TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nde bulunan ve “Devrim Günceldir” adlı kitapta da yeralan bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.
Giriş
Gerek dünyada gerekse ülkemizde son 20 yıla damgasını vuran faşist-gerici rejimlere, kitlelerin tepkisinin giderek arttığını görüyoruz. Siyaseten dinci-gericiliğe; ekonomik olarak ise, neo-liberalizme (onun önemli ayağı olan özelleştirmeye) karşı mücadele yükseliyor. Yıllar önce allayıp-pullayarak kitlelere sunulan bu politikaların ağır sonuçlarıyla karşı karşıya kalan geniş kesimler, “artık yeter” diyor; bu şekilde yaşamak istemediklerini eylemleriyle ortaya koyuyor.
Kitlelerin öfkesi eylemli bir hal alınca, yeniden “kamuculuk” “laiklik” “sosyal-devlet” söylemleri öne çıkmaya başladı. Geçmişte özelleştirmeyi savunan burjuva partiler bile, bugün özelleştirmeye karşı görünme ihtiyacı duyuyorlar. Sosyal-demokrat partiler ise, özelleştirilen kurumları yeniden kamulaştıracakları vaadinde bulunuyor.
Ülkemizde CHP’nin biraz zorlanarak da olsa “neo-liberalizme karşı” olduğunu açıklaması, “5’li çete” ile sınırlasa da “kamulaştırma”dan sözetmesi, bu dalganın yansımasıdır. Reformist partiler ise, uzun bir süredir “kamulaştırma”yı adeta tek çözüm olarak sunuyorlar. Onlar emperyalist-kapitalist sisteme değil, onun günümüzdeki tezahürü olan “neo-liberalizme” karşılar. “Sosyalizm” adına savundukları ise gerçekte “devlet kapitalizmi”dir.
Dünyada ve ülkemizde dinci-gericiliğe, neo-liberalizme, onun sonuçlarına karşı kitlelerin tepkilerin yükselmesi ileri bir gelişmedir. Burjuvazi ise, kitlelerin öfkesinin devrimci kanallara akmasını istemediği noktada, bu türden, kitlelerden destek alacak “kamucu” söylemleri yükseltmektedir.
Bu noktada, 2000’lerin başında Latin Amerika’da esen “halkçılık” rüzgarının, yanısıra Avrupa’da sol partilerin seçim zaferlerinin, kitlelerin taleplerini karşılamaktan ne kadar uzak kaldığı unutulmamalıdır.
Türkiye’de seçimler yaklaşırken kitlelerin AKP-MHP blokuna tepkisi, reformist sol tarafından düzen-içi çözümlere yönlendiriliyor. Oysa kitlelerin taleplerini karşılayacak tek sistem sosyalizmdir; bunun da yolu parlamentoda koltuk sayısını arttırmaktan değil, devrim için mücadeleyi yükseltmekten geçer. Kitlelere devrim ve sosyalizm dışında bir çözüm sunmak, onları aldatmaktır. Bugüne kadar yaşanan deneyimler, devrimsiz “halkçılık” olamayacağını ortaya koymuştur.
Yayınevimiz tarafından çıkarılan “Devrim Günceldir” kitabında yeralan “halkçılık”la ilgili bölümü, güncel duruma yanıt verdiği ve çözümü gösterdiği için kısaltarak yayınlıyoruz.
* * *
Reformist dalga umut olmadı
1990’ların ortalarından itibaren komünist ve devrimci örgütler, ulusal kurtuluş hareketleri güç kaybetmeye başlamıştı. Ancak örgütlerin güç kaybetmesi ya da yok olması, kitle hareketlerinin yok olması anlamına gelmiyordu.
Kapitalizmin vahşi sömürüsü dizginsizce sürüyor, baskı ve terörü pervasızca devam ediyordu. Ve dünyanın farklı bölgelerinde kitleler, sisteme karşı tepkilerini bir biçimde ortaya koyuyordu. Ekonomik, siyasi baskılara karşı sokaklara çıkıyor, büyük gösteriler düzenliyor, ayaklanmalar gerçekleştiriyordu. Kitlelerin bu kendiliğinden hareketlerinin her yükselişi, kimi zaman devletin ağır saldırıları ile yenilgiye uğruyor; kimi zaman da sürece yayılarak sönümleniyordu. Devrimci ya da ML önderlik olmadığında, önemli kazanımlar, köklü dönüşümler elde edemiyordu.
Bu koşullarda kitlelerin karşısına reformist önderlikler çıktı-çıkartıldı. Özünde burjuva ideolojisi olan reformizm, kendiliğinden kitle hareketlerini düzeniçi kanallara akıtma görevini üstlendi. Kitlelerin sosyalizme olan özlemlerini “sol” söylemlerle ve “sosyalizm” vurgularıyla reformizme yedeklemeye çalıştılar. Devrimcilerin, komünistlerin zayıfladığı koşullarda, bu söylemlerle kitle tabanını genişletip giderek güçlendi.
2000’li yıllarda yükselen halk hareketlerini en yoğun biçimde etkileyen iki temel akım ortaya çıktı: Biri Latin Amerika Bolivarcılığı; diğeri Avrupa solculuğu… Bu iki akım, özünde reformizmin farklı biçimleriydi. İkisi de geniş kitlelere “umut” olarak pazarlandı; doğdukları toprakları aşarak, dünyanın farklı bölgelerinde bir beklenti oluşturdu. Ve yine mücadele içinde, çok hızlı biçimde ikisinin de maskesi düştü; maskenin arkasındaki burjuva ideolojisi kısa sürede görüldü.
Latin Amerika’da halkçı perde yırtıldı
Latin Amerika ülkeleri, 2000’lerin ilk yıllarında Bolivarcı dalga ile güçlenmiş, parlamıştı. Venezüella Devlet Başkanı Hugo Chavez’in “21. yüzyıl Sosyalizmi” adını verdiği program, Latin Amerika ülkelerinin büyük bir bölümünü etkisi altına aldı.
1999-2009 arasındaki yıllar, Latin Amerika kıtası genelinde sol rüzgarların estiği, sosyalizm söylemlerinin yükseltildiği yıllar oldu. Ancak bunun esas nedeni, Chavez’in çabası ve politikaları değil, kitle hareketinin gücüydü. Tıpkı Venezüella’da olduğu gibi ekonomik kriz, kimi ülkelerde ayaklanmalara, kimi ülkelerde büyük protestolara yol açmıştı. Yükselen bir dalgaydı bu; ve egemen sınıflar için büyük bir tehdit oluşturuyordu.
Bu tehdidi gören egemen sınıflar, bir devrimle ellerindekini tümden kaybetmektense, bir süreliğine kitleleri rahatlatacak kimi adımlar atmayı tercih ettiler. Bu koşullarda hükümetler değişti; sol söylemli adaylar seçimleri kazandı, yeni hükümetler kurdu. Bu hükümetlerin herbiri, kitlelerin onayını alan bazı adımlar atsa bile, hiçbir zaman sistemin özüne dokunmadılar, egemen sınıfların asıl kar alanlarını korudular, kitlelerin yaşamsal ihtiyaçları konusunda kısmi düzeltmeler yapmanın ötesine geçmediler… Onların yönetim döneminde bile, kitleler en basit haklar için eylemler yapmaya devam etmek zorunda kaldı.
Latin Amerika’daki “sol” dalga 1999 yılında Venezüella’dan yükselmişti. 2009 yılında bir ABD darbesiyle Honduras Devlet Başkanı Manuel Zelaya’nın görevden alınması ile bu dalga kırıldı. Ardından ABD bütün gücüyle Latin ülkelerini geri kazanmak için harekete geçti. Honduras darbesiyle eşzamanlı olarak Kolombiya’da yeni ABD askeri üsleri kuruldu. Yanısıra ekonomik ambargolardan seçim hilelerine kadar her yöntemi kullanarak, kıta üzerindeki ekonomik, siyasi, askeri saldırıları büyüttü.
Ancak bu ülkelerdeki “geri dönüş”lerin nedeni, ABD’nin saldırıları değildi. Sol yönetimler kitle direnişlerinin üzerinde yükselmiş; faşist-ABD’ci-IMF’ci yönetimlere öfke duyan kitlelerin oyları ile seçim kazanmışlardı. Verdikleri sözleri tutmadıkları, kitlelerin yaşam koşullarında köklü iyileşmeler yaratmadıkları, egemen sınıfların baskı ve sömürüsünü sürdürmelerine olanak tanıdıkları için kitle desteklerini kaybettiler.
Buna karşın Venezüella’da Hugo Chavez’in 2000’lerin başından itibaren uyguladığı politikalar, kullandığı argümanlar ve anti-ABD’ci tutumu, ülkemizde bir çok kesim tarafından “sosyalizm” olarak tanımlandı, onaylandı. Ancak ne Hugo Chavez sosyalistti, ne de yaptığı sosyalist uygulamalardı.
Bugün artık Venezüella’nın “sosyalist” olduğunu savunanların sayısı epeyce azalmıştır. Bunda, Venezüella başkanı Maduro’nun Erdoğan ile kurduğu ilişkinin, Erdoğan’a dönük övgülerinin de payı vardır. Ancak asıl neden, Venezüella’da uygulanan ekonomi-politikanın yetersizliğinin, etkisizliğinin ve yanlışlığının ortaya çıkmış olmasıdır.
Üstelik başından itibaren kapitalist devlet aygıtını parçalamayan, burjuvaziyi tamamen mülksüzleştirmeyen, özel mülkiyet ilişkilerine darbe vurmayan, emperyalist sistemden kopmayan bir yönetim tarzına “sosyalist” denmiş olması (ki bunlar arasında kendilerine “ML”, “komünist” diyenler vardır), bu örgütlerin “sosyalizm” ufuklarının ne kadar “düzeniçi”leştiğini, devrim fikrinden ne kadar uzaklaştıklarını göstermektedir.
Latin halklarının tarihi, yüzlerce yıl süren bir mücadele tarihidir. Önce sömürgeci İspanya’ya, ardından emperyalist ABD’ye karşı bir varlık-yokluk savaşı verdiler. “Bağımsızlık”larını kazandılar, ancak bu defa Amerikan uşağı diktatörlüklerin kıskacına girdiler. Buna karşı verdikleri devrimci mücadele bütün dünyayı sarsınca, egemenler başka yöntemleri devreye soktular. Yenilgiye rağmen direniş bitmediği için, bu defa “Latin Amerika solculuğu-Bolivarcılık” sürüldü önlerine, alternatif olarak… Kitlelerin ayaklanmalarını durdurmak, devrimin önünü kesmek için; burjuvazinin göz yumduğu, dahası önünü açtığı bir biçimde…
“Bolivarcı” yöneticiler, görünürde kitlelerin, gerçekte ise burjuvazinin çıkarlarını savunmak için başa geçmişlerdi. Reformizmin güncellenmiş bir türeviydiler. Ve reformizmin doğal evrimini yaşadılar. Önce kitlelere bir umut olarak sunuldular; sonrasında kitleler gerçek yüzlerini görüp onlardan uzaklaşınca, burjuvazi için de kullanım değeri kalmadı, işleri bitti ve çöpe atıldılar. Sonuçta “Bolivarcı Devrim”in ömrü kısa sürdü; ancak kitlelerin daha iyi yaşam özlemleri, sömürüye ve baskıya karşı direnişleri bitmedi.
Avrupa’da reformizm yenildi
Latin Amerika’da “sosyalizm” dalgası geriye çekilirken, bu defa Avrupa’dan reformizm dalgası yükseltildi.
Latin Amerika ülkelerinde solcu başkanların artık seçimleri kaybettiği ya da Amerikancı darbelere maruz kaldığı bir dönemde, Avrupa reformizmi yükselişe geçmişti. Ve “parlamenter yoldan devrim” vadeden Avrupa reformizmi, Latin “sosyalizmi”nden birkaç adım geriyi ifade ediyordu.
Latin Amerika solculuğunda “sosyalizm” söylemleri ve eski devrimci-gerilla önderleri öne çıkmıştı; kitleleri maniple etmek için bunlar etkili biçimde kullandılar. Avrupa reformizminde ise, bunlara bile ihtiyaç duymadılar. Hafif muhalif-solcu söylemler ve genç-parlak-eğitimli kadrolar, Avrupa reformizminin temsilcileri olarak sivrildiler. Yunanistan’da Çipras (Syriza), İspanya’da Iglesias (Podemos) bu akımın sembolleri oldu.
Üzerlerinde yükseldikleri zemin ise, 2011’deki Arap isyanlarının ardından Avrupa’da ortaya çıkan büyük kitle dalgasıydı. Özellikle İspanya, Yunanistan gibi ülkelerde, kitleler günler boyunca meydanları işgal ettiler, genel grevler, direnişler gerçekleştirdiler. Ekonomik ve siyasi baskılardan bunalan kitlelerin önüne, bu defa reformistler “çözüm” olarak çıkarıldı.
Çipras ve Podemos başta olmak üzere Avrupa reformistlerinin asıl görevi sisteme karşı mücadele ediyor gibi görünerek sistemden hoşnutsuz olan kesimleri sisteme entegre edebilmekti. Bunu çok yönlü olarak başardılar.
En başta, sisteme karşı hoşnutsuzluğu fazla ve arayış içinde olan gençleri etkilediler. Genç işsizliğin en yoğun olduğu, gençlerin gelecek kaygısının derinleştiği, parlamentodaki partilerden ve genel olarak parlamentodan umudunu kestikleri bir dönemde, bu gençlere tek çıkış olarak yeniden parlamentoyu gösterdiler. Kapitalist sistemin hem en önemli sembolü, hem de en çürümüş kurumu olan parlamento, bu partiler üzerinden kendisini aklamış oldu. Sistem-dışı arayışların giderek arttığı bir dönemde, bu partiler, kitleleri burjuvazi için “tehdit” olmaktan çıkardı.
İkincisi, asıl oy tabanlarını, kendilerinden daha “sol”da bulunan partilerden alarak oy patlamaları gerçekleştirdiler. Böylece “komünist” ya da “sosyalist” etiketli eski güçlü partileri marjinalleştirdiler ya da parlamento dışına düşürdüler. Yunanistan’da Albaylar Cuntası’na karşı direnişin içinden doğan PASOK, İspanya’da İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) gibi… Bu partiler zaten komünist ya da sosyalist değildi ve geçen yıllar içinde gerçek yüzleri kitleler tarafından görülmüştü. Dolayısıyla burjuvazi açısından kullanma süreleri dolmuştu. Onların yerine “yeni” ve genç yüzleri devreye soktular.
Üçüncüsü, en ağır saldırı programları, “sol” hükümetlerle daha rahat gerçekleştirildi. Çünkü “sol” hükümetler, kitleleri maniple etme, dikkatlerini dağıtma, mücadele azmini zayıflatmada, çoğu zaman faşist bir hükümetten daha başarılıdır. Ayrıca büyük bir kitle direnişi üzerinden yükselmiş, kitlelerin oyunu-onayını almış bir hükümet, burjuvazinin politikalarını hayata geçirebilmek bakımından daha fazla tercih edilir.
Dördüncüsü, mücadelenin yüksek olduğu, kitlelerin hareketli ve sokakta olduğu ülkelerde, parlamenter bir “alternatif”, burjuvaziye geçici bir soluklanma olanağı sağlar. “Umut” olarak piyasaya sürülen reformist parti, bir beklentiye ve sokak eylemlerinde, direnişlerde kısmi bir azalmaya yol açar. Bu durum burjuvaziye zaman kazandırır; nefes alma olanağı verir.
2010’larda Avrupa’da yükselen reformist hareketler, burjuvaziye tüm bu cephelerde oldukça faydalı “hizmet” ettiler. Kitle hareketlerinin devrimci birikimlerini parlamentarizmin potasında erittiler. Misyonlarını yerine getirdiler ve sonrasında kaybolup gittiler. Ancak onların, yıldızlarının parladığı dönem boyunca sadece Avrupa’da değil, dünyanın pek çok bölgesinde önemli bir etki yarattığını da belirtmek gerekir.
Mesela Türkiye’de hem HDP’nin hem de ÖDP’nin, tıpkı Syriza gibi seçimlerde patlama yapma hayalleri şaha kalktı. Keza ilk “başkanlık seçimleri”nin yapıldığı dönemde, kitlelerde bu seçimlere karşı büyük bir tepki ve yeni sistemi reddeden bir tutum varken, HDP’nin Selahattin Demirtaş’ı “başkan adayı” yapması, oy kullanmaya gitmeyecek olan geniş bir kesimi sandığa çekti; böylece sistemi de meşrulaştırmış oldu.
Elbette bu dönemin de sonuna gelindi. İşçi ve emekçiler, Avrupa reformizminin gerçekte burjuva politikasının bir parçası olduğunu, çok acı deneyimlerle öğrendiler.
Devrimsiz “halkçılık” olmuyor
Gerek Latin Amerika “sosyalizmi”, gerekse Avrupa “reformizmi”nin kitlelere dönük vaadi, “halkçı” politikalar izlemek üzerine şekillenmişti. Seçim programlarında da bu vardı, söylemlerinde, hatta kimi zaman icraatlarında da.
Ancak bu durum bir kafa karışıklığı yaratıyor. “Halkçı” olmanın, “halkçı iktidar”ın kriteri nedir?
I.Emperyalist Savaş sonrasında dünya genelinde bir çok ülkede “halkçı” iktidarlar başa gelmişti. O ülkelerde gerçekten de kitlelerin yaşam koşullarında önemli iyileştirmeler gerçekleştirilmiş, “halk”ın ekonomik-siyasi talepleri büyük oranda karşılanmıştı. Bugün ise bu türden söylemler, asıl olarak kitleleri “kandırma”ya, dikkatleri dağıtmaya hizmet ediyor; halkçı yönetimler döneminde de işçi ve emekçilerin yaşam koşullarında kayda değer iyileştirmeler yaşanmıyor çünkü. Hatta çoğu kez eskisinden daha kötüye gidiyor. Böyle olmasının nedeni, iki dönem arasındaki farklılıklardır. II. Emperyalist Savaş sonrasının “halkçı”lığı ile, 2000’li yılların “halkçı”lığı arasında özsel farklar sözkonusudur.
Bulgaristan devrimine önderlik eden ve bir dönem Komüntern’e başkanlık yapan Dimitrov, “Halk Demokrasisi” devletlerinin en önemli özelliklerini şöyle sıralıyor: 1- İşçi sınıfının önderliği altında olması ve halkın büyük çoğunluğunun egemenliğini temsil etmesi. 2- Tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin ekonomik bakımdan tasfiye edildiği, ama kapitalizmin ekonomik köklerinin tamamen kaldırılmadığı geçici bir devrenin devleti olması. 3- Sovyetler Birliği ile sıkı bir işbirliğinin ve karşılıklı yardımın varlığı. 4- Emperyalist sistemden kopulması ve sosyalist kamp içinde yer alması. (Dimitrov, Halk Cumhuriyeti Doğru sf. 230)
Dimitrov’un çerçevesini çizdiği bu özelliklere daha yakından bakalım:
Birincisi, II. Emperyalist Savaş sonrasındaki “halkçı” yönetimler, devrimle iktidarı ele geçirdiler. Bugünküler ise seçimle ya da darbeyle işbaşına geldi.
I.Emperyalist Savaş sonrası kurulan “Halk Demokrasisi” iktidarlarının tümü, Komünist Partilerin önderlik ettiği cephesel birlikler ile devrimlerini gerçekleştirmiştir. Ayrıca işçi sınıfı, diğer kesimlere önderlik etmektedir. Böyle olunca devrim sonrası kurulan “Halk Demokrasisi” iktidarları, demokratik talepleri yerine getirmekle kalmamış, sosyalizme dönük adımlar da atmıştır. Dolayısıyla bu ülkelerdeki “Halk Demokrasisi” devlet modeli, burjuva demokrasisinin bir biçimi değil, proletarya diktatörlüğünün bir biçimi olarak şekillendi.
Keza devrimini gerçekleştirmiş olmak, o ülkelerde özsel değişimler yarattı. Devrimi başarmanın verdiği özgüven, devrim süreci boyunca örgütlü hareket etmenin getirdiği kolektif disiplin, mücadele içinde yaşanan eğitim ve bilinç dönüşümü vb. pek çok unsur, devrim sonrasında kitlelerin en büyük avantajıydı. Devrim sonrası kurulan iktidar, işçi ve emekçilerin yaşadıkları bilinç sıçramasını ve taleplerini önemli oranda dikkate almak durumundaydı.
Bugünkü halkçı yönetimlerin bulunduğu ülkelerde de kitle direnişleri vardır, ancak devrim yapacak düzeyde bir güç ve örgütlülük sözkonusu değildir. Tersine, son dönem kitle direnişlerinde, hareketin önderliğinin olmaması, disiplin ve güç sağlayacak bir hiyerarşinin bulunmaması gibi eksiklikler, bir övünç unsuruna dönüştürülmüştür. Bu eksiklikler, kitlelerin sistemden kopuşunun önündeki en önemli engellerdir. Ve bu koşullarda gerçekleşen darbe ya da seçimle işbaşına gelen “halkçı” yönetimler, sistemin temel kurallarını işletmeye devam etmektedir. Kurulan yönetim, burjuva sömürücü sistemin bir parçasıdır ve kapitalist sistemin kendisini yenilemesini getirmektedir. Dolayısıyla bugünkü “halkçı” yönetimlerde, kitleler daha sürecin başında yeniktirler.
İkincisi, demokratik devrimini yaparak iktidara gelen halkçı yönetimler, doğrudan emperyalizme karşı savaş vermiş olduğundan, ilk işleri emperyalist boyunduruktan kurtulmak olmuştur. Oysa günümüzdeki halkçı yönetimler, emperyalistlere sözler vererek işbaşına gelmekte ve onların temel çıkarlarını koruyan bir çizgi izlemektedirler.
Üçüncüsü, II. Emperyalist Savaş sonrasında kurulan halkçı yönetimler, sosyalist kampın parçasıydılar; bugünküler ise emperyalist-kapitalist kampın içindedirler. Zaten günümüzde sosyalist bir kamp yoktur; hatta sosyalist bir ülkenin, enternasyonalist birliklerin dahi olmaması, halk ayaklanmalarının devrimle sonuçlanmamasında, dolayısıyla “halkçı” yönetimlerin kapitalizmin sınırlarını aşamamasında çok önemli bir etkendir.
Oysa sosyalist SB’nin önderliğinde, halkçı iktidarlar dünya genelinde sosyalizmin prestijini ve enternasyonal dayanışmanın gücünü arkasına alıyorlardı. Bu, işçi ve emekçilerin çıkarlarının-haklarının korunması ve geliştirilmesi konusunda onları zorlayan veya teşvik eden bir unsurdu. Bugünkü “halkçı” olma iddiasındaki yönetimler ya da partiler ise, bir emperyaliste karşı başka bir emperyalistin kanatları altına giriyorlar. Asıl olarak da ABD emperyalizmine karşı Çin ya da Rusya ile kurulan ilişkiler belirleyici oluyor. Ancak bu durum kitlelerin yaşamlarında kayda değer bir fark yaratmıyor.
Dördüncüsü, devrimini yapan ülkelerin, burjuvaziyi mülksüzleştirme yolunda attığı adımlar, ülkenin temel yapısını-karakterini değiştirmişti. Bugünküler ise, burjuvaziyle işbirliği içinde (en azından bir kliği ile) yönetime geliyorlar.
Devrim yapan ülkelerde burjuvazinin kısmen mülksüzleştirildiği koşulda bile, ülkenin ekonomisi ve geliri, öncelikle kitlelerin yaşam koşullarını iyileştirmek için kullanılmaktaydı. Seçimle veya darbeyle gelen yönetimler ise, öncelikle burjuvaziye verdikleri sözleri yerine getirmekle yükümlüler. Zaten işbaşına getirilme sebepleri de, burjuvaziye aktarılacak kaynaklar konusunda kitleleri ikna edebileceklerine dair verdikleri güvencedir. Bu durum güncel örneklerde fazlasıyla kanıtlanmıştır. Venezüella, petrol gelirlerinin önemli bir kısmını burjuvaziye aktarırken, küçük bir kısmıyla kitlelerin refah düzeyini yükseltme görevini yerine getiriyordu. Petrol geliri olmayan, ekonomisi asıl olarak turizme dayanan Yunanistan’da ise, Syriza emperyalistlerle çok ağır koşullarda kredi anlaşması imzaladı; üstelik verilen kredinin önemli bir bölümünü yine Yunan burjuvazisine aktardı.
Beşincisi, devrimini yapmış ülkelerde, öncelikle planlı ekonomi ile ülkenin sanayi ve tarımda kendine yeter hale gelmesi hedeflenir. Günümüz halkçı yönetimleri ise, ülke ekonomisini emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda düzenlemeye devam ediyorlar.
Emperyalist “işbölümü”, bağımlı ülkelerin ekonomilerinin gelişmesine izin vermez. Sanayi ve tarımı güçsüzleştirir, ülke ekonomisini birkaç sektörle sınırlandırır. Venezüella’da petrol, Yunanistan’da turizmin olması gibi. Bunların dışında kalan sektörler, emperyalist yağma ve talana açılır, özelleştirilir, yokedilir. Mesela Türkiye’de son on yılda çiftçiye ekim yapmaması için devlet tarafından para ödenmekte ya da hasat zamanı düşük fiyat vererek tarımda yıkımı derinleştirmektedir.
Devrimini yapmış ülkeler öncelikle bu durumu değiştirirler. Üç milyon nüfuslu küçük ve geri bir ülke olan Arnavutluk’un bile sanayi ve tarımda güçlenme çabası; yarı-feodal Çin’in devrimin ardından köylerde bile, çelik üretiminde kullanılan “yüksek fırınlar” kurması, bunun örnekleridir. (Sosyalist Sovyetler Birliği’nde katedilen mesafeden sözetmiyoruz bile.) Oysa Venezüella’nın petrole dayalı ekonomisinde Chavez öncesi ile sonrası arasında bir fark yoktur; benzer biçimde Syriza’nın da, ülkeyi “turizm cenneti” olmanın ötesine götürme planı olmamıştır.
Altıncısı, devrimini yapmış ülkelerde kitlelerin refah düzeyini artırmanın yolu olarak üretime katılanların sayısı sürekli artırılmış, işsizlik yokedilmiştir. Bugünkü halkçı yönetimler ise, eğitim ve sağlık gibi alanlarda belli iyileştirmeler yapmakla birlikte, işsizlik konusunda fazla bir yol almamış, ya da yaptıkları iyileştirmeler hızla bozulmuştur.
Kitlelerin üretime katılma düzeyi, belirleyici önemdedir. Bu, kitlelerin genel refah düzeyinden bağımsızdır. Sosyalizmde “mal” değil, “hizmet” bedava olur demiştik. Sosyalizmin sloganı “çalışmayan yemez”dir. Herkes üretime katıldığı kadar pay alır. Ama sağlık, eğitim, barınma, ulaşım vb. temel hizmetler herkese eşit biçimde sunulur. Sosyalizmi hedefleyen halkçı iktidarlar da bu şekilde hareket ederler. Oysa Venezüella gibi ülkelerde, sosyal yardım programları (ve sadaka kültürünün sürdürülmesi), çalışmadan da geçinmeyi olanaklı kılmıştır. Bu durum, kapitalizmin temel direklerinden biri olan “yedek işsizler ordusu”nun kalıcı olması ile uyumludur.
Sonuç olarak
“Halkçı yönetim” kavramı, içinde bulunduğu döneme bağlı olarak farklı bir nitelik taşımaktadır. İşçi ve emekçilerin önderliğinde devrimini gerçekleştirmiş ve sosyalist kampa bağlı bir halkçı yönetim, kendisi sosyalist olmasa bile, işçi ve emekçilerin çıkarlarını önceleyen adımlar atmak durumundadır.
Bugünün koşullarında devrim yapmaksızın, seçimle ya da darbeyle kurulan bir “halkçı” yönetim, en başta “iktidar” olamamıştır. Tam da bu nedenle, gerçekte “iktidar” olan burjuvazinin temsilcisi, emperyalist kampın bir parçasıdır. Ve iddia ettiklerinin aksine, devrimle iktidarı ele geçirmeden “başka bir dünya mümkün” değildir. “Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” doğrultusunda adımlar atmayan, kapitalist üretim ilişkilerinin dışına çıkamayan bir yönetimin köklü değişiklikler yapabilmesi zaten olanaksızdır. Yaşanan örnekler bunu somut olarak gözler önüne sermiştir.
Reformizmin gerçekte bir burjuva ideolojisi olduğu ve burjuvaziye hizmet ettiği, yönetime geldikleri yerlerde daha net biçimde görüldü. O yüzden kitleler, giderek artan oranda reformist partilerden uzaklaşıyorlar. Son yıllardaki halk hareketlerinde reformist parti ve sendikaları direnişlerinde istemiyorlar.
Ne var ki, devrimci bir önderlikten yoksunluk, bu ayaklanmaların sonuçsuz kalmasını getiriyor.
Ancak kitleler “devrim” istiyor! Ve er-geç buna uygun örgütlülükler yaratacaklar ve mutlaka başaracaklar!