, direniş şehitlerini yaşatmak, tutsaklarını yalnız bırakmamak oldu. Bulunduğumuz her yerde bu faaliyetlerin örgütlenmesinin başını çektik; kimi yerlerde şehitler adına komiteler kurduk; parklara, kütüphanelere isimleri verildi, mezarları yaptırıldı; ölüm yıldönümlerinde anmalar örgütlendi vb…
Bu sahiplenme sayesinde, tutsaklar kısa sürede serbest bırakıldı, katillerin yargılanması sağlandı. Her ne kadar yeni davalarla Gezi’yi yargılamaya devam etseler de, veya katillere göstermelik cezalar verseler de, direnişin gücünü hep hissettiler.
Direnişin sonuçları
Türkiye işçi ve emekçileri, dünyada yükselen direnişlerden ve isyanlardan ne kadar etkilendiyse, Türkiye’deki Haziran Ayaklanması da dünya halklarını etkiledi, onlara örnek oldu. Türkiye’den sonra Brezilya’da halk sokaklara döküldü. Latin Amerika’dan Avrupa’ya işçi ve emekçiler Türkiye’deki direnişi selamladılar, dayanışma eylemleri yaptılar. Meksika’da savaşan Zapatista’lardan, ’68 kuşağının simge isimlerine kadar, çok sayıda örgüt ve kişiden Gezi Direnişi’ne destek mesajları yağdı.
Ayaklanma’nın kalbi Taksim Meydanı ve Gezi Parkı’ydı. Direnişin ilk kırılma noktası, 11 Haziran’da polisin Taksim Meydanı’na saldırısı oldu. Reformist kurumlar, direnişin başından itibaren Taksim Meydanı’nın boşaltılmasını istiyordu. Esasında bu, devrimcileri direnişin dışında tutma çabasıydı ve devletin bu yöndeki baskılarına boyuneğişti. Öyle ki, polisler Taksim Meydanı’daki devrimcilere saldırırken Park’tan seyrettiler.
Devrimciler sonraki günlerde Park’a geçerek direnişi sürdürdüler. Fakat önemli bir mevzi kaybedilmiş oldu. Taksim Meydanı’ndaki ve AKM binasındaki pankartlar indirilmiş; Meydan yeniden polis işgali altına girmişti. Buradan güç alan devlet, 5 gün sonra 15 Haziran’da Gezi Parkı’na büyük bir saldırı düzenledi ve iki haftayı aşkın süre devam eden direnişe en büyük darbeyi indirdi.
Sonrasında çeşitli biçimlerde direniş sürse de eski gücüne bir daha ulaşamadı ve sönümlenerek bitti. Buna rağmen “Gezi ruhu”nun hep ayakta kalması, direnişin büyük bir yenilgi veya hezimetle bitmemesinden kaynaklanıyordu. Gerek Taksim Meydanı, gerekse Gezi Parkı’nda polis saldırısına karşı direnilmiş, sonrasında saatler, hatta günler süren çatışmalar yaşanmıştı. Bu durum kitleyi yenilgi psikolojisine sokmadı; aksine direnerek alınan her yenilgide olduğu gibi öç alma duygusu yarattı. Kitleler kendi güçlerinin farkına vararak daha özgüvenli bir şekilde, yapılan haksızlıklara karşı çeşitli biçimlerde direnişler başlattılar. Özellikle doğa katliamına dönük her girişim, Gezi’den sonra mutlaka bir direnişle karşılaştı.
Daha önemlisi, işçi ve emekçiler giderek radikalleşen eylem biçimlerine başvurmaya başladı. Soma ve Ermenek’te yaşanan madenci katliamlarına ülke genelinde çok büyük tepkiler yükseldi. Gezi direnişinden yaklaşık iki yıl sonra metal işçilerinin başlattıkları fiili grevler ve yürüyüşler günlerce sürdü. “Metal fırtınası” olarak tarihe kazınan bu işçi direnişi, “işçi sınıfının Gezi’si” olarak tanımlandı. Özcesi Gezi direnişi, işçi sınıfı başta olmak üzere ezilen-sömürülen tüm kesimlere esin kaynağı olmuştu.
Bu yönüyle Gezi direnişinin kazanımla bittiğini söylemek yanlış olmaz. Direnişin somut taleplerinin karşılanmamış olması, yanıltıcıdır. Zaten böylesi büyük direnişlerin önemi, somut kazanımlar elde edip etmemesine sıkıştırılamaz. Kaldı ki, Gezi Parkı’na AVM ve Topçu Kışlası yapma planını, çöpe atmak zorunda kaldılar. Ama asıl kazanım, kitlelerin bilincinde yarattığı sıçramadır. Sistemin empoze ettiği şeyleri yıkarak, yeniden paylaşım, dayanışma, kolektivizm duygusunu yaşatması, kitlelerin kendine güvenini arttırmasıdır.
Başta CHP olmak üzere muhalif tüm partiler, AKP’nin kitlelerin ayaklanmasıyla değil de, seçimle gitmesi için ellerinden geleni yaptı… Çünkü kitle hareketi bir sel gibi önüne geleni yıkıp geçtiğinde, ne CHP ne de diğerleri karşısında durabilirdi. Devrimin kendisi değil, olasılığı bile, hepsinin eteklerini tutuşturmaya yetti. Kitleleri sokaktan çekip umutlarını yeniden sandığa bağlamaları için vargüçleriyle çalıştılar. Gezi sonrası seçimlere katılım çok yüksek oldu, ama halkın oylarına bile sahip çıkamadılar.
Buna karşın AKP hükümeti, Gezi direnişiyle birlikte her yönden zor günler yaşadı. Direniş ekonomik olarak da hükümeti sarstı. En başta turizmi ciddi oranda etkiledi. Ama asıl olarak siyaseten güç kaybettiler. 2002 yılından itibaren “demokrasi” havariliği yaparak ve rakiplerine darbeler indirerek güçlenen AKP, en ciddi darbeyi Gezi direnişinde yedi. Gezi sonrası AKP’nin aşağı doğru inişi başladı. Bunu hileli seçimlerle, katliamlarla, savaşla durdurmaya çalışsa da, bir daha eski kitle desteğine ve siyasi gücüne ulaşamadı.
Direnişten bize kalması gereken…
Konunun başında da belirttiğimiz gibi direnişin en zayıf yönü örgütsüz-önderliksiz oluşuydu. Direnişin kendiliğinden başlayıp kendiliğinden bitmesinin ana sebebi budur. Tarihte de birçok halk ayaklanması, hatta devrimler bile, kendiliğinden başlamıştır. Önemli olan, sonrasında kimin önderlik ettiği, hareketi nereye yönlendirdiğidir… Bizde ne yazık ki, komünist ve devrimcilerin gücü, halk hareketini yönetmeye, yönlendirmeye yetmedi.
Haziran Ayaklanması’nın “devrim” olarak tanımlanamayacağı açıktır; fakat hazır olunmadığında, kitleler ayaklansa bile devrime yolaçmayacağı da, bir o kadar gerçektir… O dönem çıkan “İhtilalci Komünist”in manşeti (Temmuz 2013 tarihli sayı); “Haziran Ayaklanması’nın en önemli mesajı: Örgütlenelim, silahlanalım” olmuştur. Direnişin dersleri sıralanmış, kendimize dair eksiklikler de belirtilerek yeni ayaklanmalara hazırlıklı olmanın önemi vurgulanmıştır. (Geniş bilgi için Yediveren Yayınları’ndan çıkan, “Bu daha başlangıç DAHA FAZLA HAZİRAN” kitabına bakılabilir.)
Marks “Fransa’da Sınıf Savaşımları” adlı eserinde; “devrim, kuvvetli ve birleşik bir karşı-devrimi yaratarak ilerler” der. “Yani devrim, düşmanı gitgide daha aşırı savunma tedbirlerine başvurmaya zorlar ve böylece daha güçlü saldırı vasıtaları bulur” diye devam eder.
Gezi sonrası Türkiye egemenlerinin yaptığı bu oldu. Daha fazla saldırganlaştı, hak ve özgürlükleri gaspetti, tutuklama ve katliamlarla ayakta durmaya çalıştı. Fakat binlerce yıllık insanlık tarihi göstermiştir ki, egemenler zulümlerini ne kadar arttırırlarsa arttırsınlar, yıkılmaktan kurtulamazlar.
Lenin’in 1905 Devrimi’nden çıkardığı dersler, bizim için de geçerlidir: “Gericilik, barikatlara, kalabalığa ve binalara kurşun yağdırmaktan öteye gidemez. Ama devrim, Moskova gönüllü çarpışma birimlerinden çok daha ileriye gidebilir.” Bizim de Haziran’dan daha ileriye gidebilmemiz gerekmektedir. 1917 Devrimi, bu dersler üzerinden gerçekleştiyse, Türkiye devrimi de Haziran gibi ayaklanmaların dersleriyle donanarak, onun eksikliklerini aşarak gerçekleşecektir…
Dipnotlar
* Bu isimler, 15 Temmuz sonrası “FETÖ”cü damgası yiyerek görevden alınacaktı. Hatta Gezi Parkı’na saldıran polis ve zabıtaların da FETÖ’cü olduğu söylenecek, Gezi Direnişi’ni AKP politikaları değil de FETÖ’nün provokasyonu tetiklemiş gibi sunacaklardı.
** Direnişin ilk günlerinde belirlenen üç talep vardı: 1- Gezi Parkı başta olmak üzere Taksi projesi tümden iptal edilsin ve kamuoyuna açıklansın. 2- Gözaltına alınanlar derhal serbest bırakılsın, yaralıların tedavisi yapılsın. 3- Kitleye şiddet uygulayan polisler ve emri veren Vali, Emniyet Müdürü görevden, alınsın, haklarında soruşturma başlatılsın.
*** Komünistler kitlelerin düzen-içi taleplerini de sahiplenirler. “Hükümet istifa” böyle bir taleptir. Fakat gerçek kurtuluşun devrimde, sosyalizmde olduğunu sürekli işlerler. Yani hükümeti değiştirmenin yetmeyeceğini anlatırlar. Ama bu gerçeğin, kitlelerin kendi özdeneyimleriyle bilince çıkarılmasına ihtiyaç vardır. Bunu da ancak hükümeti devirdikten sonra anlayabilirler. Diğer yandan kitleler mücadele ile hükümeti devirmeyi başardığında, kendi güçlerine büyük güven duyacaklar ve sonraki hükümetlere karşı da bu özgüvenle hareket edeceklerdir. Hükümeti deviren bir halkın gücü, tüm düzen partilerinin en büyük korkusudur. Tüm bunlardan dolayı yanlış olan, “hükümet istifa” sloganı değil; hükümetle devleti (iktidarı) aynılaştırmak veya hükümetin halkın gücüyle devrilmesini istememek, ya da o kesitte hükümetten yana olmaktır.