Seçimler zamanında yapılırsa, en geç Haziran ayında olması gerekiyor. Artık aylar kalan bir süreden bahsediyoruz. Her ne kadar muhalefet partileri, son üç yıldır hemen seçim olacakmış gibi bir hava yarattılarsa da bugünlere gelindi… Kitlelerin öfkesi “erken seçim” beklentiyle bastırıldı, amaç hasıl oldu.
Erdoğan’ın üçüncü kez cumhurbaşkanı adayı olması yasa tartışmalarına yol açacağı için, seçimlerin Mayıs ayına çekilme ihtimali var tabii. Fakat Erdoğan’ın yasalara uymama, muhalefetin de sessiz kalma alışkanlığı gözönüne alınırsa, AKP-MHP blokunun ısrarla verdiği tarih olan Haziran 2023’te seçimlerin yapılmasına şaşmamak gerekir. Elbette küçük bir olasılık da olsa seçimleri erteleme ihtimali de bulunuyor.
Uzunca bir süredir seçimle yatıp kalkıyoruz. Bunu sadece hükümet veya düzen muhalefeti yapmıyor, reformist partiler de seçime kilitlenmiş durumda. Bütün sorunların tek çözümü seçimmiş gibi bir yanılsama yarattılar ve halkı yıllardır bu beklentiyle oyalamayı başardılar.
Reformist parti ve kurumların aylardır süren ittifak görüşmeleri de nihayet sonuçlandı. Son anda çekilenler, ya da bir bloktan diğerine kayanlar olduysa da, iki ayrı ittifak biçiminde son şeklini aldı.
İttifaklar seçimi
Önümüzdeki seçim, diğerlerinden farklı olarak “ittifaklar”ın seçimi olacak. Bir tarafta AKP-MHP ve Vatan Partisi’nden oluşan “iktidar bloku” diğer tarafta “6’lı masa” olarak bilinen CHP ve İYİP’in başını çektiği “muhalefet bloku” vardı zaten. Şimdi bunlara, kendilerine “üçüncü blok” diyen HDP’nin etrafında kümelenen yeni bir ittifak eklendi. Ama bitmedi, “Sosyalist Güç Birliği” adı altında TKP, Sol Parti, TKH ve Devrim Hareketi ayrı bir ittifak oluşturduklarını açıkladılar. Ayrıca Muharrem İnce’nin Memleket Partisi ile, Ümit Özdağ’ın Zafer Partisi, “Türkiye İttifakı” kuracaklarını ilan ettiler.
Böylece halihazırda 5 ittifak kurulmuş durumda. Seçimlere doğru bunların artma ihtimali de var. Dolayısıyla bu seçimler “ittifaklar seçimi” şeklinde geçecek. Böyle olmasının “yeni sistem”le ve seçim yasasıyla bağlantısı var kuşkusuz. Seçim barajı Yüzde 10’dan yüzde 7’ye düşürüldüyse de halen varlığını koruyor. (Onu da MHP’nin ihtiyacından dolayı yaptıklarını biliyoruz.) “Cumhurbaşkanlığı sistemi” denilen ucube sistemde anamuhalefet partisinin bile önemi kalmadı. Yüzde 50’nin üzerinde oy alma zorunluluğu, bir başka ifadeyle cumhurbaşkanını seçecek bir oy potansiyelini toplamadan, hükümet olsa bile yönetemez hale gelmeleri, ittifakları zorunlu kılıyor. “6’lı masa” da bu zorunluluktan doğdu.
Düzen partileri açısından anlaşılır da, reformist parti ve kurumların “ittifak” ihtiyacı neyin ürünüdür? HDP’nin baraj sorunu kalmadığı halde ittifak arayışı neden bitmedi? HDP dışında kalan reformist partileri ayrı bir ittifak kurmaya iten sebep neydi? vb. pek çok soru ortada duruyor.
HDP’nin bitmeyen ittifak arayışı
Bilindiği gibi HDP’nin önceli partiler de, yüzde 10 barajını aşmak için ittifaklar yapmışlardı. ‘90’ların başında SHP ile başlayan seçim ittifakı, çeşitli bloklarla 2015’e kadar uzandı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP olarak yüzde 13 oy alınca, baraj sorunu çözüldü, sonraki seçimlerde de yüzde 10’un üzerine çıkmayı başardılar. Fakat HDP’nin kendisi zaten ittifaklar partisiydi. Öncesinden oluşan HDK(Halkların Demokratik Kongresi) 22 parti ve kurumu bünyesinde toplayan bir “çatı” durumundaydı ve bu “çatı” HDP’nin zeminini oluşturdu. EMEP gibi bazıları HDP’de erimeyi doğru bulmadı, fakat HDK’da kalacaklarını duyurdular. Her ne kadar HDK, HDP sonrası işlevini yitirse de…
HDP halen bir “çatı partisi” konumunda. Yapılan anketlerin çoğunda da baraj sorunu yaşamadığı görülüyor. Buna rağmen “çatı”nın dışında kalanları da etrafında toplama çabası bitmiyor. 25 Ağustos’ta deklare edilen “Emek ve Özgürlük İttifakı”yla; TİP, EMEP, EHP, SMF ve TÖP’ü de içine aldı. (Halkevleri ise, ittifakın “seçim odaklı bir daralmaya doğru gittiğini” söylerek ayrılıyor. Başından beri “seçim odaklı” olduğu belli değilmiş gibi… )
HDP’nin kendisi birçok kurumu içinde barındıran bir parti olduğu halde, yeni parti ve kurumlarla ittifak kurmaya neden ihtiyaç duyuyor? Sadece oy oranını arttırmak olmasa gerek. TİP’in önceli “Halkın TKP”si, önceki seçimlerde HDP’yi destekledi; Erkan Baş, Barış Atay ve sonradan TİP’e katılan Ahmet Şık da HDP içinden milletvekili seçilmişlerdi. Keza şu anda ittifak yaptıkları diğer kurumlar da HDP içinde yeralmasalar da seçimlerde HDP’yi destekleyen kurumlardı. Dolayısıyla bu ittifak, HDP’nin oy oranını arttırma ihtiyacından doğmadı.
HDP oylarının artmasını elbette istiyor. Fakat daha önemli olan, HDP’nin tüm sol üzerinde, özellikle Türkiye devrimci hareketi üzerinde tam bir hakimiyet kurmasıdır. HDP’nin kuruluş amacı da budur. Daha sonra kitap haline getirilen “İmralı Tutanakları”nda bu amaç, Öcalan tarafından açıkça ortaya konuyor. HDP, Türkiye devrimci hareketini reformize etmenin, parlamentarizm batağına çekmenin en önemli aracı olmuştur. Devrim yapma bilincini dumura uğramış, seçimlerdeki başarı her şey haline gelmiştir.
HDP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinde oylarını arttırmasını “demokratik devrim” olarak nitelemişlerdir örneğin. Öyle bir “demokratik devrim” olmuştur ki, hemen ardından kitlesel katliamlar gerçekleşmiş, Kürt illeri faşist ablukaya alınmış, ‘90’lı yılları aratmayan bir vahşet yaşanmıştır. Ve o çok övülen “seçim başarısı” da, 5 ay içinde “yeniden seçim” dayatmasıyla berhava edilmiştir.
Sonuçta HDP, oy oranlarındaki artışın ötesinde, tüm solu kendi “çatı”sı altında toplamak istiyor. Halen HDP’den ayrı duran parti ve kurumları da ittifaka dahil etmeye çalışıyor. Çağrısı hepsine. Bugüne dek çoğunu almayı başardı da. Milletvekilliği başta olmak üzere HDP’nin sunduğu olanaklar, birçoğuna cazip geliyor. Böyle olunca, HDP’nin hegemonyası baştan kabulleniliyor.
Buna rağmen farklı saiklerle de olsa HDP’den ayrı duran kurumlar var. Bu durum HDP’yi rahatsız ediyor. HDP dışında ya da HDP’yi desteklemeyen hiç bir sol örgüt kalmasın, “sol”dan hiç bir eleştiri gelmesin istiyor. Hepsini kendisine çekmek için elinden geleni yapıyor, ama çektiklerini de küçümsemekten, aşağılamaktan geri durmuyor. “Bu olanakları size biz sunduk”, “bizim sayemizde buralara geldiniz” türü sözleri, Kürt hareketinden sıkça duymak mümkün. Bir yanıyla yalan da değil. Fakat Türkiye halkları nezdinde HDP’nin kabul görmesinde Türkiye devrimci hareketinin katkısı da gözardı edilemez. HDP’nin özellikle Batı illerindeki oy artışında, devrimci-demokrat kurumlarla yaptığı ittifakın rolü büyük. Bu ittifaklar, niceliksel artışın ötesinde niteliksel olarak HDP’ye kan taşıdı, güç kazandırdı.
Dolayısıyla tek yanlı bir “verme” olayından söz edilemez. Fakat Kürt hareketinin gücü karşısında eğilmiş, ideolojik-siyasi olarak evrilmiş, bağımsız duruştan yoksun kurumlar, -kendi kattıklarından da bihaber- bu sözleri sindirebiliyor, hiç de demokratik olmayan ilişkilere, iç işleyişe boyun eğebiliyorlar. Buna karşın her defasında bir gerekçe bularak (“Türkiye’nin en kritik seçimi” gibi) bu durumu meşrulaştırmaya çalışıyorlar. İttifakın “Emek ve Özgürlük” adıyla kurulmasını, ortak deklarasyonda işçi ve emekçi sorunlarının başa alınmasını, Kürt soruna üçüncü sırada yer verilmesini “başarı” olarak görüyorlar. Ya da deklarasyonda geçen “Seçim sürecinde halkın gelecek umutlarını salt sandığa bağlamadan, ancak sandığın önemini de görmezden gelmeden emek ve demokrasi mücadelesini yükselterek…” diye devam eden cümleden hareketle bu ittifakın “seçim endeksli” olmadığını iddia ediyorlar.
İttifakın HDP (dolayısıyla Kürt hareketi) ekseninde ve seçim endeksli kurulduğu o kadar açıkken, bu tür zorlama yorumlar, olsa olsa kendilerini ve tabanlarını kandırmak olur.
Bir ittifak daha: “Sosyalist Güç Birliği”
Sol cenahta HDP ekseni dışında bir ittifak daha kuruldu. TKP, Sol Parti, TKH ve Devrim Hareketi, “Sosyalist Güç Birliği” adı altında ayrı bir ittifak kurduklarını açıkladılar. Uzun süredir ittifak görüşmeleri sürüyordu. Başlangıçta EMEP de bu görüşmelere katılmıştı, fakat EMEP tercihini HDP’den yana yaptı. HDP ekseninde “Emek ve Özgürlük İttifakı” ilan edilince, onun dışında kalan reformist parti ve kurumların ittifak görüşmeleri hızlandı ve “Sosyalist Güç Birliği” (SGB) olarak sonlandı.
SGB’yi oluşturan bileşenler, HDP’nin reformist-parlamentarist çizgisine karşı değiller aslında. Her ne kadar HDP eksenli ittifaktan farklarını; “seçim hedefli bir ittifak” olmadıkları, “milletvekili pazarlığına dahil olmayacakları” şeklinde açıklasalar da, seçimlere aylar kala kurulmaları ve seçim yoluyla iktidarın değişeceğini savunmaları bile, bu sözlerini boşa düşürüyor.
SGB’nin HDP ittifakının içinde yeralmaması ve ayrı bir blok oluşturmaları, asıl olarak Kürt hareketiyle birlikte anılmaktan duydukları rahatsızlıktır. Esasında bunu saklamıyorlar da. Özellikle TKP’nin sözlü-yazılı açıklamalarında bunu açıkça görmek mümkün. “Sol’un HDP vesayetinden kurtulması” gerektiğini söylüyorlar örneğin. Ama bu devrimci bir rahatsızlık ve itirazdan kaynaklanmıyor! “Sol”un önemli bir kısmının HDP etrafında kümelenmiş olmasına, dolayısıyla kendilerinin çekim merkezi olamamalarına duyulan bir rahatsızlık, hatta kızgınlık var. Türkiye’de özellikle laik orta burjuva kesimlerde görülen Kürtlere mesafeli duruşa yanıt olmak istiyorlar. Bu yönüyle CHP’nin içinde yer alıp da ona muhalif kesimlere bir alternatif sunuyorlar. Zaten seçim sonrası CHP’nin “iktidara” gelmesiyle birlikte “sol”daki boşluğu kendilerinin dolduracağını söyleyerek, “CHP’nin solu”na talip olduklarını söylüyorlar da.
Başta TKP olmak üzere SGB’yi oluşturan bileşenlerin, ideolojik olarak sosyal-şoven yaklaşımları yok değil. Fakat gelinen aşamada, Kürt sorunun çözümü noktasında her iki ittifak da “barışçıl demokratik çözüm”de buluşuyorlar. Buna karşın HDP eksenli ittifak, SGB’yi şovenlikle suçluyor. Zaten kendi dışındaki herkese “şoven” etiketi yapıştırmak gibi bir alışkanlıkları var. Oysa sadece Kürt sorununda değil, birçok noktada SGB ile aynı şeyleri savunuyorlar.
Mesela her iki ittifak da cumhurbaşkanlığı seçiminde ilk turda kendi adaylarını çıkaracaklarını, ikinci turda ise “Millet ittifakı” ile uzlaşacağını söylüyorlar. Esasında HDP, doğrudan “Millet ittifakı” içinde yeralmak istedi; fakat CHP ve İYİP, HDP ile birlikte görünmekten kaçındılar. Demirtaş dahil birçok HDP yetkilisi, bu konuda CHP’ye sitem etti. Şimdi yere-göğe sığdıramadıkları “üçüncü yol” politikası, HDP’nin tercih ettiği bir durum değildi, buna zorunlu kaldı. Diğer sol kesimleri kendi çevresinde toplayabilmenin yolu da her iki ittifak dışında “üçüncü” bir seçenek oluşturmaktan geçiyordu.
Şimdi CHP’ye yakın durduğu, Kemalizmi ilerici gördüğü için SGB’ye “şoven” diyorlar. Oysa “AKP’ye iktidarı altın tepside biz sunduk” diyen bizzat Öcalan’ın kendisidir. Yarın da CHP ile de aynı ilişkiye girebilirler. Ama EÖİ içinde yeralan hiçbir kurum HDP’ye bu yüzden eleştirmez, yaptıklarına “taktik” denilip geçilir.
Laiklik vurgusu dışında iki ittifak deklarasyonu arasında bir fark yoktur. Her ikisi de “tek adam rejimi”ne karşı olduklarını, kamusallaşmayı savunduklarını, Kürt sorununun “barışçıl demokratik çözümü”nden yana olduklarını söylüyor. Buna karşın EÖİ, SGB’yi “şoven” görürken, SGB de EÖİ’yi HDP güdümünde bir “seçim ittifakı” olarak görüyor. Oysa ne söylerlerse söylesinler, her ikisi de seçim endeksli kurulan ittifaklardır ve seçimlere dönük politikaları özsel olarak aynıdır.
Kuşkusuz her iki ittifakta yer alan bileşenlerin ideolojik-siyasi farkları vardır. Fakat ikisi de seçimlere dönük kuruldukları ve deklarasyonları asıl olarak seçim politikasını içerdiği için, bu farklar oldukça silikleşmiş durumdadır. Asıl önemlisi, kendilerine ne atfederlerse atfetsinler her ikisi de devrimci-sosyalist değil, reformist-parlamentarist birliklerdir.
Sonuç yerine
Che Guvera’nın “devrim için savaşmayana sosyalist denmez” diye bir sözü var. TKP geçmişte de bugün de “barışçıl devrim” hayallerinin bayraktarlığını yaptı. Sol Parti, ÖDP ile birlikte legalizmin-reformizmin öncülüğüne soyundu. HDP zaten yıllardır “barışçıl-demokratik çözüm” diyor. Esasında hiçbirinin devrimle, sosyalizmle ilgileri kalmamış durumda. Buna karşın hala bu sıfatları kullanarak, halkın devrim ve sosyalizm özlemini sömürmeye çalışıyorlar.
Devrimci, sosyalist olmanın en önemli koşulu; seçimlerin çare olmayacağını kitlelere söylemektir. Bu sömürü ve soygun düzeninin ancak şiddete dayalı bir devrimle yıkılacağını, başka türlüsünün mümkün olmadığını anlatmaktır. Sömürüsüz, sınıfsız, savaşsız bir dünyanın ancak komünizmle geleceğini, onun için de sosyalist bir inşa sürecinin gerektiğini kavratmaktır.
Bir yandan parlamenter hayaller yayacaksınız, sorunların çözümünde tek adres olarak sandığı göstereceksiniz, “cumhur ittifakı”na karşı “millet ittifakı” ile uzlaşmanın yollarını arayacaksınız; diğer yandan “devrimci” ya da “sosyalist” sıfatını kullanmaya devam edeceksiniz… Bu kitleleri kandırmaktır!
“Birkaç yılda bir, egemen sınıfın hangi temsilcisinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek- sadece parlamenter-meşruti monarşilerde değil, aksine en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlametarizminin gerçek özü budur” diyor Lenin.
“Egemen sınıfın hangi temsilcisinin bizi ezeceğine” taraf olmak değil, egemenlerin tümüne karşı savaşmaktır devrimcilik. Reformlar için mücadeleyi devrim için yapmak, parlamento dahil tüm burjuva kurumları, devrimin çıkarları doğrultusunda kullanabilmektir. Aksi her tutum burjuva iktidarını güçlendirmekten başka bir şeye yaramaz. Reformistlerin yaptıkları da budur.