TİKB(B) 6. Konferans Belgeleri’nde bulunan ve “Devrim Günceldir” adlı kitapta yeralan bir bölümü, güncel ve tarihsel öneminden dolayı yayınlıyoruz.
* * *
Tunus’ta 18 Aralık 2010 tarihinde Muhammed Buazizi kendi bedenini ateşe verdiğinde, Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerini de tutuşturmuştu.
Seyyar satıcı olan Buazizi’nin yaptığı eylemin sebebi, geçim kaynağı olan tezgahına el konulmasıydı. Ama kitlelerin yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlik karşısında duyduğu büyük öfkenin ve acının sembolüne dönüştü. Milyonlarca Tunuslu sokaklara döküldü, protesto gösterileri başladı. Devletin ilk cevabı elbette eylemcilere yoğun şiddet uygulamak oldu. Ancak direnişin gücü, 23 yıldır ülkeyi diktatörlükle yönetmekte olan Zeynel Abidin Bin Ali’yi bir ay içinde devirdi. Diktatör, uçağına binerek ülkeden kaçmak zorunda kaldı.
Eylemler hızla diğer Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine yayıldı. Mısır, Moritanya, Cezayir, Fas, Umman, Ürdün, Libya, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve hatta diktatör Bin Ali’ye sığınma izni veren tek ülke olan Suudi Arabistan… 2011’in Ocak ayında, onlarca ülkede kitleler sokaklarda gösteriler yapıyorlardı.
Tunus’taki eylem gerçekten kitlelerin kendiliğinden patlamasının yarattığı bir halk ayaklanmasıydı. Benzer biçimde Mısır’da da kitlelerin öfkesi, büyük Tahrir Meydanı direnişini yaratmıştı. Diğer Kuzey Afrika-Ortadoğu ülkelerinde ise, emperyalistler kitle hareketi başladığı anda müdahil oldular, ya da hareketi doğrudan kendileri başlattılar. Bunun da Afrika-Ortadoğu halkları için çok ağır bedelleri oldu; Arap Baharı, “Ortadoğu’nun Kışı”na dönüştü.
Bu durumu, tek tek ülkelerin 2011 ayaklanmaları sonrasında yaşadıklarına bakarak da görmek mümkün.
Arap “baharı”ndan Ortadoğu’nun kışına
Tunus’taki protestoları diğerlerinden ayıran çok önemli farklılıklar vardı. En başta egemen sınıflar ve emperyalistler Tunus’taki eylemlere hazırlıksız yakalanmışlardı. Aniden ve hızla büyüyen eylemler karşısında, işbirlikçileri Bin Ali’den vazgeçmek zorunda kaldılar. İkincisi geçmişte Sovyetler Birliği’nin etkisiyle ve laik Fransa’nın sömürgesi olduğu sürecin şekillendirmesiyle, Tunus tarihsel olarak laik bir ülkeydi. Dahası kapitalizm ve sanayi belli düzeyde gelişmişti. Bu durum, genel olarak aşiret düzeninde ve petrol gelirleriyle yaşayan Arap-Müslüman ülkelerden farklı olarak işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin belli düzeyde gelişmesini getirmişti. Bunun etkisi, eylemler başladığı anda kendisini gösterdi. Sendikalar ve reformist partiler, Tunus’taki eylemlere önemli düzeyde yön verdiler. Öyle ki, protesto gösterilerine işçiler “bireysel” olarak değil, sendikalarıyla birlikte “örgütlü” olarak katıldılar. Ayrıca eylemler sırasında taban örgütlenmeleri oluşturuldu; direniş hapishaneleri, karakolları ve devlet kurumlarını doğrudan hedef aldı.
Tunus’ta diktatörün ülkeden kaçmasının ardından, Ekim 2011’de seçimler yapıldı. Ayaklanmada yer almayan İslamcı Nahda Partisi, sosyal demokratların desteğiyle seçimleri kazandı. Ayaklanma ile kazandığını seçimlerde kaybeden Tunus halkı, sonraki üç yıl boyunca çeşitli biçimlerde direnişini sürdürdü. Suikastle öldürülen muhalif liderlerin cenazeleri kitlesel gösterilere sahne oldu. Kitlelerin devam eden direnişi, Nahda yönetiminin ağır saldırısı ile karşılandı. Tıpkı diğer ayaklanma yaşanan ülkelerde olduğu gibi, İslamcı Nahda Partisi de (Müslüman Kardeşler’in uzantısı) ülkeye şeriat getirme girişiminde bulundu; eğitim sistemini dini eğitime çevirmeye çalıştı; Onların bütün bu çabaları kitlelerin daha büyük tepki göstermesine neden oldu. Eylemlerin ardı arkası kesilmedi, 2014 seçimlerini, daha laik bir yapıya sahip olan Nida Tunus Partisi kazandı. Ancak Tunus’ta hiçbir hükümet uzun süreli olamadı, dahası gerici-İslamcı partiler mecliste güç kazandı. Ve tabi ki, ayaklanmanın başlangıç noktası olan işsizlik ve ekonomik sorunlar çözülmedi. (*)
Mısır’da 25 Ocak’ta başlayan protestolar, “meydan işgalleri” konusunda önemli bir örnek yarattı. Tahrir Meydanı, 1 milyondan fazla eylemcinin toplandığı bir direniş odağı oldu. Devletin saldırısı da çok şiddetli ve pervasızdı. Mesela eylemin en fazla yükseldiği dönemde, develerin üzerinde kitlenin arasına dalan kılıçlı-palalı sivil-kontra güçler, çok sayıda eylemciyi öldürdüler. Keza kolluk güçlerinin kadınlara dönük cinsel saldırıları had safhaya çıktı. Ancak Mısır’da, işçi sınıfının da grevleriyle katıldığı çok etkili bir direniş sözkonusuydu. Saldırıların vahşeti, direnişi bitirmeye yetmedi.
ABD, yokedemediği direnişin içini boşaltmak için uğraştı. Sorosçu gençlik yapılanmaları da eylemleri reformize etmek, düzene karşı tehdit oluşturmayacak noktalara çekmek için direnişin içinde yer aldılar. Bunlardan 6 Nisan Hareketi’nin, 2007’de Mısır’daki büyük işçi grevi sırasında kurulduğu ve o tarihten itibaren ABD’den düzenli finansal yardım aldığı, önderlerinin ABD tarafından eğitildiği biliniyordu.
Keza direnişin “internet üzerinden örgütlendiği” gibi, yaşamın doğasına aykırı tezler ileri sürüldü. Bütün bunlar, direnişin önemini azaltmaya çalışan Amerikan yöntemleriydi.
ABD emperyalizmi Tunus’ta Bin Ali’yi koruyamamıştı; Mısır’da Mübarek’i korumak için sonuna kadar çabaladı; ancak başaramadı. Mübarek, eylemler başladıktan 15 gün sonra istifa etti ve tutuklandı. Kasım 2011’de yapılan seçimleri, Müslüman Kardeşler kazandı ve Muhammed Mursi cumhurbaşkanı oldu. Erdoğan’ın “kader ortağı” olarak gördüğü Mursi ve M. Kardeşler, ülkeyi çok hızlı biçimde şeriat yönetimine geçirmeye çalıştılar. AKP’nin 10-15 yılda adım adım yaptıklarını bir yıla sığdırmaya kalktılar. Mısır halkı zaten İslamcı yönetime büyük tepki duyuyor, “devrimimizi çaldılar” diye suçluyordu. Bir de şeriatçı yasa ve uygulamalarla karşılaşmak, kitlelerin yeniden sokaklara dökülmesine neden oldu. Ancak Mısır halkının “devrimi” bir kere daha “çalındı”; Temmuz 2013’te askeri darbe ile Mursi görevden alındı. Ardından Mübarek, “eylemler sırasında kitlenin ölümüne sebep olmak”tan yargılanmasına rağmen, bir kaç yıl içinde beraat etti.
Libya halkı, Arap ayaklanmaları içinde en kötü “kaderi” yaşayan oldu. Kaddafi’nin Rusya ve Çin ile kurduğu ilişkilerden rahatsız olan ABD, Libya’da aslında çok etkisiz olan kitle eylemlerini bahane etti; 15 Şubat 2011’de aşiretler üzerinden Kaddafi’ye karşı savaş başlattı. Şeriatçı çeteler hızla devreye sokuldu, isyancılar Bingazi’yi ele geçirdi. Ardından BM-GK (Birleşmiş Milletler-Güvenlik Konseyi) Mart ayında Libya’ya emperyalist müdahale kararı aldı. İki gün sonra Fransız uçakları Libya’yı bombalamaya başlamıştı. ABD uşağı Hüsnü Mübarek ve Zeynel Abidin Bin Ali gibi istifa ederek kendisini korumayı reddeden Kaddafi, ABD-Fransa-NATO işgaline karşı direniş kararı aldı. Ve Rusya ile Çin’in, Libya’yı dönemsel pazarlıklarına kurban etmesi sonucunda, Kaddafi 20 Ekim 2011’de İslamcı çeteler tarafından ele geçirildi; linç edilerek vahşice öldürüldü. Aynı süreçte, Libya’da çetelere destek vererek savaşın büyümesini sağlayan ABD’nin Libya elçisi de linç edilerek öldürülmüştü.
Kaddafi diktatörlüğü döneminde, her şeye rağmen Sovyetler Birliği’nin etkisiyle önemli sosyal haklara sahip olan Libya halkı, savaş başladıktan sonra şeriatçı çetelerin vahşi karanlığının içine düştü. Aşiretlerin ve El Kaide gibi şeriatçı örgütlerin herbiri, kendi bölgesinde “iktidar” oldu. Libya’da iki ayrı hükümetin yanısıra, güney bölgelerdeki petrol alanlarında kendi hegemonyasını ilan etmiş aşiretler-İslamcı çete yönetimleri, ayrıca IŞİD ve El Kaide’nin kendi hakimiyet alanları oluştu.
Nisan 2019’da Tobruk Hükümeti’nin askeri temsilcisi General Hafter, şeriatçı Trablus Hükümeti’ne karşı bir harekat başlattı. Körfez sermayesinin ve Rusya’nın açık, Batılı emperyalistlerin örtük desteğini alan Hafter, güneydeki petrol yataklarının ve Trablus Hükümeti’nin üzerinde hakimiyet kurmak, Libya’yı yeniden birleştirerek egemen olmak istiyor. Ancak Türkiye’nin Trablus Hükümeti’ne açık desteği, Batılı emperyalistlerin ise ikili oynayan tutumları nedeniyle işi çok kolay değil.
Yemen halkı, Şubat 2011’in ilk günlerinde ayaklandığında, hedefleri ABD yanlısı diktatör Ali Abdullah Salih’i devirmekti. Yemen’deki ayaklanmanın Tunus ve Mısır’dan farkı, kitle hareketi olarak değil; savaş gücü yüksek aşiretlerin iktidardan pay isteme, ülkenin kuzeyi ile güneyi arasındaki eşitsizlikleri giderme amaçlı olarak başlatılmasıydı. Hareketin gücü artınca, diktatör Salih çekilmek zorunda kaldı. Yardımcısı Abdurabbu Mansur Hadi, 2012’de cumhurbaşkanı seçildi. Salih’in devamı politikalar izleyen Suudi destekli Hadi’ye karşı, İran destekli Husiler silahlı çatışmalara başladı. Eylül 2014’te Husiler başkent Sana’ya girdiler. Bir mutabakat hükümeti kurma çalışmaları devam ederken, ABD destekli Mansur Hadi Aden’e kaçarak burada kendi hükümetini kurdu. İç savaş bütün şiddetiyle başlayınca, Suudi Arabistan da sürece dahil oldu, 2015 yılında Yemen’i işgal etmeye, bombalamaya başladı. 2012’den itibaren bölgeye toplanan el Kaideci radikal İslamcı çeteler de bu savaşta kendi hegemonya bölgelerini oluşturdular.
Yemen halkı halen bir taraftan Suudi Arabistan saldırılarına, diğer taraftan İslamcı çetelere karşı direnişini sürdürüyor. Hatta zaman zaman S. Arabistan topraklarına giriyor, Suudi askeri üslerine saldırıyor.
Bahreyn’de Sünni yönetime karşı başkaldıran Şii halkın talepleri, Bahreyn’de önemli çıkarları olan Suudi Arabistan yönetiminin doğrudan müdahalesi ile ezildi. ABD’nin 5. Filo’sunun merkezi Bahreyn’de bulunuyor. Bu durumda ABD, Bahreyn’i kaybetmemek için, Suudi Arabistan eliyle en sert yöntemleri uyguluyor.
Diğer ülkelerdeki isyanlar ise daha kısa süreli oldu. Bazıları devletlerin ağır şiddeti ile yerle bir edildi.
Arap ayaklanmalarında
ABD parmağı var mı?
Arap coğrafyasında çıkan ayaklanmaların tümünde, kitlelerin sokaklara dökülmesinin asıl nedeni, 2008’de patlak veren ekonomik krizin süren etkileri, işsizlik, yoksulluk, artan gıda fiyatları, zengin-yoksul uçurumunun artması, bunların sonucunda giderek kötüleşen yaşam koşullarıydı. Zaten 2009 yılından itibaren bu ülkelerde yer yer açlık isyanları görülüyordu. Ekonomik taleplerle başlayan hareketler, hızla politik bir niteliğe büründü. Çünkü bu ülkelerin hepsinde, onyıllardır aynı diktatörün pervasız baskısı vardı ve buna karşı tepki de sözkonusuydu.
Ayaklanmaların niteliğindeki farklılıkları ve emperyalistlerin müdahale biçimlerini üç temel gruba ayırabiliriz.
Birincisi, Tunus ve Mısır’da doğrudan kitlelerin kendiliğinden patlaması ile ayaklanmalar başlamıştır. Kitle katılımı çok güçlü, eylemler diktatörü devirecek kadar etkilidir. Devrimci önderlikten yoksun olduğu için, hareketler sonrasında farklı yollara evrilmiştir. İki ülkede de İslamcı partiler, boşluklardan faydalanarak yönetimlere gelmiştir. Tunus, eylemler sürerken emperyalistlerin ideolojik-mali müdahalesinin etkili olmadığı tek ayaklanmadır. Mısır’da ise daha ayaklanma sürerken ABD’nin eli eylemin içine uzanmış, yönünü değiştirmeyi hedeflemiştir.
İkincisi Yemen ve Bahreyn’de ortaya çıkan, ekonomik-siyasi taleplerin etnik-mezhepsel taleplerin gölgesinde kaldığı eylemlerdir. Kitleler ekonomik sorunları yakıcı olarak yaşarken, ülke içinde klik çatışmalarının parçası haline gelmişlerdir. Stratejik önemleri nedeniyle ABD’nin özel hedefinde olan bu ülkeler, Suudi Arabistan’ın doğrudan askeri müdahalesine maruz kalmıştır.
Üçüncü grup, Libya ve Suriye’de yaşananlardır. Bu ülkelerde ABD, doğrudan kendi işbirlikçisi bir hareketi, “kitle direnişi” gibi göstererek saldırıyı başlatmıştır. Libya’da başta ortaya çıkan ekonomik talepli kitle direnişi, aşiret savaşlarının şiddetinde kaybolmuştur. Her iki ülkede de aşiretler ve İslamcı çeteler doğrudan ABD tarafından eğitilmiş, silahlandırılmış ve savaşa sürülmüştür. Başka türlü güçlü orduların karşısında savaşı sürdürebilmeleri mümkün de değildir.
Cezayir, Ürdün, Moritanya gibi ülkelerde ise, başlayan ayaklanmalar daha cılızdır ve hızla bastırılmıştır.
Arap ayaklanmalarının kendi içinde farklılıkları çoktur. Ortak yanı ise önderlik boşluğudur. Elbette ki bazılarında geçmiş mücadele deneyimlerinin oluşturduğu bir birikim ve bilinç, eylem biçimlerinde ve taleplerin şekillenmesinde etkili olmuştur. Mesela Tunus’ta kurulan mahalle savunma komiteleri böyledir. Keza Tunus ve Mısır’da eylemlerin grevlerle desteklenmesi, Tunus’ta işçilerin eylemlere sınıf olarak sendikalarıyla katılmaları çok önemlidir. Ancak devrimci önderlik boşluğu ayaklanmaların kaderini belirlemiştir. Tunus’ta İslamcı partinin “solcu”ların desteği ile seçimleri kazanması ya da Mısır’da ordunun müdahil olmasının sevinçle karşılanması, bu eksikliğin çarpıcı göstergesidir.
Ancak yaşanan halk ayaklanmaları her koşulda eğiticidir; sınıf mücadelesinin kolektif birikimidir. Bu ayaklanmalar sadece kendi ülkelerinin mücadele geleneğine değil, dünya işçi ve emekçilerine önemli dersler bırakmışlardır. Tahrir Meydanı’nda günler boyunca oturan kitlenin oradaki yaşamı örgütlemesi; Tunus’ta yağmacılara karşı mücadele, böyle örneklerdir. Sonrasında ABD’de “Wall Street’i işgal et” eylemlerinden, Türkiye’deki Haziran Ayaklanması’na kadar dünyanın dört bir yanına örnek olmuşlardır.
Bölgede diktatörlerin devrilmesine yol açan ayaklanmaların yaşanması, kimi reformist çevreler tarafından başlangıçta “devrim” olarak adlandırılmıştı. Oysa bu ülkelerde “diktatörlükler” değil, sadece “diktatörler” yıkıldı. Sistem bütün kurumlarıyla yerinde durmaya devam etti. Elbette
diktatörleri yıkacak düzeyde bir kitle hareketi, düzeniçi reform mücadelesinin önemli bir parçasıdır. Sisteme karşı kazanılan her zafer, kitlelerin moralini yükseltir; kendi gücüne güvenmesini sağlar. Sonuç olarak devrimci önderlik boşluğu önemli bir eksiklik yaratmakla birlikte, ayaklanmaların herbiri sınıf mücadelesine son derece önemli deneyimler kazandırmıştır.
ABD’nin Bush dönemindeki Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 2000’lerin başlarında “Kuzey Afrika’dan Ortadoğu’ya 21 ülkenin yönetimi değişecek” cümlesini kurmuştu. Bu cümle aynı zamanda Bush’un “Büyük Ortadoğu Projesi”nin özeti gibiydi. Ve buna uygun olarak, 2008 yılından 2011’e kadar sadece Mısır, Yemen ve Bahreyn’den 5 binden fazla kişi ABD’nin düzenlediği kurslara katıldı. Bu kurslarda teknoloji kullanımından kitle eylemlerinde yönlendirici olmaya, askeri eğitimden ideolojik eğitime kadar çok yönlü biçimde donatıldılar. Böylece ABD uşağı olmaları sağlandı. Zaten böyle olmasaydı, dağınık aşiretlerin köylü yığınların Libya’nın düzenli ordusu ile savaşacak güce erişmeleri mümkün olmazdı. Keza Suriye’de ya da Libya’da muhaliflerin silah ve teçhizatının hiç bitmemesi de çarpıcıdır. Sadece askeri boyutuyla değil, siyasal olarak da önemli müdahaleler sözkonusudur. Ayrıca bu ülkeler ve kentler, ellerindeki çantalarda dolar desteleri ve “ülkeyi yeniden inşa projeleri”yle dolaşan Amerikalı, İngiliz, Fransız ajanlarla dolmuştur.
Tüm bu gerçekler, Arap ayaklanmalarının “Amerikan oyunu” olduğu, Arap ülkelerine “tuzak kurulduğu” yönündeki değerlendirmelere dayanak yapılmaktadır. Başta ABD olmak üzere emperyalistlerin kitle hareketlerini yönlendirmeye çalışması, başkadır; her şeyin onların istediği şekilde cereyan ettiğini ileri sürmek bambaşka… Bu bakışaçısı, eylemlerin gerçek yüzünü perdeleyen, kitlelerin yaşadığı ve patlama unsuruna dönüşen sorunları anlamayan; üstelik kitlelerin eylem gücüne güvenmeyen, komplocu bakış açısıdır.
Emperyalistlerin iradi biçimde ülkelerin-halkların kaderini değiştiremeyeceği gerçeği, son on yıldaki savaş içinde bir kere daha kanıtlanmıştır. Tarihin öznesi işçi ve emekçi kitlelerdir. Emperyalistlerin yaptıkları müdahaleler, ancak işçi ve emekçilerin ekonomik-siyasi yaşam koşulları, bilinç ve örgütlülük düzeyleri kadar etkili olabilmektedir.
Sudan’da ayaklanma diktatörü devirdi
Sudan, Arap ayaklanmalarının başladığı 2011 yılında büyük kitle eylemlerine sahne olmuştu. Ancak o dönemde ülke yönetiminde değişiklik yapabilecek güce ulaşmamış, kitle hareketi de giderek sönümlenmişti. 8 yılın ardından yükselen yeni bir eylem dalgası, Sudan’da diktatörün devrilmesine kadar uzanan çok önemli değişiklikler başlattı.
Protestolar Aralık 2018’de başladı. Bir tarafta ekonomik kriz nedeniyle ekmek fiyatlarının bir anda üç katına fırlaması, temel gıda ve ihtiyaç maddelerine fahiş zamlar yapılması ve IMF reçetelerinin yarattığı yoksullaşma vardı. Diğer tarafta ise Sudan diktatörü Ömer el Beşir, kendisinin 5. kez “seçilmesi”ne olanak sağlayan bir yasayı meclisten geçirmişti. 30 yıllık diktatörlüğünü ömür boyu iktidarda kalma çabasına dönüştürmesi, ekonomik kriz ve ekmek zamlarıyla birleşince, kitlelerin öfkesi patladı.
Aylar süren ve bütün ülkeyi saran protesto eylemleri ve ayaklanmalara rağmen Diktatör Ömer el Beşir istifa etmeyi reddetti. Bu koşullarda halk ayaklanmasının dozu giderek yükseldi ve doğrudan sisteme yöneldi. İlk talep, ekmek zamlarının geri alınması iken, siyasal talepler hızla yükseldi; özgürlük, adalet, kadın hakları, diktatörün istifası… Ve “devrim” talepli sloganlar, eylemlerin merkezine oturdu.
Eylemlere defalarca resmi polis ya da gayri resmi kontra güçleri tarafından ateş açıldı, onlarca insan öldü. Şubat 2019’da sıkıyönetim ilan edilince, saldırılar daha da sertleşti. Ancak eylemin örgütlülüğü de süreç içinde farklılaştı. Çok sayıda kitle örgütü biraraya geldi ve ortak bir “komuta merkezi” oluşturdular. Eylemlerde özellikle kadınlar öne çıktılar; böylesine baskıcı ve gerici bir yönetim altında hakları gaspedilen kadınlar, ayaklanmanın da öncü gücüne dönüştüler. 6 Nisan 2019’da kitle, hem Beşir’in başkanlık sarayını ve hükümet binalarını hem de önemli devlet kurumlarını kuşatan bir oturma eylemi başlattı. Eylemin 5. gününde, artık sadece diktatörün değil sistemin de tehlikeye girdiğini farkeden egemenler, orduyu harekete geçirdi ve Beşir görevden alındı.
Ordu darbe yaptıktan sonra, ayaklanmayı bastırmak, devrim talebini geriletmek, sistemin bozulan kurumlarını yeniden ve daha baskıcı bir yöntemle inşa etmek için büyük çaba harcadı. Ancak halkın direnişini bitiremedi ve bazı tavizler vermek zorunda kaldı. Stratejik öneme sahip topraklara kurulmuş, sürekli darbeler ve diktatörlüklerle yönetilen petrol zengini bu ülke, ekonomik ve siyasi açıdan bütün dezavantajlarına, özellikle Beşir’in kurduğu şeriat rejiminin yarattığı büyük baskıya rağmen, hem 30 yıllık diktatörlüğü boyunca büyük direnişler gerçekleştirmiş, hem de sonunda bu diktatörlüğü yıkmayı başarmıştı. (**)
Bu yanıyla Sudan, Arap ayaklanmaları içinde özel bir yer oluşturuyor. 2010’da başlayan ayaklanma dalgasının görece küçük bir boyutunu yaşarken; 8 yılın ardından, daha güçlü yükselişine sahne oldu. Üstelik önceki ayaklanmanın derslerinden yararlandığını, ayaklanmaya önderlik edecek merkezi bir kurum oluşturduğunu görmek mümkün. Sudan, yenilmiş bir ayaklanmadan, “devrim” talepli yeni bir dalga yükseltmeyi, diktatörü devirmeyi ve askeri darbeyi gerileterek önemli haklar kazanmayı başardı.
“Biz yüzde 99’uz”
Arap Ayaklanmaları ile başlayan dalga, Batılı emperyalist ülkeleri de hızla sardı, sarstı. ABD’de “biz yüzde 99’uz” eylemleri, hiç beklenmedik biçimde emperyalizmin kalbinde sistem protestosu yarattı ve bu slogan, tüm dünyada ezilenlerin sloganına dönüştü.
“Wall Street” isminin tarihsel bir anlamı var. Amerika kıtasını işgal eden sömürücü “beyazlar”, kendilerini Kızılderililerin ve yoksulların öfkesinden korumak için New York’ta bu bölgeye bir duvar inşa etmişler; bölgenin ismi “Wall Street” (Duvar Caddesi) olmuş. Sonrasında Wall Street, finans kapitalin merkezi ve sistemin sembolü haline geldi. 17 Eylül 2011 günü, kapitalist sömürünün bu sembolü karşısında, Zucotti Park’ta eylemler başladı, çadırlar kuruldu. Birkaç yüz kişiyle başlayan eylem, giderek kitleselleşti, hatta tüm dünyayı etkisi altına aldı. Eylemciler, gelir dağılımından en büyük payı alan en zengin yüzde 1’i, yoksulluğun, açlığın sorumlusu olarak hedefe çaktılar.
“Wall Street’i işgal et” eyleminin çıkış noktası 2007’den itibaren ABD’deki işçi ve emekçileri etkisi altına alan ekonomik kriz olmuştu. Milyonlarca kişinin işten atıldığı, iflasların, yoksulluğun had safhaya yükseldiği; aynı zamanda büyük tekellerin yöneticilerinin milyon dolarlık primler-ikramiyeler almaya devam ettiği, şirketlerin kar patlamaları yaptığı bir ekonomik krizdi bu.
İşgal başladığında, ABD’nin sömürücüleri küçümsediler bu eylemi. Plazaların pencerelerinden bakan zenginler, eylemciler polisten dayak yerken “biz yüzde 1’iz” diye dövizler astılar. Ama aşağıdaki kitle her geçen gün büyüdü; krizle işsiz kalanlar, sağlık sistemine tepki duyanlar, savaş karşıtları, paralı eğitim mağdurları, öğrenciler, siyahlar, göçmenler, her kesim eyleme katılmaya, kendi sorununu ifade etmeye başladı. Ve en önemlisi, 1981 yılında yaşanan 10 bin kişilik grevden bu yana, ABD genelinde hiç bir eyleme katılmamış olan sendikalar katıldı işgal eylemine.
Eylemin en büyük zayıflığı, devrimci bir önderlikten ve örgütlülükten yoksun olmasıydı. Yunanistan ve Fransa gibi ülkelerde hem bir mücadele deneyimi, hem de belli düzeyde sendikal örgütlülükler sözkonusuydu. ABD ise, sendikal örgütlülüğün son derece zayıf ve işbirlikçi olduğu; tarihsel birikimleri ve kolektif mücadele bilinci darbelenmiş bir ülkeydi. Bu durum, el yordamıyla öğrenmelerini, burjuvazinin “demokrasi” ve “örgütlülük” gibi konulardaki demagojilerinden etkilenmelerini getiriyordu.
“Biz yüzde 99’uz” eylemlerinde bu zayıflıklar kendini en somut haliyle gösterdi. Eylemciler örgütsüzlüklerinin en büyük başarıları olduğunu zannettiler, “siyasete karşı” olmakla övündüler. 1789 Fransız Devrimi’nden örnekle “doğrudan katılımcı halk meclisi” ile karar alma süreci işlettiler. Hiyerarşiye, temsile, önderliğe izin vermediklerini belirttiler. Ancak yaşam ve eylem, onları da “eğitiyor”du; çeşitli biçimlerde
örgütleme ihtiyacı kendini gösterdi. Eylemlerin başlamasının ardından bir haftada 25 bin işçinin sendikaya üye olması, bu sürecin ürünüydü. Keza yemeğin ortaklaştırılması, “kriz ekonomisi” gibi teorik ya da “çatışma teknikleri”, “kelepçe sökme yöntemleri” gibi pratik konularda dersler verilmesi, eylemlerin örgütlenmesi, çatışmaların yönetilmesi vb. her faaliyet, kendi içinde bir örgütlülüğe dönüştü. Çeşitli komiteler, kurumlar belirdi.
Diğer taraftan, bir yıldan uzun süren bu eylemlerin tümünde, şu ya da bu siyasetçinin değil, kapitalist ekonominin yasalarının, uygulamalarının açık biçimde hedef tahtasına çakılması büyük başarıydı. ’68 devrimci hareketi nasıl antiemperyalist bir nitelik taşıyorsa, “Biz yüzde 99’uz” eylemleri de antikapitalist bir içeriğe sahipti. Bu yanıyla 1999 yılında Seattle’de başlayan, DTÖ, IMF gibi emperyalist kurumların toplantılarını protesto eden ve 11 Eylül saldırılarının ardından bir kırılma yaşayan antiemperyalist eylemcilerin de eksik yanını tamamladılar. Talepleri günlük ihtiyaçların ötesine geçti. Sadece harç zamlarının geri alınmasını değil, eğitimin ücretsiz olmasını talep ettiler mesela; sadece emeklilerden kesintilerin kaldırılmasını değil, devletin sosyal güvenlik yönünün yeniden tanımlanmasını istediler; sadece neye karşı olduklarını değil, devletten neyi istediklerini de formüle ettiler. Hazırladıkları “antikapitalist manifesto”, eylemlerini bir adım ileriye götürdüklerini gösteriyordu. “Zararlar kamulaştırılıyor, karlar özelleştiriliyor” diyerek, kapitalizme ve kapitalist devlete karşı çıktılar.
Elbette bu talepleri, eylemlerin çok iradi ve bilinçli olduğu anlamına gelmiyordu. Ancak kitlelerin sisteme, sömürüye, ekonomik krizlere ve siyasi baskılara karşı ne kadar öfkeli olduğunu ve ne kadar büyük bir arayış içinde olduğunu gösteriyordu.
ABD’de başlayan “İşgal et” eylemi, tüm dünyada kitleleri harekete geçirdi. Pek çok ülkede, New York’takine benzer biçimde merkezi parklara çadırlar kuruldu, parklar işgal edildi, az sayıda insanla başlayan eylemler giderek kitleselleşti ve krizden etkilenen tüm kesimleri içine alarak yaygınlaştı.
2007’de ABD’den başlayarak 2008 yılında dünyaya yayılan ekonomik kriz, tüm ülkelerde yoksulluğu, işsizliği, gelir dağılımındaki eşitsizliği derinleştirmişti. Dünyanın her tarafında kitleler, hükümetlerin zenginlere “kurtarma”, yoksullara ise “saldırı” paketleri hazırladığına tanık oldu, bu paketler ile yoksulluğu daha da büyüdü. Bu nedenle, eylemleri de birbirine benzedi; birbirlerinden esinlendiler, güç aldılar, farklı ülkelerde, aynı taleplerle sokağa çıktılar.
Eylemcilerin ismi, 15 Mayıs’ta İspanya’da Puerta del Sol Meydanı’nı (Güneşin Kapısı Meydanı) işgal edenlere atfen “öfkeliler”, eylemlerin ismi “Wall Street’i işgal et” sloganından esinlenerek, “işgal et” olarak ortaklaştırıldı. Eylemlerde enternasyonalizm ve dayanışma öne çıktı. Dünyanın dört bir yanındaki işçi ve emekçiler, aynı yoksulluğu ve tepkiyi taşıdıklarını, aynı sorunlara karşı harekete geçtiklerini, isimleriyle de sembolleştirmiş oldular.
İrlanda’nın başkenti Dublin, 2011 yılı Ekim ayının ilk günlerinde işgal eylemine başladı. Kentin en işlek caddelerinden Dame üzerindeki Merkez Bankası’nın önünde “Dame Caddesi’ni işgal et” sloganını yükselttiler. Krizden en çok etkilenen ülkelerden biri olan İrlanda’da eylemcilerin talepleri, AB ve IMF’nin İrlanda’nın iç işlerinden uzak durması, özel borçların yükünün İrlanda halkının omuzlarına yüklenmemesi, ülkenin gaz ve petrol rezervlerinin sahipliğinin İrlanda halkına iade edilmesi ve gerçek katılımcı bir demokrasinin hayata geçirilmesi olarak sıralandı.
Fransa’da aynı günlerde, işçiler bir günlük grev gerçekleştirdiler. Beş sendikal konfederasyonun (CGT, CFDT, FSU, Solidaires ve UNSA) katılımıyla, ülke genelinde 200 bölgede, onbinlerce kişinin katıldığı protesto yürüyüşleri yapıldı. Eylemin temel sloganı “Krizin faturası işçilere kesilemez” oldu. Bu eylemlerden bir yıl önce emeklilere dönük hak gasplarına karşı, “Bizler emeklilerin askeriyiz” diyerek sokaklara dökülen lise öğrencileri de eylemlerde yerini aldı. Lise öğrencilerinin sendikası Ulusal Liseli Öğrenciler Birliği’nin (UNL) çağrısıyla pek çok okulda eğitim durduruldu.
Sürekli eylem ve genel grevlerle sarsılan Yunanistan da “işgal et” eylemlerine dahil oldu. Önce avukatlar, rafineri ve petrol sektörü ve liman işçileri harekete geçti. Ardından ulaşım çalışanları 48 saatlik greve başladılar. Öğretim üyeleri, sağlık çalışanları ve cezaevi personeli ise, iş durdurma gerçekleştirdi.
Bir başka eylem yeri, Darfur’daki katliam ve ABD’nin hedefe çakmasıyla sıkça gündeme gelen Sudan oldu. Güney Sudan’ın 9 Temmuz’da bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, kuzey bölgesi petrol rezervlerini önemli ölçüde kaybetmiş ve ekonomik krizin etkilerini daha şiddetli hissetmeye başlamıştı. Başkent Hartum’da yüzbinlerce kişi, gıda fiyatlarını protesto için eylem gerçekleştirdi.
15 Ekim 2011 günü, dünyanın 82 ülkesinde 951 kente yapılan eylemlere yüzbinlerce insan katıldı; kapitalizme olan öfkelerini ve Wall Street’te yaşanan işgali desteklediklerini haykırdılar.
Eylemlerin en çatışmalı geçtiği yer, 250 bin kişinin yürüyüş yaptığı İtalya’nın başkenti Roma oldu. Göstericilerin bir kısmı, devrimci simgeleri kullanarak maskelerle eyleme katıldı. Polis eylemcilere gözyaşartıcı bombalarla saldırınca, çatışmalar büyüdü.
İspanya’da, Madrid’deki eyleme 500 bin kişi katıldı. “Öfkeliler” adını ilk kullanan ve dünya genelinde hareketin başlangıç noktasını oluşturan Madrid’liler, en kalabalık eylemi gerçekleştirdiler.
ABD’de 100 ayrı şehirde eylem gerçekleştirildi. En büyük eylem, “Wall Street’i işgal et” eylemlerinin başlangıç noktası olan Zuccotti Parkı’nda oldu. Polisin saldırısıyla çıkan çatışmada, onlarca kişi gözaltına alındı.
İngiltere’de eylem, Londra’da finans merkezi yakınlarındaki St Paul Katedrali önünde, “Londra borsasını işgal et” sloganıyla gerçekleştirildi. Eylem, gece de polisin saldırısı ve çatışmayla devam etti.
Almanya’da Frankfurt’daki Avrupa Merkez Bankası’nın önünde çadırkent kuruldu. “Tarih boyunca devrimler olmuştur, şimdi de devrim zamanı” diyen kitleler, kapitalizme karşı sloganlar haykırdılar.
Latin Amerika’da, Arjantin, Şili ve Meksika, binlerce göstericinin eylemi ile hareketlendi.
Saraybosna’da kitleler Che’nin resmini taşıyarak “Kapitalizmin ölümü insanlığın özgürlüğüdür” sloganını haykırdılar.
İsveç Stockholm’de 500 kişi kızıl bayraklarla yürüdü.
Filipinler’in başkenti Manila’da eylemler yapıldı.
Avustralya’da, Sydney’deki eylemde 600 kişi Avustralya Merkez Bankası’nın dışında kamp kurdu. Melbourne’da “Melbourne’ü işgal et, Filistin’i değil” sloganıyla yürüdüler.
Dünyanın en zengin ülkelerinden İsviçre’nin başkenti Bern’de 100 kişi meclis binası önünde toplandı. Zürih’te eylemciler, “Bankaları değil, halkı kurtarın” sloganlarıyla yürüdü.
Asya’nın finans merkezi Hong Kong’da 500 kişi eylem yaptı.
Tahran’da göstericilerin çoğu kadındı ve İran’da ABD çıkarlarını temsil eden İsviçre Büyükelçiliği önünde bir gösteri yapıldı.
Devrimci önderlik yoksunluğu, eylemlerin sonuç alıcı olmasının önündeki en büyük engeldi. Buna rağmen kitlelerin bu hareketi, egemenleri fazlasıyla ürküttü.
Arap coğrafyasında kitlelerin bu arayışları emperyalistler tarafından radikal islamcı hareketlerin büyümesine kaldıraç yapıldı. Avrupa ülkelerinde ise, bir taraftan aşırı şiddet kullanımı ile devlet terörünün artırılması, diğer taraftan hareketin reformize edilmesi sözkonusuydu. New York’da 700 eylemcinin gözaltına alındığı gün, JP Morgan Case adlı tekelin, New York polis teşkilatına 4.6 milyar dolar bağışta bulunması ve Wall Street çadırlarına Michael Moore gibi kapitalizm-içi reform savunucularının akın etmesi, bu durumun iki yönünü de ortaya koyuyordu.
Fransa’da “Sarı Yelekli”
ayaklanma
Fransa 2000’li yıllar boyunca, tüm dünyada büyük etki yaratan eylemlerle sarsıldı. Bu süreçte değişen hükümetlerin değişmeyen saldırı ve sömürü programları, her defasında Fransız işçi ve emekçilerinin eylemlerine çarptı.
2005 yılında patlayan banliyö ayaklanmaları, 2006 yılında hükümetin hazırladığı iş yasasına karşı kitlesel grev ve işgaller, 2007 ekonomik kriziyle birlikte emeklilik haklarını gaspetmeye dönük yasa tasarısı gündeme geldiğinde, liselilerin “biz emeklilerin askeriyiz” pankartlarıyla sokaklara dökülmesi, devleti korkutmuş ve geri adım atmaya zorlamıştı.
2016 yılında yaşanan “Gece Ayakta” eylemleri, bu eylemlerin birikimleri üzerinden yükselmişti. Başlama nedeni hükümetin hazırladığı yasa tasarısının çok ciddi hak gaspları getiriyor olmasıydı. Hazırlanan yeni çalışma yasa tasarısı, patronlara “ekonomik kriz” gerekçesiyle işten çıkarma, maliyetleri kısma ve mesai saatlerini haftalık 35 saatten 44-60 saate çıkarma gibi haklar veriyordu. Keza tazminatsız işten çıkarmayı kolaylaştırıyor, “kiralık işçi” uygulamasını yaygınlaştırıyordu. Üstelik bütün bu saldırılar, “işsizliği azaltma” demagojisiyle öne sürülmüştü. Ülkede, işsizlik son 50 yılın en yüksek düzeyine ulaşmışken, genç işsizlik rekorlar kırıyordu.
Şubat ayında hazırlanan yasa tasarısı için Mart 2016’da kitleler sokaklara döküldü. Eylemler, direnişler, grevler, işgaller, boykotlar peşpeşe patladı. İki büyük genel greve tahminlerin çok üzerinde kitle katıldı. Yaygın polis saldırıları, gözaltılar ve devletin eylemcileri küçümseyen, aşağılayan söylemleri ise, eylemleri yeni bir boyuta taşıdı. 31 Mart tarihinden itibaren “Gece ayakta” eylemleri ile, dünya direniş tarihine yeni bir kavram kazandırdılar.
“Gece ayakta” eylemleri, hareketin sendikaların kontrolünden çıkışının ifadesiydi. Özellikle öğrenci gençlik, sendikaları ve öğrenci derneklerini aşan bir mücadele ve örgütlenme hattına girdi. Fransa’nın dört bir yanında, kent meydanlarında akşam forumları düzenlenmeye başlandı. Bu forumlara onbinlerce insan katıldı, tartıştı. Buralarda “üniversite kurulları” oluşturuldu ve bu kurullar kendi içinde bağlantıya geçti. Forumlar, “Fransa gece ayakta” (Nuit Debout) eylemlerine dönüştü. Paris’teki Republique Meydanı başta olmak üzere, kent meydanları işgal edildi. Her akşam saat 18’den itibaren meydanlara yığılan kitle, sadece yasa tasarısını değil, genel olarak ülkenin siyasi sorunlarını konuşuyor, tartışıyor, sanatsal etkinlikler düzenliyordu. Ve yasanın geri çekilmesinin ötesinde, daha ciddi ve köklü siyasal-ekonomik talepler ileriye sürülüyordu. Eylemler işçilerle öğrenciler arasındaki dayanışmayı da güçlendiriyordu.
Bu güç, iki yıl sonra patlayan “Sarı Yelekli” isyanda kendisini daha açık ortaya koydu. 17 Kasım 2018 günü, yüksek akaryakıt fiyatları ve yoksul kesimi daha da ezen vergi reformlarına tepki olarak başlamıştı Sarı Yelekliler (Gilet Jaunes) eylemleri. Önce otobanlara barikatlar kurmuş, ardından kent merkezleri eylem alanlarına çevrilmişti. Devletin zam ve vergi paketlerini geri çekeceği duyurması da kitleyi durdurmaya yetmedi. Cumhurbaşkanı Macron’un istifası başta olmak üzere, öne sürdükleri talepler kabul edilinceye kadar eylemlere devam edeceklerini açıkladılar.
Her Cumartesi, “eylem günü”ydü. Sokaklara çıkıyor, pervasızca saldıran polise karşı direniyor, saatler süren çatışmaların ardından, ertesi hafta yeniden buluşmak üzere ayrılıyorlardı. Eylemlerin sadece ilk yılında, gösterilerde toplam 11 kişi hayatını kaybetmiş, yaklaşık 1800’ü polis olmak üzere 5 binden fazla kişi yaralanmış, 13 bine yakın kişi gözaltına alınmış, 3 binden fazla kişi tutuklanmıştı.
Ancak bu saldırılar eylemleri durdurmaya
yetmedi. Tersine daha büyük bir kararlılıkla meydanları, caddeleri doldurdular. Eylemler akaryakıt fiyatlarının yüzde 23 artmasıyla başlamıştı; fakat hep söylendiği gibi bu “bardağı taşıran son damla” idi. O güne dek bardağı dolduran pek çok şey oldu. Bunların arasında Macron’un yönetim tarzı ve üslubu da vardı. Bu, Fransız hakı için aynı zamanda bir “onur savaşı”ydı.
Kitlesel toplantılarda birlikte hazırladıkları 42 maddelik talepler listesinde, ekonomik olduğu kadar siyasi talepler de vardı. Sadece “asgari” değil, “azami ücret”in de belirlenmesi talebi, “azami”nin ortalama ücreti aşmamasını istemeleri, en dikkat çekeniydi mesela. Çünkü bu, kapitalist sistemde asla karşılanamayacak, ancak sosyalizmde gerçekleşen bir talepti. Keza “büyükler büyük, küçükler küçük vergi ödesin” talepleri; “kadrolu çalışma hakkı” istemeleri; esnek ve güvencesiz çalışmaya karşı çıkmaları, doğrudan kapitalist sistemi hedefleyen taleplerdi ve azami kar için dizginsiz bir sömürü isteyen burjuvazi için kabus gibiydi.
Üstelik sadece burjuvaziyi değil, düzen partilerinden sarı sendikalara, reformist-uzlaşmacı tüm kesimleri korkuttular. “Halkı değil, zenginleri temsil ediyorlar” diyerek, bu kurumların eyleme katılmalarını, öne geçmelerini engellediler. Onların işbirlikçi tutumlarını teşhir ettiler; hiçbir hak almadan eylemleri sonlandırdıklarını söylediler ve saf dışı bıraktılar.
Sarı Yelekliler devrimci geleneklere, tarihlerine de sahip çıktılar. “1789, 1848 Devrimi, Paris Komünü… Bugün bir sonraki aşamaya geçmememiz için bir neden yok” diye yazıyordu pankartlarında. Ve tıpkı o yılların emekçileri gibi, yönetimin kalbine, saraya yöneldiler. Macron ise, onu kaçırmak için bekleyen helikoptere ve yüzlerce korumaya karşın sarayda korku içindeydi.
Talepleri, eylem biçimleri ve kararlılıklarıyla Sarı Yelekliler, sadece Fransa’yı değil, Avrupa’yı sarstı. Son on yıldaki halk ayaklanmalarının zirvesini oluşturdu. Kapitalizmin artık kitleler tarafından daha fazla sorgulandığını, böyle bir sistemde yaşamak istemediklerini ortaya koydu.
* * *
2000’li yıllar büyük kitle ayaklanmaları ile başladı ve bu ayaklanmalar giderek daha yaygın, talepler daha politik, kitleler daha kararlı, eylemler daha radikal hale geldi. Arjantin’de işgal fabrikaları, Brezilya’da Topraksızlar hareketi, Hindistan’da çiftçiler, Şili’de öğrenciler, Yunanistan’da işçiler, Fransa’da “Sarı Yelekliler”… Dünyanın dört bir yanı eylemlerle çalkalandı.
Eylemlerde önderlik boşluğu, ML bir partinin eksikliği kendisini gösteriyordu elbette. Ancak geçmişin deneyimleri, bu ayaklanmaların en büyük avantajıydı. Kitleler reformizmin de, “sosyalist” görünümlü liberalizmin de çare olmadığını gördü, yaşadı. Yeni ayaklanmalar, bu birikimler üzerinden yükselecektir.
Dipnotlar:
* Özellikle koronavirüs salgını döneminde sağlık sisteminin çökmesi, ekonomik ve siyasi krizin derinleşmesi, kitlelerin tepkisini yeniden yükseltti. “Hükümet istifa” talepli eylemlerin artması üzerine, Temmuz 2021’de Cumhurbaşkanı, başbakanı görevden aldı ve meclis yetkilerini dondurduğunu açıkladı. Mecliste en büyük parti konumunda bulunan Nahda, bu kararı “darbe” olarak nitelendirdi.- yn.
* * Askeri darbe sonrası saldırı ve katliamlara karşı kitle eylemleri devam edince, solcu-muhalif kurumların da (Özgürlük ve Değişim Güçleri) içinde olduğu bir Ulusal Mutabakat Hükümeti kuruldu. Bu hükümet, dini baskıların gevşetilmesi başta olmak üzere bazı önemli iyileştirmeler de yaptı. Ancak egemen sınıflar ve emperyalistlerin oluşturduğu baskı ortamı, ABD’nin “İsrail’le normalleşme” dayatması ve IMF anlaşması nedeniyle, Sudan Komünist Partisi Ekim 2020’de koalisyondan çekildi.- yn.