Gezi davasının 25 Nisan’daki karar duruşmasında ağır cezalar çıktığında, Ahmet Şık’ın yaptığı öfkeli konuşma dikkat çekiciydi. Gezi Direnişi’ne katılan milyonlarca insanın neden duruşmalara gelmediğini, destek vermediğini sorguluyordu Ahmet Şık. Ve gelmeyen insanlara olan tepkisini ifade ediyordu.
Eğer bu konuşma tekil-istisnai bir durum olsaydı, “dostlarını hapse göndermenin acısıyla kastını aştı” der geçer, üzerinde durma ihtiyacı duymazdık. Ancak konuşmada kullanılan sözler ve yargılar Ahmet Şık ile sınırlı değil. Hem mahkeme sonrasında yapılan açıklamaların önemli bir kısmında aynı vurgular vardı; hem de çok daha geniş bir kesim bu içerikteki söz ve yargıları rahatlıkla ve pervasızca kullanabiliyor.
Kitlelere karşı sorumluluklarını unutan “muhalefet önderleri”nin ya da zaten kendini kitlelerin üzerinde gören “aydın kibri”nin sembolüydü bu konuşma. Bu nedenle üzerinde durma, sınıf mücadelesinin en temel bazı gerçeklerinin altını çizme ihtiyacı duyduk.
“Bu kararın alınacağını biliyorduk”
Konuşmada vurgulanan cümlelerden birisi buydu. “Karar belliydi!”
Oysa kararın bu kadar sert çıkacağını kimse beklemiyordu. Genel beklenti, Osman Kavala’nın “yattığı kadar”ının cezaya dönüştürülerek kısa zamanda tahliye edileceği, diğerlerinin de sembolik cezalar alacağı yönündeydi. Tam da bu nedenle, cezalar açıklanınca yaşanan şok büyük oldu; Ahmet Şık ve diğerleri de bu şokun etkisiyle, öfkeyle konuştu.
Gerçekten bu kadar ağır cezalar bekleniyor olsaydı, mahkemeye böyle rehavet içinde gidilmezdi. “Karar belliydi, neden buraya kitle yığılmadı” diye soran Ahmet Şık’a biz de şöyle soralım: Madem karar belliydi, sen neden kendi partini harekete geçirmedin? Çok basit bir soru bu: İstanbul’da TİP’in kaç üyesi var, o gün mahkeme salonunda ya da Çağlayan Adliyesi önünde kaç TİP’li vardı?
Benzer biçimde, bu kararların çıkacağı bekleniyorduysa, kitleleri mahkeme önüne yığmak için Taksim Dayanışması hangi kararı aldı, nasıl bir çalışma yürüttü?
Karardan yaklaşık bir ay sonraki Gezi yıldönümü eylemine bakalım: Gerçekten kitleye çağrı yapılınca, bu doğrultuda bir çalışma olunca, kitleler de eylem alanına geliyorlar. 31 Mayıs günü, TMMOB’un sokağında, İstiklal Caddesi’nde ve meydanda binlerce, belki de onbinlerce insan yığılmıştı. Mahkeme öncesinde benzer bir çalışma yürütülmüş olsaydı, o binlerce kişi Çağlayan Adliyesi’ne de koşardı. Zaten koştular da; ama bu kadar beklenmedik ve ağır tutuklama kararlarının çıkmasının ardından. Haber duyulunca Adliye’ye giden ve orada saatler boyunca bekleyen, geceye kadar nöbet tutan kitleye, öncesinden etkili bir çağrı yapılmış olsaydı, sabahtan orada olurdu.
Kimse kendi eksikliğini kitlelere yüklemeye kalkmasın! “Kitleler duyarsız” diyerek kendi reformist yüzünü gizlemesin! Kitleler kavradıkları sorunlara karşı, zannedilenden daha fazla duyarlılar. “Önderleri” doğru bir politikayla ve zamanında harakete geçtiğinde, onlar da harekete geçiyorlar. Tıpkı 2013 Mayısında, iki kere üstüste saldırıya uğramalarına rağmen Gezi Parkı’nı korumaya çalışan bir grup insanın yanına koştukları, yüzbinler, milyonlar olup sokaklara aktıkları gibi…
“Düşman” kavramı yer değiştirirse
Aslında Ahmet Şık’ın konuşmasındaki en önemli bölüm, neden insanların gelmediğini sorguladığı bölüm değil. Bundan daha önemli ve tehlikeli olan, “Ben mahkeme heyetine kızmıyorum, onlar görevlerini yapıyorlar; ben destek için mahkemeye gelmeyenlere kızıyorum” cümlesidir.
Bu yaklaşım ve ifadeler, ne anlama geldiği çok da farkedilmeden, zaman zaman başkaları tarafından, başka durumlarda da kullanılıyor. İlk söylendiğinde, kulağa “mantıklı”da gelebiliyor. Öyle ya, “düşman” kendi görevini layıkıyla yapıyor; “dostlar” da görevlerini doğru biçimde yapsalar, işler böyle gitmez! Ancak konu bu kadar basit ve yüzeysel değil.
“Öfke”nin nereye yöneltileceği önemlidir. “Dost”a öfkelenmek doğru bir yaklaşım değildir. “Öfke”, doğrudan ve her zaman “düşman”a yöneltilmelidir; “dost”un payına düşen “eleştiri”dir, “uyarı”dır, “ikna”dır…
Yaşanan sorunlara ilişkin genel olarak kime kızıyoruz, en çok kimle hesaplaşıyoruz, başarısızlıklarda ilk kimi sorguluyoruz? Bu soruların cevaplarını iyi düşünelim. Muhalif saflarda yer alan biri, her seferinde “düşman”ı bırakıp “dost safları”ndan birilerine yöneliyorsa, burada göründüğünden daha büyük bir sorun var demektir.
Özellikle devletin saldırılarının daha sistemli ve yoğun olduğu, devrim cephesinin ise güç ve inisiyatif kaybettiği dönemlerde (tıpkı bugün olduğu gibi); yöntem “düşmanı anlamak-dosta öfkelenmek” olduğunda, farketmeden “dost-düşman” kavramları yer değiştirir. Hiç farkına bile varmadan, düşmanın saldırılarını “meşrulaştıran”, gücü önünde psikolojik olarak teslim olan; yaşanan sorunlara ilişkin tüm tepkisini halkın sessiz kalışına yöneltmeye alışan bir yaklaşım çıkar ortaya.
Son dönemde bu üslubun giderek daha hakim hale gelmesi önemli bir sorundur. Nazım’ın ünlü şiirindeki “Söylemeye dilim varmıyor ama / Kabahatin çoğu senin, canım kardeşim” dizeleri, bu yargılayan üsluba dayanak hale getiriliyor. Ancak, Nazım’ın tarzı ile, bugün yaygın bir yargılamaya dönüşen bu yaklaşım arasında özsel farklar var. En başta Nazım “kabahatin”, tümünü değil “çoğu”nu yüklüyor karşısındakine; sonra “canım kardeşim” diyerek eleştirisini dostça ve sahiplenici bir hale getiriyor. Yanısıra, Nazım’ın şiirleri genel olarak bu üslupta, bu sözleri tekrarlayan şiirler değil; tam tersine daha coşkun, sınıf kini daha güçlü, daha umutvar şiirlerdir. O yönüyle Nazım’ın “Akrep gibisin” şiiri, kitlelere öfkeli bir saldırganlık değil, acı ve keder duyguları öne çıkan “naif” bir sitemdir. Bir yanıyla da halkı sarsmak, kendi gerçeğiyle yüzleşmesini sağlamaktır.
Bugün giderek daha fazla karşılaştığımız “ben devlete öfkelenmiyorum, onlar görevlerini yapıyorlar; ben bizimkilere öfkeleniyorum” sözü ise, doğrudan suçlayan, “kabahatin” kendine düşen payını yok sayan, saldırgan öfkeli bir tutumdur. Sözün muhatabını değil, sahibini yakıp kavuracak olan bir öfkedir bu; ve asıl olarak bu sözleri kullananlar için tehlikelidir. Genellikle kitlelere, muhalif kesimlere, devrimcilere giderek daha fazla güvensizleşenlerde, kendisinin mücadeleden kopuşunu meşrulaştırmak isteyenlerde, düzen içinde kendi yerini yapmaya çalışanlarda, reformistleşenlerde görülmektedir. Bu nedenle çok rahat kullanılmaması, kullananların uyarılması gereken sözlerdir.
Gezi direnişi “anma” değildir
Gezi davasında ağır cezalar verilmesine duyulan tepkiyle, daha kitlesel ve militan geçen bu yılki Gezi Direnişi yıldönümünü dışında tutacak olursak; son yıllarda Gezi’nin yıldönümleri ve mahkemeleri daha az insanla ve daha sembolik eylemlerle karşılanıyordu. Ve elbette bu durumdan, yine “duyarsız kitleler” sorumlu tutuluyordu. Oysa, kitleleri bu direnişten uzaklaştıran unsurlara bakmak gerekir. Gezi Direnişi’nin bir “anma” olarak kodlanması, bunlardan biridir.
Son yıllarda Gezi Direnişi için kullanılan sloganlarda, pankartlarda öne çıkartılan “direniş” değil, “şehitler” oluyor. (Hatta giderek bunun kapsamı genişletildi; mesela son 8 Mart’ta yaygın biçimde “anma” kavramı kullanıldı; “kadınlar şehit düştüğü için”, 8 Mart’ın bir “anma” olduğu ileri sürüldü)
Bu, bilinçli ve ideolojik bir tercihtir. Ülke genelinde 13 milyon kişinin sokaklara döküldüğü, 15 gün boyunca İstanbul’un kalbinde (ve bir çok kentin merkezinde) “komün” kurulduğu, her kesimden insanın biriken öfkesinin devlete akıtıldığı, başta Taksim Meydanı’nın talandan kurtarılması olmak üzere hem somut hem psikolojik pek çok kazanımın elde edildiği bir direnişte, direnmenin kazanımları değil, şehitlerin varlığı öne çıkarılıyor.
Her direnişte, sınıf mücadelesinin her etabında şehitler olacaktır, bu, mücadelenin doğasıdır. Ve tabi ki, şehitleri unutmamak, anmak gerekir. Ama hangi olay için “anma”, hangisi için “kutlama” yapacağımız net belirlenmelidir. (Aslında bellidir de, son yıllarda muğlaklaştırılmaya çalışılmaktadır) Daha önemlisi, sınıf mücadelesi tarihine kazılmış günlerin yıldönümlerinde “anma”yı değil, “direniş”i öne çıkarmak gerekir. Gelecek kuşaklara aktarılması gereken; o direnişin anlamı, nasıl geliştiği, sınıf mücadelesine kattıkları, çıkartılacak dersleri olmalıdır.
1 Mayıs, yaklaşık 150 yıllık geçmişi boyunca ve dünyanın her bir ülkesinde onlarca şehit pahasına elde edilmiş çok büyük bir sınıfsal kazanımdır ve her yıl coşkuyla kutlanır. 8 Mart benzer biçimde yüzlerce emekçi kadının ölümüne yol açmış büyük bir direniştir ama sonrasında kadın hakları yönünden çok önemli kazanımlar elde edilmiştir, o da her yıl tüm dünyada görkemli biçimde kutlanır. Keza 8 Mayıs günü, Rusya başta olmak üzere pek çok yerde Nazizmin yenilgisinin, sosyalizmin zaferinin kutlaması yapılır; üstelik bu zafer milyonlarca insanın şehit olmasıyla kazanılmıştır. Ülkemizden örnek vermek gerekirse, 15-16 Haziran, ya da Gazi, şehitler pahasına gerçekleşen direnişlerdir; bunların yıldönümlerinde şehitleri anarız ama asıl olarak direnişi öne çıkarırız.
“Zafer’in beyaz eldivenleri, ütülü elbiseleri yoktur; ‘zafer’in ayakları parçalanmış, elleri kan içindedir” denir. Acı çekmeden zafer kazanılmaz; ancak sınıf mücadelesini ileriye götüren, tarihi değiştiren, çekilen acılar değil; bu acıların üzerinden kazanılan zaferlerdir.
Gezi Direnişi’ni bir “anma”ya çevirmek, kitlelerin bilincinde Gezi’nin kazanımlarının değil, acılarının yayılmasını sağlar. Özellikle Haziran Ayaklanması’nı yaşamamış genç kuşaklar için, “yapılan eylemlere polis saldırmış, gençler öldürülmüş”e darlaştıran bir algı oluşturur. Gelecek kuşaklara “Haziran günleri”nin coşkusu, kararlılığı, militanlığı, azmi, paylaşımı, üretkenliği değil; ölümün korkusu, kayıpların acısı aktarılmakta, bu acılar büyüyerek yeniden üretilmektedir. Kitlelerin gücü ve devrimin coşkusu değil, devletin gücü, saldırıların pervasızlığı bilinçaltına kök salmaktadır.
Bu söylemlerle kitleler “Gezi ruhu”ndan adım adım uzaklaştırılır, bilinçler çarpıtılır, korku yayılırken, yıldönümlerine neden gelmedikleri için eleştirilmektedir. Üstelik geniş kitleleri yıldönümlerine çağırmak için özel bir çalışma yapılmadığı, gelenleri de tatmin etmeyen “basın açıklamaları”ya geçiştirildiği halde…
Kitlelere “önderlik” etmek gerekir
Herhangi bir gelişme olduğunda, kitlelerin neden harekete geçmediğini sorgulamak en kolay, ama en yanlış yöntemdir. Kolaydır; çünkü sorumluluğu üzerinden atmaktadır. Yanlıştır; çünkü kitleler kendi kendilerine harekete geçmezler.
“Kitlelerin kendiliğinden hareketi” kavramı bile, çok konuşulan, ancak genellikle doğru kullanılmayan bir kavramdır. Birincisi, en “kendiliğinden” hareket bile, nesnel koşulların olgunlaşmasının yanı sıra önceki direnişlerin birikimi, geçmişin devrimci mirası üzerinden yükselir. İkincisi, o koşulda bile, kitleyi harekete çağırmak, hedef göstermek önemlidir.
Daha önemlisi, yıllar boyunca sistemli biçimde pasifize edilen, sokaklardan uzak tutulan, “kitle kırılır”, “kıyım yaşanır” gibi devletin gücünü abartan ya da sınıf mücadelesinin gerçeklerine yabancı sözlerle eylemsizliğe sürüklenen, ideolojik olarak reformizmle kuşatılan kitlelerin harekete geçmesi, çok daha zor, daha sancılı bir emek sürecini gerektirir. Bu kadar kronikleşen durumu değiştirmek hiç kolay değildir ve olmayacaktır.
Marksizm-Leninizm bir bilimdir ve kitlelere dışarıdan verilir. “Kendiliğinden bilinç”in yapabilecekleri de sınırlıdır ve tıkanma noktaları vardır. Bu nedenle kitlelerin kendiliğinden hareketine umut bağlamak, bu hareket ortaya çıkmadığında da kitleleri sorumlu tutmak, daha ileri gidip azarlamak, öfke duymak anlamsız ve yanlıştır. Sorumluluk “önderler”de, asıl olarak da “devrimci önderlik”tedir; bu bilinçle, görevleri omuzlamak gerekir.