Sığınmacılar geri gönderilsin mi?

Sığınmacılar konusu, son dönemin en çok tartışılan konularından biri. Düzen partileri cephesinden, olası bir seçimde oy artırmanın hesabıydı bu tartışmanın sebebi. Kılıçdaroğlu “başa geçtiğimizde sığınmacıların hepsini geri göndereceğiz” diyerek; Erdoğan önce “göndermeyeceğiz” deyip, yükselen tepkiler üzerine “gönüllü ve onurlu bir geri dönüş hazırlayacağız” noktasına gerileyerek; Ümit Özdağ “sessiz istila” filmiyle ırkçılığı yükselterek bu tartışmayı tırmandıran basamakları oluşturdular.

Onların söylemleri tartışmayı tırmandırdı; ancak yaptıkları, kitlelerin içten içe kaynadığı konuyu su yüzüne çıkarmak oldu. Tartışmanın kendisi ise çok daha derinlerdeydi.

Devrimci-muhalif kesimler, bu tartışmada yollarını bulmakta zorlanıyorlar. Bir tarafta gerçekten vahşi bir savaştan kaçan, dışlanan, aşağılanan, denizlere gömülen insanlara sahip çıkma bilinci taşıyorlar; diğer taraftan ise, kitlelerde giderek artmakta olan hoşnutsuzluğun, nesnel bir zemine sahip olduğunu görüyorlar. Bir taraftan, işçi ve emekçilerin ırkçılıkla zehirlenmesini engellemeye, ekonomik krizin sorumlusunun “yabancılar” olmadığını göstermeye çalışıyorlar, diğer taraftan toplumsal dokudaki bozulma konusundaki somut rahatsızlığı görmezden gelemiyorlar. “Halkların kardeşliği” temel bakışıyla hareket ediyor, konuyu “mülteci işçiler”e indirgeyerek “birlikte örgütlenme, birlikte mücadele” üzerinden söylem üretiyorlar. Ama Suriyeli ve Afgan sığınmacıların hepsi “kardeş” ve “işçi” de değil!

Keza Türkiye’deki Suriyeli ve Afgan sığınmacıları, Avrupa başta olmak üzere dünya genelinde yayılmış Türkiyeli ve Kürdistanlı mültecilerle karşılaştırarak, buradaki durumu açıklamaya çalışıyorlar.

Ancak onların bu çabaları, geniş kesimlerde giderek yükselmekte olan soruları ve sorunları gidermeye yetmiyor. Çünkü mülteciler konusunda bu türden genellemeler, bugün yaşamakta olduğumuz sığınmacı gerçeğini tam olarak açıklamıyor ve bir çözüm getirmiyor.

Elbette de bizim de konuya yaklaşımımız, “halkların kardeşliği” ve “işçilerin vatansızlığı” üzerinden olacaktır. Her konuda olduğu gibi, “sığınmacı” konusu da sınıfsal bir yaklaşımla ele alınmalı; sığınmacıların taşıdıkları sınıfsal-sosyal farklılıklar gözden kaçırılmamalıdır. Ancak genel-geçer sözlerin ötesinde, somut durumun somut tahlilini yaparak politikalar üretmek gerektiği de açıktır.

 

Devletin sığınmacı politikası yanlıştır

Bugün sorunu içinden çıkılmaz hale getiren unsur, AKP yönetiminin (ve devletin) sığınmacı politikasının başından sonuna yanlışlarıdır.

En başta, Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye giriş koşullarına bakmak gerekir. Uluslararası kabul gören tanıma göre “sığınmacı” kavramıyla, ülkesindeki iç savaş, siyasi atmosfer, ekonomik yıkım, doğal afet gibi nedenlerle yaşamı ciddi şekilde tehlikeye düşmüş kişi ve grupların, sınırları geçerek komşu ülkelere geçişi kastedilir. “Göçmen”den farklı olarak “sığınmacı”nın pozisyonu geçicidir, ülkesinde yaşam koşulları düzeldiğinde geri dönme amacı vardır. “Göç”teki yerleşme süreklidir, kalıcıdır; “sığınma”daki yerleşme ise geri dönüş odaklıdır.

Suriyelilerin Türkiye’ye girişleri, AKP politikaları nedeniyle, her iki statüden de farklı bir içerik kazandı. İlk gelen grup, daha Suriye’de iç savaş başlamadan önce ve AKP’nin işaretiyle harekete geçmiş bir gruptur; sonrasında arkası gelmiştir. Sonradan gelenlerin önemli bir kısmı da yine AKP organizasyonunun parçası olmuştur. Zaten Türkiye’de 2011 sonrasındaki göçün, uluslararası literatürün “göçmen”, “mülteci”, “sığınmacı” kavramlarıyla değil, “misafir” olarak tanımlanması da, AKP’nin bu politikasıyla yapılmış bir tercihidir.

Bu yanıyla 2011’de Suriyelilerle başlayıp 2021’de Afganlara kadar uzanan kitlesel göç, ülke dışındaki Türkiyeli ve Kürdistanlı göçten de, Rus işgali karşısında Ukraynalıların Avrupa’ya gidişinden farklıdır.

İkincisi, hem genel olarak “göç”lerde, hem de Türkiye’den Avrupa’ya gidişlerde, gidilen ülkenin kontrol mekanizmaları her aşamada sıkı biçimde uygulanmaktadır. Mesela 1960’larda Almanya, Türkiye’den işçi alımı yaptığında; önce belgelerin sıkı biçimde incelendiği, elemeyi geçenlerin çok ciddi bir sağlık kontrolüne tabi tutulduğu (üstelik dişlere bakmaktan toplu çıplak muayeneye kadar, insanlığa aykırı bir kontrol), uçaktan indikleri anda tek tek her bir Türkiyelinin nerede çalışacağı ve nerede kalacağının önceden belirlendiği bir alım politikası izlemiştir.

12 Eylül yıllarında yaşanan siyasi mültecilikte ise; kişilerin devlete başvurdukları andan itibaren aylarca kamplarda tutulduğu, gerçekten siyasi bir tehdit altında olup olmadığının kontrol edildiği, hatta kişilerin siyasi sınavdan-sorgudan geçirildiği bir denetim sözkonusudur. Aylarca kampta kaldıktan sonra hapse atılan ya da Türkiye’ye geri gönderilenler de az değildir. Bu iki örneğin dışına çıkan ve “kontrolsüz göç” adı verilen durumlar ise son derece sınırlıdır.

Bugün Afganistan’dan ya da Suriye’den gelen göçler, bu tablonun yakınından bile geçmez. Mahallenin ortasında açılan bir Tır’ın kapılarından yüzlerce insanın dört bir yana dağıldığı, yine yüzlerce insanın karlı dağlarda tek sıra, kilometrelerce uzayan bir kuyruk halinde yürüyüp sonra ortadan kaybolduğu, dizginsiz-kontrolsüz bir göç hareketi, pek çok biçimlerde devam etmektedir. Bu yanıyla, Türkiye’den Avrupa’ya dönük göç hareketini, son on yılda Türkiye’ye gelen göç hareketine benzetmek doğru değildir.

Üçüncüsü, bu kontrolsüz göç “sosyolojik yapı”yı değiştirmektedir. Irkçı kesimlerin en büyük korkusu “demografik yapı”nın değişmesidir. Yani bir bölgedeki Arap nüfusun, Türk nüfusundan daha fazla olmasından duyulan korku, ırkçılığın bir tezahürüdür. Bolu’da belediye başkanının Suriyeli nüfusa karşı ekonomik ve sosyal yaptırımları devreye sokması, Antakya’da “10 yıl sonra belediye başkanı Suriyeli olacak” söylemleri, bu türden yaklaşımlardır.

Komünistler ise, “sosyolojik yapı”daki değişimi daha fazla önemser. Son on yılda Türkiye’ye akan Suriyeli ve Afgan göçü, Türkiye içinde Arap nüfusunu artırdığı için değil, genel olarak sosyolojik yapıyı, toplumsal yapıyı deforme ettiği için tehlikelidir. Gelen göçün önemli bir kesimi dinci-gerici ideolojiyi Türkiye’ye taşımaktadır. “Gettolaştıkları” mahallelerinde sokakta kadın yoktur; yoksul mahallelerde kurulan dini dernekler yabancı genç erkeklerle doludur; tekbir getirerek denize koşan genç-erkek güruh görüntüleri, sadece plajda bulunanları değil, bu görüntüyü seyreden her kesimi ürkütmektedir; “kadın”a bakışları, “çocuk”a davranışları çok farklıdır. Onların gelişi, toplumun dinci-gericileştirilmesinde önemli bir basamak oluşturmuştur.

Bu yanıyla son 10 yıldaki göçün toplumda yarattığı etki, nüfus değişiminin ötesinde bir durumdur.

 

AKP sığınmacıları çok yönlü kullanıyor

2011’de başlayan sığınmacı hareketinin, zorunluluktan değil, AKP’nin yönlendirmesiyle başladığını söylemiştik. Sonrasında bu kitlesel göç hareketi sistemli biçimde sürdürüldü; en son Afganistan’da Taliban’ın iktidarı ele geçirmesinin ardından, yeni bir kitlesel göç hareketi daha yaratıldı. Bu insanların Türkiye’ye getirilmesi, AKP için, 10 yıldır kullandığı ve ne olursa olsun kullanmaya devam etmek istediği çok yönlü bir “fayda” oluşturdu.

Birincisi ve en önemlisi, Türkiye’ye gelen bu insanların önemli bir kısmını cihatçı çeteler halinde örgütleyerek ve eğiterek Ortadoğu genelinde kullanabileceği bir “savaş gücü” oluşturdu. Göçün ilk ve en önemli bölümleri, ÖSO vb isimler altında Türkiye’de toplantılar yaptılar, geçici hükümetler, ordular kurdular, eğitim kamplarında askeri birliklere dönüştürüldüler ve Suriye topraklarının işgalinde kullanıldılar. Bu çeteler Suriye ve Rusya’ya karşı savaştı, Türkiye’nin işgal ettiği Afrin, İdlib, Cerablus gibi Suriye kentlerinde güçlerini büyüttü, yerel halk üzerinde terör estirdi. Ve her aşamada, lojistik olarak Türkiye’ye girip-çıkmaya devam ettiler. Yaralananlar Türkiye’deki hastanelerde tedavi gördü, üslerini Türkiye’ye kurdular, her tür ihtiyaçlarını Türkiye’den karşıladılar, maaşlarını Türkiye’den aldılar. Suriye’de AKP’nin silahlı çetesi olarak savaşan bu katiller, sonrasında Libya’ya taşındılar, Azerbaycan’da, hatta söylentilere göre Ukrayna’da da varlık gösteriyorlar. Bu silahlı çetelerin önemli bir kısmının halen Türkiye’de olduğu biliniyor.

İkincisi, sığınmacılar içinden kurulan bu çeteler, sadece “dış operasyonlar”da değil, ülke içinde muhalif kesimleri bastırmak için yapılan saldırılarda da pervasızca kullanıldılar. 2015’teki Ankara Gar Katliamı başta olmak üzere, muhaliflere dönük pek çok saldırı, bu çeteler üzerinden örgütlendi. Şu tarih çakışması çarpıcıdır: 2011 Nisan ayında Suriye’den ilk göç geldi; 28 Şubat 2012’de SADAT kuruldu. Hani şu, “İslam Devletler Birliği Konfederasyonu-ASRİKA”nın kurulmasını, başkentinin İstanbul, dilinin Arapça, hukukunun şeriat olmasını hedefleyen, bu doğrultuda “suikast ve gayrinizami harp teknikleri eğitimi” veren, şeriatçı silahlı çeteler yetiştiren, geçtiğimiz günlerde Kılıçdaroğlu’nun kapısına dayanarak teşhir ettiği SADAT… SADAT elbette Türkiye’den de şeriatçı kadrolar devşiriyordu; ancak gücünün önemli bir kısmını, sığınmacı-şeriatçı Suriyelilerden, Afganistan ordusundan kaçıp Türkiye’ye gelenlerden oluşturduğu sır değil. Son günlerde atış poligonlarında Suriyeli sığınmacı sayısında büyük bir artış olduğu haberleri çıkıyor. Bu gençler poligonlara nasıl girebiliyor, burada nasıl bir eğitim alıyor, bu eğitimleri kim finanse ediyor ve aldıkları eğitimle ne yapacaklar gibi pek çok soru ortada öylece duruyor.

Üçüncüsü, AKP bu sığınmacıları emperyalistlerle pazarlık unsuru olarak kullandı; bu doğrultuda sığınmacı sayısının artmasını teşvik etti. Kimi zaman Avrupa’ya karşı pazarlık kozu oldu. 2015 Haziran seçimlerini kaybeden AKP, 1 Kasım’da yeniden seçim yapmadan hemen önce, sığınmacı kozunu kullanarak Merkel’in desteğini garanti altına almıştı, 1 Kasım seçimlerini böyle kazanmıştı mesela. Keza zaman zaman “kapıları açacağını” söyleyerek Edirne sınırına yığdığı sığınmacılar üzerinden, AB ile önemli pazarlıklar yürüttü. Benzer biçimde kimi zaman ABD’ye karşı, kimi zaman Rusya’nın Suriye politikalarına karşı bir koz oldu sığınmacılar…

Üstelik, bu sığınmacılar için para da alıyordu Batılı emperyalist ülkelerden ve onların işbirlikçilerinden. Suriye savaşının başından itibaren AKP’nin Türkiye’de “eğit-donat” programına aldığı cihatçı çetelerin parası ABD’den, Suudi Arabistan’dan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’dan aktı. Son olarak Afganistan’dan çekilirken işbirlikçilerini ortada bırakan ABD, bu kişilerin Türkiye’ye gelmesini ve burada kalmasını istedi; karşılığında Erdoğan’ın kimi taleplerini kabul etti. Silahlı çetelere girsin ya da girmesin, Türkiye’de kalan, Avrupa’ya geçmesi engellenen her Suriyeli, Pakistanlı ya da Afgan için, AKP yüklü miktarda para aldı yıllar boyunca. Batılı emperyalistler, sığınmacıların Türkiye’de kalmasının “daha ucuz” olduğunu açıktan söylemekten de çekinmediler.

Dördüncüsü, bu sığınmacılar AKP’nin radikal İslamcı politikalarını ülke içinde yaymasını kolaylaştıran rol oynadı. Gelenlerin ağırlıklı bölümü hem Suriye’nin hem de Afganistan’ın en gerici, en şeriatçı kesimiydi; ideolojik olarak AKP’nin gerici-şeriatçı politikaları ile uyumluydular ve yaşam tarzlarını olduğu gibi buraya taşıyarak, buradaki laik kesimler üzerinde bir baskı oluşturma amacıyla kullanıldılar.

Beşincisi, içlerinden önemli bir bölümü, Türkiye’de ucuz işgücü ordusu oluşturdu. Hayvancılıktan tekstile kadar hemen her sektörde sığınmacılar patronların pervasız sömürüsüne teslim edildi. En ağır işlerde, çok düşük ücretlerle, kayıtdışı olarak çalıştırıldılar. Sığınmacı çocukların da önemli bir kısmı, bu pervasız sömürü çarkına eklendi. İnsanlıkdışı barınma koşulları dayatıldı bu işçi-sığınmacı kesime; ya çalıştıkları atölyenin bir köşesinde uyuyorlar ya da çok kötü, ev bile denemeyecek alanlarda kalabalık yığınlar halinde kalıyorlar. Sığınmacı kadınların fuhuş sektöründe kullanılması da bilinen-göz yumulan-teşvik edilen hususlardan biri. Yoksul ve çaresiz kadınlar, Türkiyeli dinci-gericilerin “ikinci eşi” olarak ya da “günlük muta nikahı” adı altında dini bir örtüyle fuhuşa zorlanarak ya da açıktan fuhuş sektörüne satılarak insanlıkdışı yaşamlara zorlanmaktadırlar.

Kılıçdaroğlu, Ümit Özdağ ya da başkaları “hepsini göndereceğiz” diye propaganda yapsalar da, buna en başta patronlar karşı çıkacaktır. Çünkü AKP’lilerin de açıkça itiraf ettiği gibi, sığınmacılar geri gönderildiği zaman, bedavaya yakın işgücünü sömürmekte olan bazı sektörler çökme noktasına gelecektir. Bir de utanmazca “bizim millet iş beğenmiyor” nakaratını tekrarlayanlar var. İşin aslı, bu kadar insalıkdışı çalışma ve yaşam koşullarını, sadece en çaresiz kesimler, yani sığınmacılar kabul ediyor. Üstelik “sınırdışı edilme” tehdidi altında olduklarından her tür direnişin de uzağında duruyorlar.

Altıncısı, yaşanan her sorunda sığınmacılar hedef gösterilerek, AKP’nin ömrü uzatılıyor. Yüksek kiraların sorumlusu yabancılar; işçi kıyımlarının ve düşük ücretlerin sorumlusu sığınmacılar; ekonomik krizin sorumlusu yine onlar!!! Ne zaman ekonomik ve siyasi krizlere karşı kitle tepkisi yükselse, sığınmacılar ortaya sürülüyor ve hedef şaşırtılıyor. Sığınmacılar tartışılmaya başlandığında, diğer sorunlar ikinci plana düşüyor, “ırkçı” söylemlerde birleşiliyor. Mesela CHP’nin “hepsini göndereceğiz” çıkışı, “sığınmacı sorunu”nu çözmeyi değil, sığınmacıların “sorun” olduğunu ileri süren bir söylemdir. Ekonomik-siyasi krizlerin sığınmacılardan kaynaklandığını, onlar gittiğinde pek çok sorunun çözüleceğini ima eden ırkçı yaklaşımları güçlendirmektedir.

 

Sığınmacılar gönderilmeli mi?

Türkiye’de Suriyeli ve Afgan sığınmacı sayısı belirsizdir. Resmi kaynaklar 4 milyon civarında olduğunu ileri sürse de, bu sayıyı, belli değerlendirmelere dayanarak 11 milyona kadar çıkaranlar da vardır ve bu daha akla yakın görünmektedir.

Resmi açıklama, içlerinden yaklaşık 190 binine vatandaşlık verildiğidir. Ancak 8 milyon sığınmacıya vatandaşlık verildiğini, bunların 3 milyonunun ilk seçimlerde oy kullanacağını söyleyenler de vardır.

İlk yapılması gereken, bu kadar büyük bir nüfus için “toptancı” ifadelerden kaçınmak olmalıdır. 11 milyon sığınmacının “hepsini göndermek” de, “hepsiyle birlikte yaşamak” da mümkün değildir; ayrıca doğru da değildir. Ayrıştırmak ve durumlarına göre tutum belirlemek gerekir. Elbette burada Avrupalı emperyalistlerin yaptığı gibi, “eğitimliler”in alınıp diğerlerinin gönderilmesinden sözetmiyoruz. Biz kendi kriterlerimize göre bir bunu yapmalıyız.

Cihatçı çetelerle, tarikatlarla bağları olanların derhal ve kesin biçimde sınırdışı edilmesi ilk talep olmalıdır. IŞİD-ÖSO çeteleri içinde yer almış; Suriye savaşının bir parçası olmuş; SADAT’tan eğitim almış; Türkiye’de silahlı teröre katılmış; tekbirli, şeriatçı sloganlarla yürüyüşler yaparak halka dönük tehditler savurmuş, herhangi bir suça karışmış sığınmacılar derhal sınırdışı edilmelidir.

Devletin ayrıcalıklarından yararlanarak kendilerine özel alanlar oluşturan (mesela esnaflık yapan ama vergi ödemeyen, sağlık ve eğitim gibi konularda ayrıcalıklı muamele gören vb.) tüm kesimlerin ayrıcalıkları kaldırılmalı ve Türkiyelilerle eşit koşullar oluşturulmalıdır.

Emeği ile geçinen, işçi olarak çalışanların iş ve çalışma koşulları düzeltilmeli, kayıtdışı çalışmaları engellenmeli, sendikal örgütlenme hakkı tanınmalıdır.

Bunlar gerçekleşmeden “birlikte örgütlenme, birlikte mücadele” söylemleri gerçekçi değildir. Sığınmacılar konusunu ırkçı propagandanın malzemesi olmaktan, ekonomik krizin-işsizliğin müsebbibi gösterilmekten çıkarmanın yolu da, bu talepler doğrultusunda mücadele etåmektir.

* * *

Sığınmacılar, her sömürücü devlet için, kendi ülkesindeki sorunları örtbas etmenin ve ağır işgücü sömürüsünün bir aracına çevrilmiştir. Egemenler, sığınmacı konusuna kendi sınıfsal konumları ile bakmaktadırlar.

Devrimci-demokrat kesimler de, ezbere ve kalıpçı söylemler yerine, ülkedeki sınıf mücadelesinin çıkarlarını gözeten, sığınmacıları bunun bir parçası olarak ele alan politikalar üretmelidir. Hepsinden önemlisi, göç ve mültecilik sorunu, emperyalist savaşlarla, emperyalistlerin kar hesaplarıyla doğrudan bağlantılıdır; mülteci politikaları emperyalizme ve sömürü düzenine karşı mücadeleden bağımsız düşünülemez.

Bunlara da bakabilirsiniz

Kayyum, halk iradesine darbedir!

Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atanmasıyla başlayan saldırı, Kürt kentlerine de sıçradı. 4 Kasım günü sabah saatlerinde, …

İşçi Emekçi Birliği’nden grev ziyareti

İşçi Emekçi Birliği olarak 31 Ekim günü Polonez ve As Plastik işçilerinin direnişini ziyaret ettik. …

Makbule Ana’nın ölüm yıldönümünde anma

Makbule (Berktaş) Ana’yı ölümünün 3. yılında mezarı başında andık. Anmaya dostları, akrabaları, İHD Adana il …