Bir yanda savaşlar, diğer yanda salgın hastalıklar, kapitalizmin varolan açmazlarını, eşitsizliklerini her geçen gün daha da büyütüyor. Özellikle Ukrayna savaşı ile birlikte gıdada yaşanan krizin derinleşmesi, açlık tehlikesini tüm dünya halkları için somut bir tehlike haline getirdi.
Kapitalist sistemin ağababalarını biraraya getiren Davos Zirvesi’nin bu yılki toplantısına da açlık tehlikesi damgasını vurdu. Mayıs sonunda gerçekleşen toplantıda yayınlanan raporlar, “bir yanda servetin, diğer yanda sefaletin” nasıl biriktiğini göz önüne seriyor. Pandemi döneminde dolar milyarderlerinin sayısı 573 kişi artmış örneğin. Buna karşılık “aşırı yoksulluğa” düşenlere 263 milyon kişi daha eklenmiş. Devasa karlar elde edenlerin ise, ağırlıklı olarak gıda, enerji, ilaç ve teknoloji sektörlerindeki şirketler olduğu görülüyor.
Hastalıklar ve savaşlar üzerinden nasıl vurgun vurduklarını kendi raporlarından okuyoruz. Sadece Davos değil, BM’den G-7’ye emperyalist kuruluşların tüm raporlarında, pandemi sonrası milyarderlerin servetlerine servet kattığı açıkça yazılıyor. Örneğin ilaç sektöründe 40 yeni milyarder daha çıkmış. Moderna ve Pfizer gibi şirketler her bir saniyede bin dolar kar elde etmişler. (Türk olmasıyla övünülen, korona aşısının “mucidi” Uğur Şahin de bunlar arasında tabii..)
Türkiye’deki tablo daha vahim
Dünya böyleyken, Türkiye’nin bundan payını almaması, daha vahimini yaşamaması mümkün değil.
Bir yanda “servet-sefalet” uçurumu, diğer yanda “derin yoksulluk” ve açlık, büyüdükçe büyüyor. Bu yıl itibarıyla Türkiye nüfusunun yüzde 10’u tüm gelirin yüzde 54,5’ini alırken, en yoksul yüzde 50’nin payına sadece yüzde 12 düşmüş.
Türkiye’de ilk kez “asgari ücret” bu kadar hızlı eridi ve “açlık sınırı”nın çok altına düştü. Türk-iş gibi hükümet yanlısı işbirlikçi bir sendika bile, Mayıs ayında “açlık sınırı”nın 6 bin TL’yi geçtiğini açıkladı. “Yoksulluk sınırı” ise 20 bin TL ile 5 asgari ücrete eşitlendi. Üç kişiden birinin işsiz olduğu bir ülkede, her evde bir kişinin çalışıyor olması dahi “şans” sayılırken…
Hayat pahalılığında Türkiye tarihinin rekorlarının kırıldığı koşullarda, “asgari ücret”e Temmuz ayında yapılacak zamma bile yanaşmıyorlar. Oysa her ay artan enflasyon oranında zam yapılması gerekiyor. Ama TÜİK aracılığıyla enflasyon rakamlarını çok düşük göstererek memura, emekliye verilen “enflasyon farkını” ve olası ücret zammını en alt seviyede tutmayı planlıyorlar.
“Bağımsız ekonomistler”den oluşan ENAG, Türkiye’nin yıllık enflasyon oranını Mayıs ayı itibarıyla yüzde 160’ın üzerinde tespit ederken, TÜİK, yüzde 76 olarak açıklıyor. Üstelik bu rakama hangi mallar üzerinden ulaştığını gösteren “sepet”i de artık sunmuyor; yalanlarına bir dayanak oluşturmaya dahi çalışmıyorlar. Ama işçiye, memura, emekliye yapılacak zamlar TÜİK rakamlarına göre belirlenmeye devam ediyor.
Öfke doğru kanallara akmalı
Emekçi halk, çarşıda-pazarda nasıl bir enflasyonla karşı karşıya kaldığını her gün görüyor. En temel ihtiyaçlar bile alınamaz hale geliyor, çöplükten beslenenler artıyor. Buna son aylarda astronomik rakamlara ulaşan ev kiraları eklendiğinde, halkın önemli bir kesimi ciddi bir barınma sorunuyla da karşı karşıya…
Toplumsal öfke had safhada. En son Gezi Direnişi’nin 9. yılında yapılan gösterilerde, özellikle gençliğin öfke dolu olduğunu bizzat gözlemledik. Ama bu öfke doğru kanalize edilmediğinde farklı biçimlere bürünmeye, farklı kanallara akmaya çok meyilli… Çünkü örgütsüzler ve güvensizler…
Gerek 1 Mayıs’ta gerekse Gezi Direnişi’nin yıldönümünde, toplumsal öfke doğru değerlendirilip kanalize edilmedi. Reformist önderlikler, kitlelerin -özellikle de gençliğin- ne sorunlarına ne de duygularına yanıt verebiliyor. Devrimci yapıların önemli bir kısmı da ne yazık ki reformist-parlamentarist burgacın yörüngesinden çıkamıyor. Bu döngü kırılamadığı sürece, kitleleri devrimci bir rotada harekete geçirmek mümkün değil.
Ama bu öfke şöyle ya da böyle patlayacak! Komünist ve devrimci önderlikten yoksun patlamalarda ise, bilinçsizce kırıp dökme, kitlesel yağma-talan eylemleri, ardından daha büyük bir yenilgi ve kırılmanın yaşandığı tarihsel deneyimlerle sabittir. Bunu önlemenin yolu da, kitlelere doğru hedefler gösterip devrimci yol ve yöntemlerle yönlendirmekten geçer.
Yoksulluğu ortadan kaldırmak
Emperyalist kurumlardan “sivil toplum” kuruluşlarına kadar pek çok burjuva kurum, kapitalizmin yol açtığı sorunlara dikkat çekiyor. “Gelir dağılımı”ndaki uçurumu işsizlik ve yoksulluğun boyutlarını ortaya seriyor. Çünkü varolan tablo onları da ürkütüyor, sistemlerinin sarsıldığını görüyorlar.
Geçtiğimiz yıllarda, Türkiye’nin en zengin patronu Ali Koç da “gelirler arası uçurumun sürdürülemez olduğunu” söylemişti. “Akıllı burjuvazi” durum tespitini doğru yapıyor da, nasıl çözüleceğine gelince işler değişiyor. “Çözüm” olarak sundukları, en ilerisinden vergi sisteminin daha adaletli hale gelmesidir. Davos Zirvesi’nde görüldüğü gibi, zenginlerin daha fazla vergi ödemesiyle milyonlarca kişinin açlıktan kurtulabileceği söyleniyor mesela. “Servet vergisi” reformist kesimlerin de yoksulluğa karşı yükselttiği neredeyse tek talep.
Kuşkusuz bu adaletsiz vergi sistemi değişmeli, ona karşı mücadele verilmeli. Fakat bilmeliyiz ki, bu sistem varolduğu sürece zenginlerden alınacak verginin biraz artmasıyla yoksulluk bitmeyecek. Zaten bu tür kurum ve kuruluşların amacı da yoksulluğu bitirmek değil, sürdürülebilir hale getirmek. Böylece kapitalist sistemin yaşamasını sağlamak… Fakat kapitalist tekeller, binde 1’lik bir vergi artışına bile yanaşmıyor, aksine varolan vergileri ödememek için her yola başvuruyorlar. Azami kar dürtüsüyle hareket eden burjuvazinin farklı davranması da mümkün değil. Karlarının bir miktarını vermeleri için bile dişe diş bir mücadele gerekiyor.
Ama bizim hedefimiz vergilerle veya sadakalarla yoksulluğu sürdürebilir kılmak değil; ortadan kaldırmak! Bunun da yolu devrim ve sosyalizmden geçiyor. Viktor Hugo’nun dediği gibi “onlar yardım edilmiş yoksullar istiyor, biz ise ortadan kaldırılmış yoksulluk…”
Sadece burjuva kurumlarla değil, reformist partilerle de ayrım noktamız budur.