Ortadoğu; savaşın orta sahası-II

TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nde bulunan ve “Devrim Günceldir” adlı kitapta yeralan bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.

 

İran Ortadoğu’nun kalbinde

ABD’nin Irak işgalinin ardından, asıl hedefi İran oldu. Çünkü Irak işgali, bölgede “Şii direniş hattı” adı verilen büyük bir Şii odak oluşturmuştu; ve Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, Irak Şiileri ile birlikte İran, bölgenin en önemli gücüne dönüşmüştü. Bu nedenle ABD emperyalizmi, Arap ayaklanmalarının İran’ın içine sıçramasını sağlamak ve bunu bahane ederek İran’a saldırmak için çeşitli girişimlerde bulundu. Ancak başarıya ulaşamadı.

Diğer taraftan, Suriye’de bir hareket başlatıldığı andan itibaren, İran bu savaşa müdahil oldu. Çünkü ABD’nin önünü Suriye’de kesmek; savaşı kendi topraklarında değil, Suriye topraklarında karşılamak istiyordu.

Suriye’de savaş başlayınca, İran’ın en önemli askeri gücü olan Devrim Muhafızları içinden bir birlik, Suriye topraklarına geçerek, buradaki cihatçı çetelere karşı savaşmaya başladı. Irak hava sahasını kullanarak, Suriye’ye asker ve silah gönderdi. Aynı zamanda Irak’taki cihatçı çetelere karşı da, Irak hükümetine yardım ediyordu. Sonuçta İran, Devrim Muhafızları-Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani önderliğinde, hem Irak’ta hem de Suriye’de cihatçı çetelere karşı savaş verdi. Ayrıca Irak ve Suriye hükümetlerine uçak ve silah sevkiyatı gerçekleştirdi.

ABD açısından ise, bir yanıyla İran zaten hedefindeydi; diğer yandan Suriye savaşına dahil olmasına karşılık, İran üzerindeki uluslararası baskıyı arttırmaya çalıştı. Kasım 2011’de Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun açıkladığı bir rapor, “İran’ın nükleer silah sahibi olmada yol katettiği”ni belirtiyordu. Bu rapora dayanarak ABD, İran’a yaptırımlar konusunu yeniden gündeme taşıdı. İran ise, Basra Körfezi’ndeki ülkeler için stratejik öneme sahip Hürmüz Boğazı’nı uluslararası geçişlere kapatacağı tehdidini savurdu. Dünyadaki petrol ticaretinin yaklaşık beşte birine yol olan bu boğaz, İran ile BAE (Birleşik Arap Emirlikleri) arasında bulunuyor ve İran sıkıştırıldığı zaman, boğazı tehdit unsuru olarak kullanıyor. Diğer taraftan, İran günlük petrol-doğalgaz satışının yüzde 20’sini AB ülkelerine gönderiyor; bu nedenle AB ülkeleri İran’a yaptırım uygulamak konusunda çok da istekli davranmıyor.

Bu koşullarda ABD, İran üzerinde istediği düzeyde baskı oluşturamadı. Dahası İran, Esad yönetiminin yıkılmaması için bütün gücüyle savaşın bir parçası oldu. ABD’nin oluşturduğu Esad karşıtı koalisyon çok güçlüydü; ayrıca cihatçı çetelere verilen destek de fazlaydı. Bu nedenle İran’ın desteği, Esad’ın güç ve toprak kaybetmesini önleyemedi. Ancak ABD’nin, Esad yönetimini devirme ve Suriye’yi ele geçirme planlarının önündeki ilk büyük engel oldu.

İran, Lübnan Hizbullahı’nı da Suriye topraklarında savaştırarak; tüm kayıplarına rağmen Esad yönetiminin varlığını ve meşruiyetini korumasını sağladı. En başta, cihatçı çetelerin ele geçirdikleri toprakların denize ulaşmasını engelledi. Bu, cihatçı çeteler için stratejik bir eksiklik oluşturdu. İkincisi, Halep gibi bazı kentleri kaybetmekle birlikte, başkent Şam başta olmak üzere, önemli kentler Esad yönetiminin kontrolü altında kaldı. Üçüncüsü, ABD emperyalizmine duyulan öfke ve ABD’nin diğer Arap ayaklanmalarına yaptığı müdahalelerin yıkıcı sonuçları, Suriye nüfusunun çok önemli bir kısmının Esad’a destek olmasına yol açtı. Bütün bunların toplamında, Esad yönetiminin uluslararası meşruiyeti hep devam etti. Suriye savaşının başladığı ilk aylarda, Arap Birliği toplantısında “Suriye” koltuğuna “muhalif” temsilcinin oturtulması, “sürgünde hükümet”, “sürgünde komutanlık” kurma girişimleri vb. Esad yönetimini yok sayan kimi adımlar atılsa bile; Esad’ın Kaddafi olmayacağı ortaya çıktı. Öyle ki, ABD bile zaman zaman, “Esad’lı çözüm”e razı olduğunu belirten açıklamalar yapmak zorunda kaldı.

İran, ABD ve işbirlikçilerinin yürüttüğü gerici iç savaşın ilk yıllarında, Esad’ın kazanmasını sağlayamadı belki; ancak kaybetmesini önledi. Bu Suriye açısından çok önemli bir destekti. Ekim 2014’te Kobane direnişi, ardından Eylül 2015’te Rusya’nın Suriye’deki savaşa doğrudan dahil olmasıyla birlikte savaşın seyri değişti; İran da tüm bu süreçte Suriye’nin kazanımlarının bir parçasıydı.

Aynı dönemde, İran’ın bir kolu Yemen’e uzanmış, Husi’lerle birlikte Suudi Arabistan’ın işgaline karşı direniyordu.

Bir tarafta başkent Sana’da yönetime el koyan Husiler ve Salih’e bağlı güçler, diğer tarafta Aden’e yerleşen Hadi ve Suudi destekli şeriatçı güçlerin bulunduğu Yemen’de, İran da savaşın aktif bir parçası oldu. (Savaşın başlangıç evresi, sf. 131’de ve sf. 181’de anlatılıyor- yn.) Öyle ki, NATO destekli Suudilere karşı “çıplak ayakla” savaşan Yemenli Husiler, Suudi kentlerini tehdit eder oldular. Birçok defa Suudi topraklarına girerek, yüzlerce Suudi askerini esir aldılar, toprak işgal ettiler. (*)

2015-2019 yılları arasında geçen dört yılda, Yemen’de yaklaşık 3 milyon insan evinden oldu, 100 binden fazla insan öldü. Cihatçı çeteleri de pervasızca kullanan, petrol zengini ve NATO destekli Suudi Arabistan’ın Yemen savaşını kazanamamasının en önemli nedeni, İran’ın (ve Rusya ile Çin’in) verdiği destekti. Yemen’de İranlı pilotların doğrudan savaştığı, İran menşeli silahların kullanıldığı yolunda sayısız haber yapıldı.

ABD’nin hedefinde olan İran, savaşı kendi topraklarına varmadan bitirmek için, Ortadoğu genelinde büyük bir savaş verdi. Üç ayrı ülkede, Suriye, Irak ve Yemen’de savaşın bir parçası oldu; sadece askeri yardım yaparak değil, askeri birlikler göndererek bu savaşı yürüttü. Ve hepsinde de, ABD destekli güçlerin kayıp vermesini sağladı, ABD’nin hedeflerini gerçekleştirmesini önledi.

İran’ın bu başarısı, kimi zaman karşısındaki emperyalistlerin geri adım atmalarına, kimi zaman da daha şiddetli saldırıya geçmelerine neden oldu. Mesela ABD, 2011 yılında nükleer çalışmaları nedeniyle İran’ı hedefe çakmıştı. Suriye savaşında ABD’nin artık gerilemeye başladığı 2015 yılında ise, Rusya ve Çin’in de önayak olmasıyla ABD ve AB ülkeleri İran ile nükleer anlaşma (JCPOA) imzalamak ve yaptırımları kaldırmak zorunda kaldılar. Ancak İran’ın Suriye ve Irak üzerindeki etkinliğinin giderek artması üzerine, 2018 yılında ABD tek taraflı olarak nükleer anlaşmadan çekildiğini ve yeniden yaptırımları devreye soktuğunu duyurdu. Yanısıra İran sıkça İsrail’in doğrudan hedefi haline geldi, zaman zaman Suriye’deki askeri birimlerine dönük saldırılar düzenlendi. Hatta ABD’nin Rusya ile Suriye üzerinden yaptığı pazarlıklarda, İran’ı dışlama-Suriye’den çıkarmaya dönük girişimleri de oldu. Bütün bunlara rağmen İran, hem Suriye savaşının hem de Irak’ta IŞİD’e karşı mücadelenin temel aktörlerinden biri olmaya devam etti. Sonuçta, hem Esad hükümetinin zaferinde, hem de Musul başta olmak üzere Irak’ta IŞİD’in yenilmesinde belirleyici rol oynadı. (**)

 

Rusya yeniden “sahalarda”

2018 yılı Mart ayında, ABD Donanması’na ait bir denizaltı Kuzey Kutbu’nda buzlara sıkışarak mahsur kaldı. Olayı çarpıcı kılan unsur şuydu: Denizaltı, “Rusya’ya saldırı” tatbikatı yapıyordu! Bu olay, adeta ABD ile Rusya’nın son 20 yılının özeti gibiydi.

‘90’lı yıllarda Rusya, parçalanmış yapısı ve iddiasını kaybetmiş devletiyle, ABD için bir tehdit olmaktan çıkmıştı. Rusya’nın parçalanarak darmadağın olduğu, kendine bağımlı ülkeleri ABD karşısında korumasız bıraktığı (Birinci Körfez savaşı ve Irak işgali bu koşullarda gündeme gelmişti), Rus egemen sınıflarının ülke içini yağmalamakla meşgul olduğu, dünya halklarının umudu sosyalist SB’den geriye kalanların yokedilmeye çalışıldığı bir dönemdi bu. Devlet Başkanı Boris Yeltsin, dönemin gevşekliğinin, iktidar zayıflığının, dünya hegemonyasındaki güç kaybının sembolüydü.

2000 yılında göreve başlayan Putin’le birlikte yeni bir dönem başladı. Rusya’nın yeni saldırgan-hegemonyacı politikalarının somutlaşmış haliydi Putin. Eski Sovyet coğrafyasında hegemonyasını yeniden kurmak için harekete geçti.

Rusya yeni döneme, SB’nin tüm dünyaya meydan okumasını sağlayan güçlü ekonomik yapısını kaybetmiş olarak başlıyordu. Çok önemli sanayi kuruluşlarının bir kısmı ayrılan devletlerin topraklarında kalmış, Rusya sınırları içinde kalanlar ise ‘90’ların dağınıklığı içinde yağmalanmıştı. Bu nedenle Rusya, emperyalist arenada yerini genişletmeye çalışırken, güvenebileceği bir ekonomik gücü yoktu. Ama bunun yerine, çok önemli bir askeri gücü, hepsinden önemlisi silah olarak kullanabileceği zengin petrol ve doğalgaz yatakları vardı.

1990 öncesinde dünya, ABD ile sosyal emperyalist SB arasında paylaşılmıştı. ‘90’lı yıllarda ABD, mutlak hegemonyasını ilan etmenin konforunu yaşadı. 2000 yılından itibaren ise, ABD’nin rakibi artık Çin’di. Ve ABD, Çin’i yalnızlaştırma politikası izledi. Rusya’nın Çin’den kopartılması, öncelikli hedefi oldu. Bu nedenle, kimi zaman Rusya ile dost görünmeye çalışarak, kimi zaman Rusya’yı kuşatarak, kimi zaman da Rusya’nın kendi çevresindeki sorunlarla boğuşmasını sağlayarak, Çin ile Rusya ittifakını etkisizleştirmeye çalıştı.

Rusya ise, bir satranç ustası olarak, en büyük rakibi olarak gördüğü ABD’ye karşı, kimi zaman dost görünerek, kimi zaman meydan okuyarak savaşını sürdürdü. Ve bu savaşta çoğu kez Çin ile aynı safta buluştu. Bu, Çin ile dost oldukları anlamına gelmiyordu; ancak ABD karşısında çıkarları ortaklaşmıştı. 1996’da kurulan, 2001’den itibaren genişletilen ve Orta Asya ülkelerinin büyük bölümünü kapsayan Şanghay İşbirliği Örgütü, böyle bir ittifak ilişkisiydi mesela.

Rusya’nın stratejisinde, baş düşman ABD idi; Çin değil. Bu, resmi söylemde de açıkça ortaya konuyordu. Mesela Putin’in Aralık 2014’te yayınladığı Rusya’nın “Askeri Doktrini” belgesinde, “Rusya için en büyük risk NATO’dur” yazıyordu. Bundan kısa bir süre sonra, Temmuz 2016’da Varşova’da gerçekleştirilen NATO Zirvesi’nde de Rusya, NATO için “öncelikli tehdit” olarak tanımlandı.

Aslında Varşova Paktı’nın dağılmasının ardından NATO, Rusya için “tehdit-hedef” tanımını kaldırmıştı. Ardından NATO, SB’den kopan devletleri yutmak, Rusya’yı çevrelemek için çaba harcadı. İlk olarak 1990’da Sovyet askeri birlikleri Doğu Almanya’dan çıkarıldı ve Almanya birleştirildi. 9 yıl sonra, eski Varşova Paktı üyesi ülkelerden Macaristan, Polonya ve Çek Cumhuriyeti NATO’ya üye yapıldı.

2002’de Bulgaristan, Letonya, Litvanya, Estonya, Romanya, Slovakya ve Slovenya’nın NATO’ya girmesine sıra gelmişti. Eski SB hegemonyasındaki ülkeler birer birer NATO’ya alınıyor ve NATO’nun sınırları adım adım Rusya’ya yaklaştırılıyordu. 11 Eylül 2001 sonrasında Afganistan’daki savaş, NATO’nun Özbekistan ve Kırgızistan’da üsler kurmasını, Kazakistan ve Tacikistan’da askeri ayrıcalıklar elde etmesini sağlamıştı. Yine aynı dönemde NATO’nun “Barış için Ortaklık” projesi kapsamında Ukrayna, Gürcistan, Moldova, Kazakistan, Ermenistan ve Azerbaycan, NATO ile askeri ilişkiler kurdu. Yanısıra Kanada, Alaska, Polonya ve Çekoslovakya’ya gelişkin füze sistemleri kuruldu; ki bu füzeler Rusya’yı hedef alıyordu.

Rusya’nın en fazla kuşatıldığı alan Kuzey Avrupa ve Baltık bölgesi oldu. Mayıs 2016’da Romanya’da NATO’nun yeni füze savunma sistemi konuşlandırıldı. Haziran başında Baltık Denizi’nde “Baltop” deniz kuvvetleri manevrası yapıldı. Aynı günlerde Polonya’da 31 bin NATO askerinin katıldığı “Anakonda” kara savaşı tatbikatı düzenlendi. Varşova Zirvesi sırasında ise, NATO’nun Polonya, Letonya, Litvanya ve Estonya’daki askeri varlıklarını arttırma kararı alındı. Polonya’da güçlü bir askeri üs kurulması ve NATO’nun Baltık Denizi etrafında askeri varlığını artırarak Rusya’ya karşı caydırıcı güç olması hedefi açıklandı. NATO’nun Doğu Avrupa’da yayılmasının süreceği bildirildi. Rusya’yı çevreleyen ülkelerdeki askeri tahkimatın artacağı ilan edildi. Finlandiya ve İsveç’in de Varşova Zirvesi’ne katılmış olması, bölgede Rusya’nın NATO tarafından tamamen kuşatıldığını gösteriyordu.

ABD’nin Rusya’yı kuşatmak istediği bir başka nokta ise, Karadeniz’dir. ABD zaten Karadeniz’e kıyısı olan ülkelerde (Romanya, Bulgaristan, Gürcistan) oldukça önemli bir kara ve hava gücünü bulunduruyor. Ayrıca bölgeye radar ve füze sistemleri yerleştirdi. ABD Awacs’ları ve karakol uçakları halihazırda Karadeniz üzerinde uçmaya devam ediyor. Özellikle Kırım’ın Rus emperyalizmi tarafından ilhakından sonra, hem NATO gemileri hem de ABD savaş gemileri, Karadeniz’e daha sık girip çıkıyor. Ancak bunlarla yetinmeyen ABD, Karadeniz’de, “NATO Daimi Deniz Gücü” adı altında sürekli varlık göstermek istiyor.

‘90’lı yıllar boyunca NATO çok daha pervasız biçimde ilerlemişti. Ancak Putin’in yönetime geldiği 2000 yılından itibaren, Rusya emperyalizmi adım adım tutumunu sertleştirdi. Özellikle Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkelerin NATO ilişkileri sözkonusu olduğu zamanlarda, çok daha sert tepkiler gösterdi.

Mesela 2008 yılında Gürcistan, ABD’ye güvenerek, kendi sınırları içindeki özerk bölgeler olan ama bağımsızlık ilan eden Abhazya, Güney Osetya’yı kontrol altına almak için bir harekat başlattı. NATO’ya girme sözü de almış olan Gürcistan’a karşı, Rus ordusu Gürcü ordusunu başkent Tiflis’e kadar kovalayarak cevap verdi. ABD savaş gemilerinin Karadeniz’den seyrettiği ve müdahil olamadığı bu “yarı-işgal” durumunda, Gürcistan geri adım atmak zorunda kaldı ve bir daha bu bölgelere dönük bir plan yapamadı; üstelik dönemin devlet başkanı Saakaşvili Ukrayna’ya kaçmak zorunda kaldı. Rusya, kendisine katılma kararı alan bu cumhuriyetleri ilhak etmedi ancak “Barış Gücü” adı altında Rus ordusu bu bölgelere yerleşti.

Benzer bir durum, 2014 yılında ABD Ukrayna’yı karıştırdığı zaman ortaya çıktı. Aslında 2004 yılından itibaren Ukrayna’nın NATO’ya alınması, Rusya’ya karşı bir tehdit unsuru olarak gündemde tutuluyordu. Ve Rus emperyalizmi kimi zaman Amerikancı hükümet darbelerine karşı darbeler geliştirerek, kimi zaman doğalgaz kartını kullanarak, Ukrayna’yı stabil tutmaya çalışıyordu. Ancak 2014 yılında ipler koptu. ABD, Suriye savaşına destek veren Rusya’yı “cezalandırmak”, hatta “oyalamak” için Ukrayna’yı yeniden karıştırdı. Rusya’nın etkisinde olan bölgelere dönük bir iç savaş başlattı. Ancak Rusya, geçen on yıl içinde daha güçlü, kendine güvenli hale gelmişti; ayrıca Ukrayna’nın sürekli kendisine karşı silah olarak kullanılacağını da görmüştü. Bu koşullarda, gizli siyasi-askeri oyunlar yerine, doğrudan harekete geçti ve Kırım’ı ilhak etti; Ukrayna’nın doğu eyaletleri de ayaklanarak “Donbass Cumhuriyeti”ni kurdular. Böylece ABD’nin kaldırdığı taş ayağına düşmüş oldu. Rusya bugün Donbass içinde yer alan Donetsk ve Lugansk cumhuriyetlerini ilhak etmiyor; ancak Ukrayna daha fazla zorlarsa, Rus ordusunun bu topraklara girmesi de ihtimal dışı değil. 2018 yılında Ukrayna Donanması’nın Kerç Boğazı’nda (Kırım ile Rusya arasındaki, Karadeniz’den Azak Denizi’ne açılan boğaz geçidi) provokasyon çıkarması üzerine, Rusya gemilere el koymuş ve mürettebatı tutuklamıştı mesela. Böylece sınırları sözkonusu olduğunda tavizsiz davranacağını bir kere daha göstermiş oldu.

Rusya emperyalizminin ABD ile çatıştığı önemli alanlardan biri de Venezüella’dır. Özellikle Chavez’in ölümünün ardından, ABD’nin Venezüella’da iç karışıklık çıkarma hamleleri peşpeşe gelmektedir. Bu bir yanıyla Rusya’yı Suriye savaşında zayıf düşürme-dikkatini dağıtma amacını taşırken, asıl amacı, “arka bahçesi”ndeki en stratejik ülkeyi yeniden kazanmaktır. Maduro döneminde ABD’nin Venezüella’ya dönük ekonomik saldırıları oldukça büyük bir etki yarattı ve Venezüella ekonomisini sarstı. 2019 başlarında “üretip”, “sahaya” sürdüğü “muhalif lider” Guaido da, iç siyasette önemli bir sarsıntı yaratmayı başardı. Ancak hem Çin’in hem Rusya’nın desteğini alan Maduro hükümeti, kısa zamanda ABD’ci Guaido’yu ülkeden de siyasetten de uzaklaştırmayı başardı.

Rusya’nın ABD karşısında en büyük sıkıntıyı yaşadığı yer, Baltık ülkeleridir. Eski Sovyet çoğrafyası içinde yeralan ve Baltık Denizi’ne açılan Letonya, Litvanya, Estonya, ilk andan itibaren ABD’nin yakın kuşatması altında oldular. Baltık Denizi’ne kıyısı son derece kısıtlı olan Rusya için, bu ülkelerin NATO’ya yaklaşmaları da çok büyük bir tehdit anlamını taşıyor. Toplam nüfusları 5 milyon civarında olan bu üç küçük ülkenin silahlanma harcamalarının, 2014 yılında 1.6 milyar dolar gibi, cüsselerinin çok üzerinde bir rakama ulaşması; dahası NATO’nun füze kalkanı projesinde sürekli isimlerinin geçmesi, Rusya için, henüz çözülememiş bir tehdit olarak duruyor. Ancak ABD Baltık ülkelerinde, Ukrayna’dakine benzer adımlardan şimdilik kaçınıyor. 2016 yılında ABD’nin Avrupa Kara Kuvvetleri Komutanı, “Rusya Baltık ülkelerini 60 saatte işgal eder” demişti. Kırım’ın işgalinin ardından, Baltık ülkeleri için de bunun ihtimal dahilinde olduğunun farkındalar. Yine 2016 yılında, Polonya’ya gitmekte olan bir ABD savaş gemisi Baltık Denizi’nde seyrederken, Rus savaş uçakları tarafından birkaç kez alçak uçuşla taciz edilmişti. Bu tür yöntemlerle Rusya, ABD’nin tedirginliğini canlı tutuyor.

Arap Ayaklanmaları’nın başlamasıyla, Rusya’nın eski Sovyet coğrafyasının dışındaki hegemonya mücadelesi de yeniden hız kazandı. 2011 yılında ABD, BM-Güvenlik Konseyi’ne Libya’yı işgal planını getirdiğinde, Rusya “çekimser” oy kullanmıştı. Bu sayede Libya paramparça edildi. 8 yılın ardından Rusya, Libya’da Hafter güçlerine dayanarak yeniden etkinlik kurmaya çalışırken, geçmişin laik, görece refah ülkesinden eser kalmamış, gerici-şeriatçı çeteler dört bir yana kol salmıştı.

Libya konusunda yeterince direnmeyen Rusya, sıra Suriye’ye geldiğinde bir barikat kurdu. BM-GK’ya gelen, Suriye hükümetini kınama ve işgal kararlarının hepsini veto etti; engelledi. Rusya engeline çarpan ABD, Suriye savaşı boyunca Rusya’yı “oyun dışı” bırakmak için sürekli yeni hamleler yaptı. ABD’nin zaman zaman Suudi Arabistan ile işbirliği halinde petrol fiyatlarını düşürerek Rusya’nın ekonomisini sarsmak istemesi; özellikle Kırım’ın ilhakından sonra gündeme getirdiği yaptırımlarla baskı kurması gibi yöntemler de Rusya’yı sıkıştırmak, Suriye savaşındaki etkisini zayıflatmak amacını taşıyordu.

Ancak hem Suriye, Rusya açısından çok daha farklı ve özel bir anlam taşıyor; hem de Rusya emperyalizmi artık dünya hegemonya mücadelesindeki yerini güçlendirmek için daha atak bir döneme girmiş bulunuyor. Bu iki unsur Suriye savaşının da, ABD’nin Ortadoğu politikalarının da kaderini değiştirdi.

Rusya’nın Suriye’de doğrudan savaşa girdiği tarih olarak 30 Eylül 2015 olarak kaydediliyor; gerçekte, savaş başladığı andan itibaren Rusya, bir biçimde Esad hükümetinin yanında yer aldı. Çünkü Suriye, Rusya için stratejik öneme sahip bir ülkedir. Rusya’nın Ortadoğu’daki, Doğu Akdeniz’deki çıkarlarının odak noktası, “sıcak denizlere açılma politikası”nın en önemli aracıdır. Suriye’nin Lazkiye kentinde Rusya’nın büyük bir askeri üssü, Tartus kentinde ise askeri deniz üssü bulunur. Ortadoğu’nun denize açılan stratejik bir kapısı, bu sayede Rusya’nın kontrolü altındadır. Doğal olarak Rusya, bu kapıyı ve kendi emperyal çıkarlarını korumak için, Suriye’de Amerikancı bir darbeyi önlemek zorundaydı.

Suriye iç savaşı başladığında Rusya, çok önemli bazı adımlar attı. Bunun sonucunda radikal İslamcı çeteler, Suriye topraklarının üçte ikisine yakın bölümünü ele geçirirken, denize uzanan tek bir şerit bile alamadılar. Ayrıca cihatçılar iç kesimlerde ve kırsaldaki kentleri ele geçirmeyi başarsalar da, başkenti ve nüfusun büyük bölümünü taşıyan kentleri de alamadılar.

30 Eylül 2015 sonrasında Rusya, doğrudan kendi askeri gücüyle savaşa girince savaşın seyrini tamamen değiştirdi. Bir haftada IŞİD mevzilerine yaptığı bombardıman, ABD’nin bir yılda yaptığı bombardımandan da büyük, daha etkiliydi. Ardından Viyana’da bir toplantı düzenlendi ve bu toplantıya, ABD’nin tepkisine rağmen İran da katıldı. Ayrıca o güne kadar Suriye’de Esad yönetimine karşı olan tüm örgüt ve gruplar “muhalif” olarak tanımlanırken, Viyana toplantısında alınan kararla, bu gruplar “muhalif” ve “terörist” olarak iki kategoride tasnif edildi. Bu, Suriye savaşının siyasal dengelerini de değiştirdi. Yanısıra Rusya, Irak, İran ve Suriye’nin de içinde yer aldığı bir ittifak kuruldu ve bu ittifak, IŞİD’e karşı birlikte mücadele etme kararı aldı. Ardından, Antalya’da toplanan G-20 zirvesinde Putin, “40 kadar ülkenin IŞİD’e finansal destek sağladığını” söyledi. Bu sözlerle ABD ve Türkiye’yi hedef aldığı biliniyordu. Sonuçta Rusya, Eylül 2015’ten itibaren bir taraftan cihatçı çetelerin elindeki toprakları hızla geri alırken, diğer yandan Suriye’nin geleceğine ilişkin kararlarda en etkin güç olarak sahadaki ağırlığını koydu.

Rusya’nın ikinci önemli başarısı, Suriye’deki Kürt hareketinin tamamen ABD şemsiyesi altına girmesini engellemek oldu. Kürt hareketinin Soçi ve Cenevre başta olmak üzere, Suriye için yapılan uluslararası toplantılarda temsil edilmesi için uğraştı, kimi durumlarda katılmasını sağladı. Suriye devlet bütünlüğü içinde, Kürt bölgesinin belli haklar edinmesi konusunda “pazarlık”lara açık bir tablo oluşturdu. PYD temsilcileri bir çok defa Moskova’ya gitti, görüşmeler yaptı; hatta Rusya’da büro açtı. Başta Salih Müslim ve Selahattin Demirtaş olmak üzere, Suriye ve Türkiye’den Kürt hareketinin önderleri Rusya’ya ziyaretler gerçekleştirdi. Zaman zaman Rus askerinin üniformasına SDG’nin (Suriye Demokratik Güçleri) ambleminin takıldığı, resmi binaların üzerinde Rus bayrağı ile YPG bayrağının birlikte dalgalandığı fotoğraflar basında yer aldı. Özellikle Türkiye’nin baskısı karşısında ABD’nin PYD-SDG’yi terkettiği, ortada bıraktığı her durumda, Rusya devreye girdi ve PYD ile ilişki kurdu. Mesela ABD, 2018 yılında Türkiye’nin Menbiç’e girme talebini kabul ederek YPG-SDG’ye Menbiç’i bırakmasını söylediğinde, Rusya devreye girerek Menbiç sınırlarına asker yerleştirdi ve TSK’nın girişini engelledi.

Bu anlattıklarımız, Rusya’nın SDG karşısında çok “anlayışlı”, çok uzlaşmacı davrandığı anlamına gelmiyor elbette. Rusya’nın amacı ABD’nin mevzi kaybetmesi, Kürt hareketiyle bağlarının zayıflatılmasıdır. Bu nedenle, ABD’nin boşluk bıraktığı, Türkiye’yi tercih ettiği her durumda, Kürt hareketine alan açtı. Diğer taraftan, Kürt hareketinin ABD ile ilişkisini güçlendirdiği her defasında da, “cezalandırma” yöntemini açıkça kullandı. Mesela Türkiye’nin Afrin’i işgal etmeye hazırlandığı dönemde, Rusya’nın SDG’ye teklifi, Afrin’in Suriye’ye bırakılması, karşılığında bazı haklar için pazarlık yapılması oldu. SDG Rusya ile bu pazarlığı kabul etmedi; böylece ABD’den icazet alan Türkiye, Rusya’nın sessiz kalmasıyla Afrin’e girdi; SDG bu çok önemsediği kantonu terketmek zorunda kaldı. SDG’nin ABD ile birlikte Suriye karşıtı hamleler yaptığı dönemde Rusya, AKP yönetiminin Suriye topraklarındaki işgal taleplerini, SDG’ye karşı bir silah olarak kullandı.

Çünkü Rusya’nın öncelikli amacı, Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak ve Suriye topraklarındaki Amerikan etkisini azaltmaktı. Bunu kimi zaman Kürt hareketine taviz vererek, kimi zaman Türkiye’nin Kürt bölgesine dönük heveslerini kaşıyarak, kimi zaman Türkiye’nin önünü açıp Kürt hareketini cezalandırarak, kimi zaman da ABD işbirliği ile Suriye topraklarına giren Türk ordusunun karşısında durup Kürt bölgesini koruyarak yaptı. Birbiriyle çelişik görünen bu davranışların her biri Rusya’nın Suriye üzerindeki hegemonyasını koruma ve genişletme amacına hizmet eden stratejik veya pragmatik kararlardı.

* * *

ABD’nin başlattığı yeni emperyalist savaş, Çin ve Rusya tarafından örülen “çıkmaz sokak”larla çevreleniyor. Ortadoğu’daki savaş, 2018 yılı sonunda hızını kaybetti. ABD’nin elde ettiği somut kazanımlar ise (mesela Suriye’de Kürt bölgesi ile kurduğu ilişki) hem sınırlı kaldı, hem de geleceğe ilişkin belirsizlikler taşıyor. Suriye ve Irak üzerinde hegemonya kurduktan sonra İran’a saldırma hedefi ise açıkça rafa kalkmış durumda.

Bugün ABD, asıl ağırlığı NATO güçleriyle Rusya’yı kuşatma ve Çin’i engelleme üzerine vermiş durumda.

 

* Yemen savaşının Suudilere bir faturası da Aramco petrol tesislerinin, Eylül 2019 tarihinde vurulması oldu. Suudilerin petrol üretiminin yarıya yakın düşmesine neden olan bu saldırının, ya doğrudan İran’dan yapıldığı, ya da İran destekli Husiler tarafından gerçekleştirildiği ileri sürüldü.- yn.

** ABD’nin İran’a dönük en büyük saldırısı, Ocak 2020’de Devrim Muhafızları’na bağlı “dış operasyonlar birimi” olan Kudüs Gücü’nün Komutanı General Kasım Süleymani’nin öldürülmesi oldu. Süleymani, Ortadoğu genelindeki savaşlara doğrudan komuta ediyor, hem Suriye’de hem de Irak’taki birliklerin başında bulunuyordu. En kritik noktalarda, savaşın seyrini değiştiren müdahalelerde bulunmuştu. Son olarak, Çin ile petrol satışı ve altyapı anlaşmaları yaptığı için  ABD’nin tepkisini çeken Irak Başbakanı Abdülmehdi’nin istifası sonrası karışan Irak’taki dengelere müdahale ettiği sırada, Irak Şii askeri örgütlenmesi Haşdi Şabi’nin Genel Komutan Yardımcısı ile birlikte, Bağdat’ta öldürüldü.- yn.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …