Erdoğan’ın Ankara’da “Muharrem Orucu’nun iftarına katılmak için” Hüseyin Gazi Cemevi’ni ziyareti, pek çok açıdan tartışma konusu oldu. Gerici-şeriatçı bir toplum inşasını hedefleyen ve bu konuda sistematik adımlar atan; Aleviliği “dinden sapma” olarak gören; okullarda Sünni İslam propagandası yapan din derslerinden Alevi çocukların muaf tutulmasını engellemeye çalışan; Cemevleri’ne “ibadethane” statüsü tanımayan, hatta “Cemevi cümbüşevidir” sözleriyle aşağılayan Erdoğan ve AKP yönetiminin, bir Cemevi’ne, “iftara” gidişi elbette tartışılacak bir konuydu.
Ve ziyaret, gerek biçim, gerekse içerik olarak “devletin Alevisi” yaratma çabasının berbat bir örneğini sergiledi. En başta Erdoğan, bu ziyarette Cemevi’ne “misafir” değil, “evsahibi” oldu. Cemevi, Sünni İslam anlayışına göre “dekore edildi”; duvarlardan Hz. Ali ve Hacı Bektaş Veli’nin resimleri kaldırıldı; Alevilerin ibadet dili Türkçe olmasına rağmen duvarlara Arapça yazılar asıldı; oturma düzeninde Erdoğan “baş köşeye”, daha doğru bir ifadeyle Alevi dedelerinin oturduğu “post”a oturtuldu; üstelik, toplantıya katılacak olanlara GBT (güvenlik taraması) yapıldı. “Alan hakimiyeti” Alevi kültürünün eşitlikçi-paylaşımcı özelliklerinden arındırılıp, Sünni İslam’a devredildi. Bu düzende hazırlanmış bir toplantı, “Erdoğan’ın Cemevi’ne misafir olması” değil, “Alevileri huzura kabul etmesi” amacını taşır ancak.
Toplantının biçimine damgasını vuran bu unsurlar, elbette içeriği de belirledi. Alevilerin en önemli talepleri gündeme bile gelmedi; Erdoğan’ın çizdiği sınırlar içinde toplantı yapıldı ve bitti.
Cemevi ziyaretinin hemen ardından Erdoğan’ın, alternatif bir etkinlik düzenlemek için Hacı Bektaş etkinliklerine katılma kararı da aynı yaklaşımı taşıyordu.
“Devletin Alevisi”ni yaratmak için
Erdoğan’ın şeriatçı İslam anlayışına sahip olduğu ve bu anlayışın sonucu olarak Alevileri “sapkın” gördüğü zaten biliniyor; bunu da çeşitli vesilelerle ifade ediyor. Ancak Türkiye’de Alevilerin inançları nedeniyle sistematik olarak fişlenmesi, ikinci sınıf insan muamelesi görmesi, belli dönemlerde Aleviliğin doğrudan “suç” olarak tanımlanarak yasaklanması, katliamlarla yok edilmeye çalışılması Erdoğan’la ve AKP dönemiyle sınırlı değildir; devletin politikasıdır. Sivas, Çorum, Maraş, Madımak gibi en önemli ve kitlesel Alevi katliamlarının AKP öncesi dönemde (hatta genel olarak “sosyal demokrat” partiler döneminde) gerçekleşmiş olması bunun ifadesidir.
Ancak devletin politikası sadece “imha”ya dönük değildir. Bir taraftan saldırılarla yıldırırken, diğer taraftan işbirlikçilerini yaratma, asimile etme, Sünnileştirme, “devletin Alevisi”ni oluşturma çabası da birlikte yürütülmektedir. 2013 yılında FETÖ’nün, işbirlikçi Alevi kurumu olan Cem Vakfı ile birlikte Ankara-Mamak’ta bir “cami-cemevi” inşaatı başlatması, bunun en somut örneklerinden biridir.
Benzer biçimde bugün, bir taraftan Ankara’da Alevi kurumlarına devlet destekli faşist saldırı düzenlenirken, Dersim-Nazımiye’de kaymakam Düzgün Baba Cemevi önünde silahlı korumalarla poz verirken, diğer taraftan Erdoğan’ın Cemevi ziyareti, tam da bu “havuç-sopa” taktiğinin ifadesidir.
Zaman zaman bu taktiğe kananlar, etkilenenler, devletin Alevileri kabulleneceğini, çeşitli haklar elde edebileceklerini düşünenler elbette çıkıyor. Son ziyaretin “Cemevi’ni meşrulaştıracağını” ileri sürenler olabildi mesela.
Gerçekte ise, Alevilerin daha geniş haklara sahip olmasının tek yolu direnmek, hakları için mücadele etmek, devletin bu türden manevralarına prim vermemektir. Bugün, Erdoğan’a zemin hazırlayan Hüseyin Gazi Cemevi yönetimi hakkında, Alevi Vakıfları Federasyonu’nun ihraç süreci başlatması da önemlidir ve “işbirlikçi” olmaya yeltenenlere bir uyarıdır aynı zamanda. Mamak’taki “cami-cemevi” inşaatı, iki yıl süren direnişlerin ardından iptal edilmiştir mesela. 1995 yılında İstanbul-Gazi Mahallesi’nde Alevilerin oturduğu bir kahveye düzenlenen saldırı sonucunda büyük bir direniş yaşanmış ve önemli kazanımlar elde edilmiştir.
İnanç özgürlüğü, dün olduğu gibi bugün de ezilen kesimlerin mücadelesiyle sağlanacaktır.