Geride bıraktığımız yılın son günlerinde, TİP Başkanı Erkan Baş 2023 yılı seçim vaatlerini açıklarken, ilk iki maddeyi şöyle tanımladı: “Herkes artık oturduğu evin sahibidir diyeceğiz; elektrik, su, doğalgaz, internet gibi zorunlu ihtiyaçların faturalandırılmalarının kapandığını ilan edeceğiz.”
Bu vaatlerini, “sosyalist Türkiye’de ilk yapılacaklar” başlığı altında sıralarken, vaatleri gerçekleştirmek için “KHK çıkartacaklarını” da ekledi.
Söylendiği anda büyük tartışmalar başlatan bu sözler için sonrasında Erkan Baş, “düzeltme” gibi görünen ama gerçekte “konuya açıklık getirme” diyebileceğimiz bir üslupla savunusunu sürdürdü. Onun söylediklerinin “dil sürçmesi” değil de, bilinçli bir politik çizgi olduğunu, 2011 yılında çekilen “Devrimden Sonra” filminde de görmek mümkün. Nazım Hikmet Kültür Merkezi tarafından desteklenen bu filmdeki bir sahne şöyleydi: Ev sahibi kapıyı çalıyor ve kiracılarına “artık bu ev sizin oldu, güle güle oturun” diyordu.
TİP ve benzeri örgütlerin “düzen içi sosyalizm” diye özetlenen çarpık siyaseti, filmde görsel olarak da oldukça yavan ve itici biçimde anlatılmaktaydı. Ve konut sorunu bu kadar yakıcılaşmış biçimde, işçi ve emekçilerin tamamını etkileyen bir hale gelmemiş olsaydı, bu kötü filmden bahsetme ihtiyacı da duymazdık.
Ancak son dönemde gerek konut sorunu ve konut hakkı, gerekse “insani tüketim hakları” kapsamında geniş bir çerçevede vaatler (mesela elektrik, su doğalgaz, internet gibi temel ihtiyaç kalemlerinin bedava olması vb) havada uçuşuyor.
Üstelik bu vaatler (ya da talepler) kapitalizm koşullarında yaşam koşullarını iyileştirmek için mi ileri sürülüyor, yoksa sosyalist devrim sonrasının propagandası mı yapılıyor; bu konuda da net bir çerçeve de çizilmiyor. Öyle olunca, konu daha da karmaşık bir hal alıyor.
“Barınma” hakkı mı, “konut” hakkı mı?
En başta, konunun adlandırılmasında bir kargaşa sözkonusu. “Barınma hakkı” ve “Konut hakkı” kavramları aynı anlamda ve birbirinin yerine kullanılıyor. Oysa sömürücü toplumların tarihi kadar geriye uzanan “barınma sorunu” ile kapitalizm ve sanayileşme ile ortaya çıkan “konut sorunu” arasında önemli bir fark var.
Eğer sokakta yaşamıyorsanız, başınızın üzerinde bir çatı varsa, “barınma” ihtiyacınız karşılanmış sayılır! Köleci toplumda kölelerin kaldığı barınaklar, feodal toplumda köylülerin tenekeden ya da tahtadan yaptığı kulübeler, kapitalist toplumda bir gecede çatılmış “kondu”lar, Brezilya’daki ‘favela’lar, Kenya’daki teneke evler, Hindistan’da Dalit’lerin (en alt tabakadan insanlar) yaşadığı barakalar böylesi örneklerdir.
Keza Marks’ın “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” kitabında bahsettiği “mağaralar” da bu kapsamdadır. 1696’dan 19. yüzyıl sonlarına kadar İngiltere ve Fransa’da uygulanan “pencere vergisi” nedeniyle, zengin konaklarda oturanlar, yanlarında çalışan yoksulların kaldığı barınakların pencerelerine duvar örmüşler; keza ev sahipleri de vergiden kaçınmak için, kiralık evlerini penceresiz hale getirmişler. Işığın ve havanın girmediği bu evler için Marks “mağara” kavramını kullanıyor.
Engels ise “İngiltere’de emekçi sınıfların durumu” adlı kitabında, işçi “barınakları”ndaki korkunç yaşamı şöyle tanımlar: “Manchester’daki işçi konutlarında temizliğin, güvenin ve sonuç olarak rahat bir aile yaşantısının mümkün olmadığını itiraf etmeliyiz. Bu konutlarda, ancak fiziksel olarak yozlaşmış, tüm insanlığı elinden alınmış, aşağılanmış ve gerek moral gerekse fiziksel olarak hayvan mertebesine inmiş olanlar kendilerini rahat ve evindeymiş gibi hissedebilir.” (abç)
“Barınak”, en yoksul kesimlere layık görülen insanlıkdışı yaşam alanlarını ifade eder. “Konut” ise “barınak”tan farklı olarak, bazı temel özelliklere sahip olmalıdır: Mesela temel fiziksel gereksinimler için altyapı (elektrik, kanalizasyon vb), iklim koşullarına karşı koruma, dış dünya ile bağı zayıflatmayacak bir konum, zorla tahliye vb.ne karşı hukuksal koruma, ekonomik olarak erişilebilirlik vb.
Konut sorunu kapitalizme özgüdür; hızlı sanayileşme döneminde bir yandan kırsal nüfusun kente akması, diğer yandan şehir merkezlerinin yeni düzene göre yeniden inşa edilmesi (mesela merkezdeki konutların yıkılarak geniş caddeler, demiryolları inşa edilmesi ve buralarda yaşayanların kent dışına sürülmesi) sürecinde ortaya çıkmıştır. “Tam işçilerin yığınlar halinde kentlere aktığı sırada, işçi meskenleri büyük ölçüde yıktırılmaktadır. İşçiler ve küçük tüccarlar ve müşterileri işçiden oluşan zanaatçılar için aniden ortaya çıkan konut darlığı buradan gelmiştir.” (Engels, Konut sorunu üzerine) Bu defaki “konut darlığı”, zaten varolan kötü-sağlıksız evlerde, kalabalık ve insanlıkdışı yaşam koşullarının yanısıra, “kimileri için yaşamak için bir yer bulma olanaksızlığıdır. Ve bu ‘konut darlığı’ndan sözedilmesi, yalnızca işçi sınıfıyla sınırlı kalmayıp, aynı zamanda küçük-burjuvaziyi de etkilediği içindir.” (agy)
Kapitalizmde konut sorunu, tıpkı kapitalizme özgü diğer sorunlarda olduğu gibi, bir tarafta bolluk, bir tarafta yokluk birikimini ifade eder. Bir tarafta geniş kitleler yeterli, sağlıklı ve uygun fiyatlı konutlara erişemezken diğer tarafta lüks konutların boş durduğu bir düzendir bu. Bir tarafta yüzlerce eve birden sahip olan zenginler vardır, diğer tarafta ücretleri ile konut fiyatları (hatta kiraları) arasındaki uçurumda çaresizce debelenen yığınlar…
“Mülkiyet”, konut sorununa
burjuva çözümdür
Erkan Baş’ın “herkes oturduğu evin sahibi olacak” sözleri çeşitli biçimlerde eleştirildi. Kurulan cümle, neresinden tutarsan elinde kalan bir ifade olduğu için söylenecek çok fazla söz vardı zaten.
Mesela, Erkan Baş’ın ifadesiyle “sosyalist Türkiye’de ilk yapılacaklar” listesinin başında neden 2-3 eve sahip küçük-burjuvaların mülkünün kamulaştırması var da, işbirlikçi tekelci burjuvazinin mülklerinin kamulaştırılması yok?! “İlk yapılacaklar” listesi oluştururken, holdinglerin kamulaştırılması, büyük toprak sahiplerinin mülklerine el konulması en başa yazılması gerekmiyor mu? Önce kim mülksüzleştirilecek; işbirlikçi tekelci burjuvazi mi ve büyük toprak sahipleri mi, yoksa alt-orta gelir grubundaki küçük-burjuvalar mı? 1936’da kabul edilen Sovyet Anayasası, “Toprak, doğal kaynaklar, sular, ormanlar, değirmenler, fabrikalar, madenler, demiryolları, su ve hava taşımacılığı, bankalar, posta, telgraf ve telefon, devletin büyük tarım işletmeleri (devlet çiftlikleri, makine ve traktör istasyonları vb) ile belediye işletmeleri ve kentlerdeki konut işletmeleri ve sınai bölgeler devlet mülkiyetidir ve bundan dolayı tüm halka aittir” diyor. Bırakalım devrimden “hemen sonra”yı, 18 yıl sonra yazılan anayasada bile, bireysel konutların kamulaştırılacağına dair bir ibare yok.
Baş’ın kurduğu cümledeki ikinci hata, “oturduğu evin…” ifadesinde ortaya çıkıyor. Esenyurt’ta bir bodrum katında kiracı olanla, Nişantaşı’nda kiracı olan “oturduğu evin” sahibi mi olacak? Yani yoksullara yine yoksulluk mu reva görülüyor?
Üçüncüsü, mülküne el konulan küçük-burjuvaların, buna nasıl ikna edileceği, ikna olmayanlara karşı ne yapılacağı, karşı-devrim saflarına geçmelerinin nasıl engelleneceğine dair bir ifade de yok.
Erkan Baş’ın kendisini tam olarak ifade edememiş olması bir yana, “konut sorunu”na çözüm olarak “mülkiyet”in önerilmesi-savunulması yeni bir şey değildir; reformistlerle sınırlı da değildir. Marks, “‘Konut sorunu’nun hem büyük burjuva, hem de küçük-burjuva çözümlerinin esası, işçinin kendi meskenine sahip olmasıdır” der. Engels’in Konut Sorunu Üzerine adlı eserinde, özellikle Proudhon’la yapılan polemiklerde, bu konu bütün boyutlarıyla eleştirilmiştir.
Proudhon’un (ve kitapta polemik yapılan Proudhoncuların) önerisi, “her kiracının, kendi meskeninin sahibi haline dönüştürülmesi”dir; ve elbette “önceki ev sahibine evinin değeri son kuruşuna kadar ödenecektir.”
Buna göre her işçinin ve küçük-burjuvanın, yıllık taksitler ödeyerek, oturduğu meskenin kısmen, zaman içinde tamamen sahibi olması öngörülmektedir. Ancak işi gereği taşınmak zorunda olan ve taşındığı her yerde “kiracı” değil, “oturduğu evin ‘yüzdelik hissesi’nin sahibi” olacağı varsayılan kişilerin “konut mülkiyeti” sorununun nasıl çözüleceği belirsizdir.
Kaldı ki, konut sorununu “mülkiyet” yoluyla çözmek, konut inşasından ve satışından kar sağlayan büyük burjuvaların planı; ve “kendi konut mülkiyetine” sahip olmak için var gücüyle çalışan küçük-burjuvaların hayalidir.
Bizim ülkemizde de egemen sınıfların “konut edindirme kampanyaları”na ilişkin sayısız örnek vermek mümkündür. Çiller’in “iki anahtar” vaadi, dönemin en önemli seçim vaatlerinden biriydi; “kendi evinde oturma” hayali kuran geniş işçi ve emekçiler açısından. AKP döneminde sistematik biçimde “konut edindirme kampanyaları” düzenlenmiştir, neredeyse her yıl. “Dar gelirliye düşük konut faizi”, “dar gelirliye uygun TOKİ evleri” gibi söylemlerle, çoğu kez aynı projeler tekrar tekrar satılmıştır.
Ancak tüm bu kampanyalar, seçim vaatleri vb. geniş işçi ve emekçi kitlelerin ev sahibi olmasını sağlamaz. Türkiye’de TÜİK verilerine göre 2002’de konut sahipliği oranı yüzde 73 iken, 2014’te 61.1’e, 2020’de yüzde 57.8’e düştü, 2021’de ise daha azalarak yüzde 55.5’e indi.
İşçi ve emekçileri ev sahibi yapma çabalarının iki temel sonucu vardır: Birincisi, onyıllara varan süreli krediler çekerek ev satın almaları ve bu taksitler bitinceye kadar işten atılma korkusunu yaşayarak sınıf mücadelesinden uzak durmalarıdır. İkincisi, her konut edindirme kampanyası yeni bir kısırdöngüyü harekete geçirir. Kampanya ilan edildiğinde ev fiyatları yükselir; çekilen kredilerin miktarı ve geri ödenmesi gereken tutar artar; bu koşullarda ev alanların önemli bir bölümü taksitler bitmeden evi zararına satmakla ya da ödeyemediği borçlar yüzünden bankanın el koymasıyla karşı karşıya kalır. (MB verilerine göre Türkiye’de Şubat 2021 ile Şubat 2022 arasında konut fiyatları yüzde 96 arttı. Son bir yılda ise, Türkiye konut artışında yüzde 189 ile dünyada birinci sıraya yükseldi.)
Sonuç; artan yüksek konut satış bedellerinin kiraları da yükseltmesi, kiracıların daha da yoksullaşması, satılan konutların orta-yüksek gelire sahip ellerde toplanmasıdır.
Kapitalizm koşullarında konut sorunu için çözüm önerilerinden biri de kiralık toplu konutlardır. Son dönemde Türkiye’de de TOKİ’nin alt gelir grubu için kiralık ev inşa etmesi üzerine bazı sesler çıktı; ancak asıl talep ev sahipliği üzerine odaklanınca, bu çok duyulmadı.
Aslında dünyadaki bazı örnekler, bu önerinin “gerçekleşebileceği” umudunu ve yanılsamasını yaratmaktadır. Örneğin Fransa’da tüm konutların yüzde 14’ü kiralık sosyal konutlardan oluşur. Birleşik Krallık’ta ise bu oran yüzde 17’dir ve dünyadaki en yüksek orandır. OECD ülkelerindeki ortalama yüzde 7 civarındadır. Türkiye’de ise, son dönemde neredeyse tamamen tasfiye edilen “lojman”lar dışında, “kiralık sosyal konut” uygulaması yoktur.
Gerçekte “kiralık sosyal konut” uygulaması, kapitalizmin ruhuna aykırı bir politikadır; ve kapitalist ülkelere sosyalist SB’den “miras”tır. II. Emperyalist Savaş sonrasında dünyanın üçte biri sosyalist kampa dahil olup, SB’deki uygulamalar tüm dünya halklarında hayranlık uyandırdığında; sınıf mücadelesinin yüksek olduğu emperyalist ülkeler, “sosyal devlet” uygulamalarını başlatmak zorunda kaldılar. Kendi ülkelerindeki sosyalizm talepleri azalsın, sınıf mücadelesi zayıflasın diye işçi ve emekçilere verilmek zorunda kalınan bazı tavizlerdi bunlar.
Bugün, Avrupa başta olmak üzere birçok ülkede, bu hakların kalıntıları varlığını sürdürmektedir. Sosyalizmin “kiralık konut” politikasına benzeyen, bu ülkelerdeki “kiralık sosyal konut” politikaları, bu kalıntılardan biridir. Ancak gerçekten güçlü bir sınıf mücadelesi yükselmediği sürece, “kiralık sosyal konut” uygulamasının yaygınlaşması, olmayan ülkelerde de inşası mümkün değildir. Türkiye’de de bu yüzden, bugün için hayata geçme ihtimali yoktur.
Sosyalizmin konut politikası
Sosyalizmde “varolan konutları kamulaştırmak” diye bir politika yoktur; keza “konut mülkiyeti” savunusu da… Sovyetler Birliği’ndeki uygulamalar, bu konuda somut bir perspektif sunmaktadır.
Çarlık dönemindeki barınma koşulları, dönemin herhangi bir feodal ya da kapitalist devletin koşullarından farksızdı. Toplam konut stokunun yüzde 85’i, temel unsurlardan yoksun tek katlı ahşap kulübelerden oluşuyordu; sadece yüzde 9’unda su, yüzde 2’sinde elektrik vardı. 1908’de St Petersburg’da yapılan bir araştırmaya göre, tekstil işçilerinin yüzde 60’ı koğuşlarda, yanyana dizilmiş yataklarda yatıyordu. 1914’te yapılan bir araştırmaya göre ise, Moskova’da büyük sanayi şirketlerine ait koğuşlarda, 27 bin odada 300 binden fazla işçi kalıyordu. Aynı dönemde yine Moskova’da, burjuvalara ait 5 bin adet geniş ve lüks ev boş duruyordu. (Rakamlar, İsmet Doğan, Evrensel gazetesi, 22.11.2017)
Devrim sonrasında SB’de konut, alınıp satılabilir bir “meta” olmaktan çıkartılarak, gelir durumuna bakılmaksızın, “insani bir hak” olarak tanımlanmıştır. SB’de konut sorununa çözüm için atılan en önemli adım, işçiler için sosyal konutlar inşa edilmesidir. Bu konutlar, yukarıda alıntıladığımız Sovyet Anasayası’nda geçen “kentlerdeki konut işletmeleri” olarak tanımlanan konutlardır. Mülkiyeti devlete aittir ve bir “işletme” mantığında işçilere kiraya verilmektedir. Elbette ki “sosyalist bir devlet işletmesi” olarak. İşçinin hayatı boyunca kalabileceği, çocuklarına devredebileceği bir kiralama sözleşmesi sözkonusudur. Ancak işi değiştiğinde, başka bir bölgeye taşındığında, bu konut üzerindeki “hakları” sona erer; gittiği bölgedeki yeni bir konut için hak kazanır. “Mülkiyet” değil, “kullanma” hakkı sözkonusudur. Kira bedeli ise, elektrik, su, ısınma giderleri ile birlikte, “işçinin ücretinin yüzde 5’i” olarak tanımlanmıştır. (Bir dönem yüzde 2’ye kadar düşmüştür.) Benzer politikalar Doğu Bloku ülkelerinde de uygulanmıştır. Mesela Doğu Almanya’da, 1971 ile 1976 yılları arasında 760 bin konut inşa edilmiş; kiralar aylık gelirin yüzde 5’ini geçmeyecek şekilde, işçilere tahsis edilmişti.
Sovyetler Birliği’nde konut hakkı konusunda hedef, “her ailenin, üye sayısından bir fazla odası bulunan konut içinde yaşaması” olarak belirlenmişti. Gerçekte bu hedefe ulaşmak kolay değildi. İlk yapılan daireler küçük, bir ya da iki odalı evlerdi. Ancak Mayakovski’nin işçi toplu konutları üzerine yazdığı şiir, bu evlerdeki şartların bile dönemin çok ilerisinde bir konfor sağladığını gösteriyor. (1920’lerde yazılan bu şiir, evde sıcak ve soğuk su musluğunun olduğu bir banyoyu anlatıyor ki, Türkiye’de 1980’lerde kent merkezlerinde bile banyosu-lavabosu evin dışında olan ev sayısı az değildi)
Başlangıçta bu konuda oldukça önemli bir ilerleme kaydedildi. Yanmış yıkılmış bir ülkede yeni kentleşme asıl olarak sosyal konutlar üzerinden yükseldi. II. Emperyalist Savaş başlayıncaya kadar, kentlerdeki konut stoku yüzde 130 oranında artırıldı. Ancak II. Emperyalist savaş ülkenin önemli bir bölümünü yeniden yerle bir etti, milyonlarca insan evsiz kaldı. Savaş sonrasında konut inşası yeniden yükseldi. Fakat Stalin sonrasında, sosyalizmin diğer kazanımlarında olduğu gibi, konut hakkı konusunda da önemli kayıplar yaşandı.
En önemli insani hak: Çalışma hakkı
Bir süredir, konut hakkının yanısıra “temel insani haklar” kapsamında, elektrik, su, ısınma, internet gibi kalemlerin bedava olması konusunda da epeyce vaat ileri sürülmektedir. Kimileri buna “beslenme hakkı”nı bedava yapmayı da eklemektedir. “Her aileye temel gelir” (yani çalışmasa da aylık maaş ödenmesi) vaatleri de zaman zaman dile getirilmektedir. CHP’den bazı devrimci kurumlara kadar geniş bir kesimde bu talepler dile getirilmektedir.
Elbette ki bunların her biri “temel insan hakkı”dır ve her insan için “erişilebilir” olmalıdır. Sorun bunlara nasıl erişeceğinde düğümlenmektedir. Kapitalizm koşullarında bunlar genel olarak “sadaka” kapsamında ele alınmaktadır. Ülkenin refah-gelir düzeyine bağlı olarak çerçevesi belirlenmektedir. Mesela Chavez döneminde Venezüella’da halka bedava buzdolabı dağıtılırken, AKP Türkiyesi’nde makarna kolisi, kömür torbası dağıtılmaktadır. Petrol geliri yüksek ülkelerin, bu gelirin bir kısmını halkın refah düzeyini artırmak için kullanması şaşırtıcı değildir. Mesela Katar’da, Katarlılar çalışmazlar, devlet destekleri ile geçinebilirler. Keza bazı Avrupa ülkelerinde, mültecilere yapılan sosyal yardımlar, çalıştığı koşulda kazanacağı paradan daha yüksektir.
Kapitalizm koşullarında tüm bu yardımların asıl amacı, “işsizlik” sorununu gözlerden gizlemek, işsiz kitlelerin direnişe geçmesini, ayaklanmasını önlemek, yoksulluğu “sürdürülebilir” düzeylerde tutmaktır.
Sosyalizmde ise çizilmiş çok net bir çerçeve vardır: En temel insan hakkı “çalışma hakkı”dır ve toplumdaki her birey çalışarak hem kendi ihtiyaçlarını karşılamalı, hem de topluma katkı sunmalıdır. Sosyalizmin sloganı “herkes üretime katıldığı oranda gelirden pay alacak”tır; daha halkçı bir ifadeyle “sosyalizmde çalışmayan yemez” sloganı geçerlidir.
Sosyalizm, kimseye ekmek vermez; ancak herkese çalışabileceği, üretebileceği bir iş verir. Tıpkı konut hakkında olduğu gibi, çalışan insanlar çok düşük ücretlerle en temel haklarına erişebilirler.
Sosyalizmde kural, “hizmet”in ücretsiz olmasıdır, “mal”ın değil. Yani eğitim, sağlık, ulaşım gibi, insanların gerçekten ihtiyacı kadar faydalanabileceği, ihtiyacı dışında zaten talep etmeyeceği konular, tamamen bedelsiz olarak sunulmaktadır. Elektrik, konut, gıda gibi kalemlerde ise, tükettiği kadarını ödemesi, sosyalizmin ilkeleri doğrultusunda gereklidir.
* * *
Kim neyi vaadederse etsin, “alınıp-satılabilir bir meta” olduğu için konut sorunu kapitalizm koşullarında çözülmez. Sosyalizmde ise, Mayakovski’nin ifadesiyle “şu bizim Sovyetler” iyi çalıştığı koşulda konut sorunu da hızla çözülen sorunlardan biri olur.
DÖKMECİ İVAN KOZİREV’İN
YENİ EVİNE
YERLEŞMESİNİN ÖYKÜSÜ
Ben proleterim.
Fazla söz gerekmez.
Yaşadım anamdan nasıl doğdumsa.
Şimdi
işçi mesken kooperatifi
bir ev veriyor bana.
Vay anam
şu genişliğe bak!
Vay anam şu yüksekliğe!
Havadar, aydınlık, sıcak.
Her şey yerli yerinde.
Fakat en çok
şu banyo odası sarıyor beni.
Musluğun birinde su buz gibi.
Öteki musluğa değemezsin elini.
Soğukla saçını ıslat.
Sıcakla yıka terini.
Musluğun birinde “Soğuk” yazar,
öteki muslukta “Sıcak”
Yorgun argın gelirsin eve
canın şöyle bir dinlenmek ister.
Ne çorba zevk verir
ne çaydanlığın tıkırtısı.
Girersin banyoya
açarsın musluğu
başlar sıcak su şarıldamaya.
Sanki sosyalizme
konuk gelmişsindir.
Öyle – ki
sevinçten soluğun kesilir.
Pantolon askıya, gömlek çiviye
Kaptın mı sabunu, cump suya!
Oturur yıkanırsın uzun uzun.
(…)
Sonra duvar aynasına
şöyle bir bakıp
temiz bir gömlek
giyerken sırtıma
aklımdan şu geçer:
İyi işliyor ha
şu bizim Sovyetler.
1928
Vladimir Mayakovski
( 1893 – 1930 )