Erdoğan yönetimi, 17 Nisan’da adına “pençe-kilit” dedikleri yeni bir askeri harekatla Kuzey Irak’ın (Güney Kürdistan) Zap ve Avaşîn bölgelerine saldırı başlatmıştı. Şimdi de Suriye’ye yeni bir işgal saldırısının yollarını arıyorlar.
Mayıs ayının başlarında Erdoğan, “Güney sınırlarımız boyunca 30 kilometre derinliğinde güvenli bölgeler oluşturmak için başlattığımız çalışmaların eksik kalan kısımlarıyla ilgili yeni adımları yakında atmaya başlıyoruz” diyerek, yeni bir savaş arayışında olduğunu ortaya koydu. O günden bu yana Suriye’yi sıcak tutuyorlar. Suriyeli sığınmacılar üzerinden yapılan tartışmaları da buna eklemek gerekiyor. Başlangıçta sığınmacıların Suriye’ye gönderilmesine karşı çıkan Erdoğan, son günlerde “1 milyon Suriyeli sığınmacıyı göndermeyi planlıyoruz” diyerek, yeni işgal girişimine kitle desteği oluşturmaya çalışıyor.
Aynı günlerde İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olma başvurusunu Türkiye’nin veto edeceğini duyurması, her iki ülkeyi PKK’ye destek vermekle suçlaması, bu planın bir parçasıdır. Böylece ABD karşıtlığı üzerinden prim yapmaya, milliyetçi hamasetle yitirdiği kitle desteğini kazanmaya çabalamaktadır. Ama perde arkasında ABD başta olmak üzere emperyalistlerle pazarlık yaptığı biliniyor.
Bu pazarlıktan ne kadar kazançlı çıkacakları şüphelidir. Ancak Erdoğan yönetiminin savaşı büyütmek istediği kesindir. Buna birçok açıdan ihtiyaç duyuyorlar. Gerek Suriye’de gerekse Irak’ta gerçekleşen saldırıların Kürtlerin yaşadığı bölgeler olması, asıl hedefin başta Rojava olmak üzere Kürt kazanımlarını baltalamak olduğunu gösteriyor. Ama bununla sınırlı olmayan başka hedefleri de var.
Irak Kürdistanı’nda Türkiye’nin çıkmazı
Irak Federe Kürt Bölgesi içinde yer alan Zap ve Avaşîn’e yönelik askeri harekatın amacı, “PKK’yi etkisiz hale getirmek ve sınır güvenliğini sağlamak” olarak açıklandı. Ancak harekatın tam da Rusya-Ukrayna savaşının başladığı döneme denk gelmesi, Avrupa’nın Rusya’ya olan doğalgaz bağımlılığını azaltma çabasıyla bağlantılı olduğunu ortaya koydu. ABD, Türkiye-İsrail-KDP işbirliğiyle İsrail ve Irak’taki petrol ve gazı Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşıma planını hızlandırmaya çalışıyor. Harekat başlamadan 10 gün önce ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı bu planı açıkça ifade etmişti: “Gazı şimdi Avrupa’ya getirmeliyiz. Türkiye, Yunanistan, Mısır, İsrail ve Güney Kıbrıs Rum kesimi geniş perspektifli bir işbirliği içerisinde olmalı.”
Ayrıca Irak’ta yayımlanan “al Hurra” gazetesinde çıkan bir makalede, Türkiye’nin “Irak’ta 60-70 kilometre derinliğe girmeyi” ve buralarda adı “geçici” de olsa “kalıcı üsler” kurmayı amaçladığını bildiriyor.
Elbette bu durum, Irak merkezi hükümetini ve İran’ı rahatsız ediyor. Bunu açıkça ifade ediyorlar da. Irak hükümeti, Türkiye’nin Bağdat Büyükelçisi’ne protesto mektubu verdi. Askeri harekatı “Irak’ın egemenliğinin açık ihlali ve toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdit” olarak nitelendirdi. İran’ın desteklediği Iraklı gruplar da tepkilerini yükseltiyorlar. “Irak’ın kuzeyindeki Türk güçleri, açık şekilde Irak’ın bölge bütünlüğünü ihlal ederek ülkenin petrol ve doğalgaz kaynaklarını ele geçirmeyi hedefliyor” şeklinde açıklamalar yaptılar.
Irak ve İran’ın karşı çıkışında petrol ve doğalgaz önemli bir yer tutuyor. Irak Devleti, KDP’nin diğer ülkelerle petrol ve gaz anlaşması yapmasını “yasa-dışı” ilan etti. Çünkü Irak Anayasası’na göre, Kürt Federe Bölgesi’nin sattığı petrolün parasını merkeze aktarması, sonra yüzde 17’sini geri alması gerekiyor. Ama Barzani Yönetimi (KDP) önceki yıllarda Türkiye aracılığıyla Irak petrolünü uluslararası pazarda satmaya çalışmıştı; Irak hükümeti de bu durumu BM’ye şikayet etmişti. Irak Mahkemesi, “petrol gelirlerinin Bağdat’a teslim edilmesi gerektiğine” dair karar açıkladı. Keza İran da, İran gazının yerini alacak şekilde Irak Kürdistanı’ndan Türkiye’ye yeni boru hattı inşa edilmesini istemediğini açıkça ortaya koydu.
Türkiye, sadece Irak ve İran’ın tepkisini çekmiyor. Rusya da bu plana tepki gösteriyor. Dolayısıyla Türkiye, bir kez daha komşu devletleri karşısına aldı. Üstelik askeri yönden de kayıpları artıyor. Neredeyse her gün asker cenazeleri gelmeye başladı. PKK kaynakları “aylık bilanço” olarak yayınladıkları bildirilerde, Türkiye’nin son operasyonda ağır darbeler yediğini, büyük kayıplar verdiğini belirtiyorlar. Askerlerin “tam bir bataklığa saplandığı”nı, ne ilerleyebildiklerini ne de geri çekilebildiklerini söylüyorlar. Ayrıca paralı askerlerin artan sayıda cepheden kaçtığı bilgisi veriliyor. Üstelik Türkiye’nin kimyasal silah kullandığı, konuyu araştırmak üzere bölgeye gelmek isteyen bir heyetin İngiltere tarafından engellendiği belirtiliyor.
Zap ve Avaşîn bölgesi, PKK açısından da stratejik önemde. Onun için Zap savaşını kendileri açısından “ölüm-kalım savaşı” olarak niteliyorlar. Burada alınan bir yenilginin “Kürt özgürlük savaşına ağır darbeler indireceğini”, “Zap’ta yenilen PKK’nin başka yerlerde kolayca tutunamayacağını” söyleyerek, tüm güçleriyle direniyorlar.
Türkiye ise, tıpkı Suriye’de olduğu gibi Irak’ta da bazı bölgeleri işgal etmek ve “kalıcı” olmak istiyor; ancak bölge ülkelerinin tutumu ve PKK’nin direnişi, bu amaca ulaşmalarını pek mümkün kılmıyor.
Suriye’de yeni işgal planları
Erdoğan yönetimi Irak’tan sonra şimdi de Suriye’ye göz dikmiş durumda. İşgal ettiği bölgeler yetmiyor, yeni bölgeler istiyor. Suriyeli sığınmacıları da bu doğrultuda kullanıyor. Hem asker ve milis gücü yapıyor, hem de Rojava’nın toprak bütünlüğünü, Kürt demografisini bozmayı amaçlıyor. Ayrıca gerici-şeriatçı bölgeler oluşturarak Şam yönetimine karşı elini güçlendirmeye çalışıyor.
Elbette içe dönük amaçları da var. Ekonomik kriz içinde yoksulluk ve işsizlik girdabında kıvranan geniş halk kesimlerinin dikkatini savaşa kaydırmak, “önce vatan” yaygarasıyla toplumsal muhalefeti susturmak gibi… CHP başta olmak üzere düzen partileri, dış politikanın “partiler üstü” olduğunu söyleyerek, bugüne dek her “sınırötesi operasyon”u destekledi. Erdoğan yönetimi de buna güvenerek tam da seçim arifesinde “sınırötesi operasyon” adı altında yeni işgallere hız veriyor.
Ancak Erdoğan yönetimi, Suriye konusunda (Irak’tan farklı olarak) henüz ABD’den destek alabilmiş değil. O yüzden NATO üyeliği ve veto hakkı üzerinden ABD ve AB ile pazarlık yapmayı deniyor. İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliği karşılığında bazı tavizler koparmak istiyor. Bunların arasında ABD’nin vermediği F-16’ları almak, SİHA’ların elektronik aksamına dönük ambargoyu kaldırtmak, Yunanistan’a artan silah satışını durdurmak gibi askeri istemler de bulunuyor. Fakat asıl olarak Suriye’de Türkiye’nin kullandığı cihatçı güçlerin desteklenmesini, yeni işgallere yeşil ışık yakılmasını istiyorlar.
ABD ve AB ülkelerinden gelen ilk açıklamalar, Türkiye’nin istemlerinin karşılık bulmadığı yönünde. Özellikle AB ülkeleri, NATO üzerinden Türkiye’nin “pazarlık” yapmasına tepkililer. Örneğin Lüksemburg Dışişleri Bakanı J. Asselborn; “Türkiye’deki pazarların nasıl işlediğini herkes bilir. Erdoğan pazar mantalitesine sahip; fiyatı yükseltmek istiyor” dedi. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price ise, “Suriye’nin kuzeyinde herhangi bir yeni operasyonun bölgesel istikrarı daha da baltalayacağını ve IŞİD’e karşı yürütülen mücadeleyi riske atacağını” söyledi. Bu tür pazarlık girişimlerini “şantaj” olarak niteliyorlar ve Türkiye’nin böyle girişimlerden başarısız çıktığını hatırlatıyorlar.
Rusya ise, genel olarak Türkiye’nin ABD ve NATO ile arasını açacak her gelişmeden memnun kalır. Ancak Suriye sözkonusu olduğunda, o da sınırları net biçimde çekiyor ve Türkiye’nin yeni bir işgal planını onaylamayacağını belirtiyor. Üstelik, bu işgal tehdidini, Rojava ile bir pazarlık konusuna çevirmeye çalışıyor: “Suriye’nin sınırlarını Suriye Ordusu korursa, Türkiye’nin işgal ihtimali ortadan kalkar” diyerek, Kürt bölgesini Suriye hükümetiyle anlaşmaya zorluyor.
Sonuçta Türkiye, Suriye’ye yeni işgal konusunda hiç bir emperyalistten onay almış değil. Bugüne dek Suriye işgalini ABD’nin ya da Rusya’nın desteği veya göz yumması sonucu gerçekleştirdi. Fakat bugün her ikisinden de izin çıkmadı. ABD veya Rusya’dan izin almadan Türkiye’nin böyle bir saldırıyı başlatması mümkün değil.
Ancak görünen o ki, AKP-MHP bloku, seçim öncesi savaş tamtamları çalarak, ekonomik krizi unutturmak, şoven-milliyetçiliği yükseltmek, yitirdiği kitle desteğinin en azından bir kısmını yeniden kazanmak istiyor. Dolayısıyla mümkün görünmese de Suriye’ye saldırıyı sıcak tutacaktır; Irak’ta ciddi darbeler alsa da harekatı sürdürecektir.
Her şeyi mücadele belirler
Erdoğan’ın “iktidarı”nı kaybetmemek için her yola başvuracağı kimse için sır değil. Daha önce de her zora girdiğinde emperyalistlerin kapısını aşındırdığını, “süpürmeyin kullanın” dediğini biliyoruz. Bu kez de Ukrayna-Rusya savaşıyla artan emperyalistler arası çelişkilerden ve doğan boşluklardan yararlanmaya çalışıyor. Özellikle ABD ile bozulan ilişkisini tamir etmek için yoğun bir çaba harcıyor. Kuzey Irak harekatı, bunun bir göstergesi.
Kuşkusuz bu harekatın en önemli hedeflerinden biri, PKK’nin Irak’taki gücünü sınırlamak, mümkünse tümden ortadan kaldırmak. PKK’yi kendisine en büyük rakip gören KDP de bunu istiyor. O yüzden Türkiye ile işbirliği içinde harekatı destekliyor. Bir yandan kendi bölgesindeki petrol ve gazdan daha fazla pay almak, bir yandan da başta PKK olmak üzere diğer Kürt örgütlerini tasfiye ederek Kürtlerin tek temsilcisi olabilmek için bu “hain” rolü oynamaya devam ediyor.
Türkiye, sadece kendi sınırları içinde değil, Irak ve Suriye’deki Kürtlerin kazanımlarını yok etmek üzere harekete geçmiş durumda. İçeride HDP’yi kapatma davası, provakasyonlar, Kürtçe türküyü bile yasaklama girişimleri sürerken, dışarıda başta Rojava olmak üzere Kürt hareketini kuşatma çabası devam ediyor. Son saldırılarla Rojava’nın Irak’taki Kürt bölgesiyle bağını koparmayı ve PKK’nin Şengal üzerindeki hakimiyetini kırmayı amaçladıkları da anlaşılıyor. Aynı günlerde Irak ordusunun da Şengal’e saldırması, Şengal’in Türkiye-KDP-Irak hükümetinin ortak hedefi haline geldiğini gösteriyor.
Tüm dünyada emperyalist savaş sürerken, bölgemizde de paylaşım kavgası tüm hızıyla devam ediyor. Türkiye’nin bölgesel bir güç olma isteği ve arayışı da bu saldırganlığı körüklüyor. Ve bu durum AKP-MHP ile sınırlı olmayan Türk egemen sınıflarının genel tutumudur.
Gerek emperyalist devletler, gerekse egemen sınıflar ve sözcüleri neyi planlıyor ve hedefliyor olursa olsun, sonucu belirleyecek olan, sınıf mücadelesinin düzeyidir. Tarihin her dönemecinde böyle olmuştur. Bugün de işçi ve emekçiler, Kürt halkı, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin saldırılarına karşı birlikte hareket ettikleri, direnmeye devam ettikleri sürece, egemenlerin bütün planları çökmeye mahkumdur.
Saldırıların arkasında ABD ve NATO’nun olduğu kesin de…
17 Nisan’da Türkiye’nin Zap ve Avaşîn bölgesine başlattığı saldırının ardından, Stêrk TV’de yayınlanan söyleşide KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Cemil Bayık şunları söylüyor:
“Bu karar, NATO kararıdır ama Türkiye pratikte bunu uyguluyor. KDP de NATO kararına uygun olarak Türkiye’nin yanında hareket ediyor… Savaş 17 Nisan’da başlamadı; esasta 26 Ağustos 2016’da başladı. Türkiye, Cerablus’a girdiği gün dönemin ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden ile dönemin Federe Kürdistan Başkanı Mesûd Barzani Ankara’daydı. ABD, Türkiye ve KDP o kararı aldı. Türk devleti, bunun üzerine Cerablus’a girdi.”
Cemil Bayık açıklamasını şöyle sürdürüyor: “Biz NATO’ya karşı savaşıyoruz. Aslında PKK’nin kurulduğu günden beri NATO’ya karşı savaşıyoruz, çünkü NATO her yönüyle üyesi Türkiye’ye yardım ediyor. Yardım etmeseydi savaşı bugüne kadar sürdüremezdi… Şu anda Irak’ın hava sahası ABD’nin kontrolü altında, eğer istemezse Türk devletinin uçakları Irak ve Güney Kürdistan’a giremez. ABD hava sahasını açtığı için Türkiye’nin uçakları ve helikopterleri gelip keşif yapıp bombalayabiliyor. Bu neyi gösteriyor? Bu savaşın arkasında NATO ve ABD var.”
“Bu savaşın arkasında NATO ve ABD’nin olduğu” kesin de, PKK’nin “NATO ve ABD ile -hem de ‘kurulduğu günden beri’- savaştığı” son derece tartışmalıdır. Çünkü bugüne dek PKK’nin NATO ve ABD’ye karşı bir eylemini ne gördük, ne duyduk. (Varsa bilenler yazsın, öğrenelim.) Ama ABD’nin Irak işgalini “demokratik sömürgecilik” şeklinde tanımladığını, ardından “statükocu güçlerin yıkılması”, “değişimin ve demokrasinin zaferi” olarak kutladıklarını biliyoruz. KDP’li peşmergenin Türkiye’den Suriye’ye geçişini “Biji Serok Obama” sloganlarıyla karşıladıklarını da… Dahası ABD’nin YPG’ye silah ve askeri eğitim verdiğini, Rojava’da üsleri olduğunu bir çok kaynaktan okuyoruz; PKK de bunları yalanlamıyor. Aksine Kürdistan’ın kurulması için her tür emperyalistle işbirliği meşrulaştıracak pek çok “teori” üretildiğini biliyoruz.
Fakat Türkiye’nin son askeri harekatından sonra, sadece Cemil Bayık değil Kürt basınından birçok yazar, “Türkiye’nin PKK’ye karşı savaşı 1985’ten beri bizzat NATO’nun yürüttüğünü” yazıyorlar. (5 Haziran 1985’te Türkiye’nin PKK ile savaşı NATO’ya götürdüğü ve beşinci maddesinin uygulanmasını istediği bilgisini vererek…)
Gelinen noktada “NATO ve ABD’ye karşı savaştıklarını” söylemeleri, iyi bir gelişme olarak görülebilir. Fakat gerçeği tam olarak yansıtmıyor. Çünkü Türkiye’nin NATO ve ABD desteğiyle PKK’ye saldırdığını, PKK’nin Türkiye’ye karşı savaşımının da dolaylı olarak NATO ve ABD’ye karşı savaşmak olduğunu ifade ediyorlar. Sadece bu yönüyle ve bu kesitle sınırlı bir durum tespiti olarak, söylenenler doğru kabul edilebilir. Fakat PKK’nin bugüne kadar izlediği çizgiyi kapsamadığı da bir gerçektir. Ne zaman ki PKK, NATO ve ABD ile her tür ilişkisini keser ve doğrudan karşısına geçer; işte o zaman bu sözler gerçek anlamını bulur ve yerli yerine oturur.