Yapı yükseliyor…

Deprem haberi çığ gibi düştü üzerimize. Yüzbinlerce bina yıkılmıştı. Bir taraftan kar ve soğuk… Üzerinde tonlarca enkaz, yanı başında en sevdiklerinin imdat sesleri, cansız bedenleri… Tarifi imkansız acılar…

İlk şoku atlatıp yardım organizasyonlarına başlıyoruz. Bu konuda şaşırtıcı bir duyarlılık çarpıyor gözüme. Toplumun dağınıklığı, “her koyun kendi bacağından asılır” bireyciliği bir yana gitmiş, hiç “umulmayacak” insanlar canhıraş bir çabaya girmişti. Yardım kolileri dolup taşıyor. Bakkallarda bir kuyruk, kolisini alan belediyenin önünde soluğu alıyor. Bir taraftan evlerde koliler hazırlanıyor. Halkımız özenle en yeni elbiselerini katlayıp koymuş… Kamyonlar bir anda doluyor. Sonra yenisi, bir yenisi daha…

Diğer taraftan bölgede en çok sıkıntının soğuk olduğu konuşuluyor. Köylü göndereceği odunu çuvallamış, yapılan anonslarla vakit kaybetmeksizin gelen traktörlere yüklüyor. Sonra ilçedeki toplama merkezine… Burada tır yahut kamyonlara yüklenip deprem bölgesine gönderiliyor. Başkalarının aksine, bizim halkımıza güvenimiz hiç sarsılmadı. Her şey değişecek ve biz bu halkla birlikte değiştireceğiz…

Deprem bölgesinden arkadaşlar, acil ihtiyaçlarının hijyen malzemesi, su, çadır, seyyar tuvalet ve konteyner olduğunu söylüyorlar. İlk aklımıza gelen, depremde evi yıkılan insanların barınma ihtiyacını çözmek oluyor. Özellikle kadınlara ve çocuklara evlerimizi, bölgedeki otelleri açmayı düşünüyoruz. Bununla ilgili bir çalışma da yaptık. Kısa sürede bir sürü gönüllü ortaya çıktı. Ama bölgedeki arkadaşlarla görüştüğümüzde; devletin Antakya’yı boşaltmak gibi bir çabası olduğunu öğrendik. Bu durumda “yerinde çözüm”lere yönelmek daha doğru olacaktı.

Sonra bir ekip oluşturmak ve yakın yerlerden malzeme alıp konteynerleri yerinde imal etmek fikri oluştu. Bir kaç görüşme sonrasında bir miktar sandviç paneli bir dostumuz aracılığıyla sağlamıştık bile. Geriye profiller, kapılar ve doğramalar kalıyordu. Yaptığımız ön araştırmayla bölge yakınlarında malzeme ihtiyacımızı çözeceğimiz kanaatine ulaştık.

Ekibin hem teknik işlerden anlaması, hem de bölgenin zor şartlarına uyum sağlaması, yani adaptasyon özelliği yüksek insanlardan oluşması gerekiyordu. Örneğin yapacağımız işte bir kaynakçı olması şarttı. Yüksek devirli bir spiral makinası ki birazcık dikkatsizlik ciddi yaralanmalara sebep olabilirdi. Konteynerin kurulması her bakımdan ciddi bir disiplin ve işbirliği gerektiriyordu.

Ekipte yeralmasını düşündüğümüz arkadaşlardan biri, “joker” diyebileceğimiz, her işten anlayan bir arkadaştı. -Öyle ki dönüş yolunda aracımız arıza yaptığında motor kapağını söktü, egzantrik milinin kırıldığını saptadı, parçacı açıldığında mili aldık ve aracı kısa sürede tamir edip yola devam ettik- Kaynak işinden de anlıyordu. Adana’da bir kaynakçı arkadaşımız daha ekibe katılmak için bekliyordu. Antakya’ya ulaştığımızda, bir demirci ustası daha ekibe katıldı. Ekibe katacağımız diğer arkadaş ise, köyde araç işlemediği için uzunca bir mesafeyi karları yara yara ilçe merkezine inmişti. Bütün zor işleri ona yaptırdık desek yeridir. Spiral makinasını ona teslim ettik. Bütün sandviç paneller onun elinden geçti. Yanı sıra çocukların en iyi oyun arkadaşı oldu.

Bizimle gelen arkadaşlar, devrimcileri uzaktan uzağa tanıyorlardı; bu defa günün yirmi dört saatini bizimle geçirecekleri bir 15 gün onları bekliyordu. Üstelik depremde evleri yıkılan insanlara konteyner yapmak gibi çok önemli bir göreve gönüllü oluyorlardı…

Fındıklı’dan inşaat işlerine hakim bir yoldaş da ekibe eklendi. Bir atölye kuracak alet-edevatı ve bir jeneratörü, Fındıklı’daki dostlarımız hazırlamıştı. Antakya’ya gittiğimizde de hatırı sayılır bir maddi destek geldi Fındıklı’dan…

Gittiğimizin ertesi günü 10 konteynerin demir iskeleti yapılmıştı bile. Geriye yerine götürüp birleştirmek kalıyordu. Ancak konteynerleri kuracağımız zeminler henüz hazır değildi. Zeminlerin hazırlanmasını beklerken Antakya’yı dolaşmaya karar verdik.

İlk gözümüze çarpan, AFAD, Kızılay gibi “yardım getirmesi gereken” kurumların ortalıkta olmamasıydı. Yıkılmış binalar arasında tek tük ayakta duran kalıntılar. İyice yakınına vardığınızda, o ayakta görülen binanın alt birkaç katının tost olduğunu, birinci kat gibi görülenin 4., 5. kat olduğunu anlıyoruz. Depremin ardından 20 gün geçmişti, ama hala çadır verilmediği için seralarda kalan insanlar vardı. Bir duvarda “Geri Geleceğiz Bizi Unutma Antakya!” yazıyor, diğerinde “Hiç Gitmedik ki Dönelim!” Yıkıma rağmen umut da vardı Antakya sokaklarında.

Antakya’yı seçmemizin bir nedeni, orada depremden zarar gören yoldaşlarımızın olmasıydı. Yanısıra belirleyici olan ise, devletin Antakya’ya farklı davranmasıydı. Devlet bir bütün olarak depremde hiç bir yarayı saramamıştır. Ama iş Antakya’ya gelince, hesaplar kör göze parmak cinsinden ortadadır… Antakyalılar devletin kendilerini buradan göç ettirmek suretiyle demografik yapıyı bozmak istediğinin farkında. Bunun ilk görülen sebebi Arap-Alevi bir nüfusun yoğun olması, asıl olarak güçlü bir toplumsal muhalefet potansiyeli taşıması ve örgütlü alışkanlıklarıdır. Antakya bu özelliklerinin yanında çok köklü ve tarihi olan bir şehirdir. Çok inançlı ve kültürel dokusu olan bir kenttir. Bunlar sistemin isteyebileceği şeyler değildir.

Şantiyemizi Antakya’nın Defne ilçesinde bir mahalleye kurduk. Bu yanında kaldığımız aile için olduğu gibi bizim için de çok heyecan vericiydi. Bir şeyin tasarıdan gerçeğe dönüşmesi… Yapı yükseliyordu… Bu arada yanında kaldığımız ailenin çocukları her fırsatta şantiyeyi oyun alanına çeviriyorlardı. Artık güvenle başlarını sokabilecekleri çatıları da örtülüydü… Ortaya çıkan şeyleri sosyal medyada paylaşmaya başlayınca maddi destekte de artış oldu. Birçoğu “bir sürü yere bağış yaptık, haberimiz olsa hepsini size gönderirdik, size gönderdiğimiz yardımların adrese ulaşacağından en küçük endişemiz yok” dediler.

Her konteyneri bitirdiğimizde Fatih resmini taşıyan flamayı (FÖKEV-M.Fatih Öktülmüş Kültür Evi) asıyoruz çatısına. Çünkü bizi orada bir araya getiren oydu. Gülen gözlerle bakışını seyre dalıyoruz kısa bir süre… Sonra diğer konteynerin inşasına…

Yanında kaldığımız aile, ekibi tüm sıcaklığıyla kucakladı. Depremin yarattığı yılgınlık ve umutsuzluk, bir şeyler şekillenmeye başladıkça heyecan ve sevince bırakıyordu yerini. Gidiş yolunda kimi arkadaşlarda olan “nerede kalacağız, ne yiyip içeceğiz, bizi nasıl bir şey bekliyor” gibi kaygılar, ailenin sıcaklığı karşısında tuzla buz olmuştu. Hiç kimsenin koşullardan yakındığı yoktu; o olanaksızlıklar içinde bile bizim rahat etmemiz için her şeyi düşünmüşlerdi.

Konteynerlerin yükselmesi bizim için kuşkusuz çok güçlü duygu patlamaları yaratıyordu. Bunlardan biri Samandağ’da yaptığımız konteynerdir. Birkaç yıl önce Gürcistan’da tanıdığımız Pınar ve Ali, günlerce enkaz altında kaldıktan sonra çocuklarıyla birlikte ölmüştü. Ailesini ziyaret ettikten sonra bir konteyner de onlara yapmaya karar verdik.

Akşam yemeğinden sonra sobanın başında ettiğimiz sohbetler en keyifli anlardı. Bir taraftan günün değerlendirmesini ve ertesi günün planlamasını yaparken, diğer taraftan güncel gelişmeleri değerlendiriyorduk. Kimi cezaevi anıları ve iş üzere yaşanan komiklikler ve yapılan esprilerle depremin yarattığı kasvet dağılıyordu.

Toplam 15 gün kaldığımız Antakya’da ufak tefek eksikliklere rağmen 10 konteyner hedefini gerçekleştirmiş olarak evlerimize doğru hareket ettik. Yol boyunca her arkadaş birbirine teşekkür etti. Bu çalışmaya dahil edildiği için memnuniyetini dile getirdi. Döndüğümüzde karşılaştığımız insanlar içtenlikle kucakladı ve yaptıklarımızla ilgili çok güzel şeyler söylediler…

Pek çok çalışma sonrası bir boşluk oluşur. Geçiş dönemlerinde yaşanan türden bir şeydir. Bu defa yaşadığımız ise bambaşka. Ertesi gün ekipteki arkadaşlarla bir araya geldiğimizde, günlerinin nasıl geçtiğini soruyorum, biri “öyle-böyle bir boşluk değil yaşadığım” diyor. Diğer arkadaş “hayatımın en anlamlı günleriydi” diyor. Gerçekten kolay geçmeyecek bir boşluk. Böyle bir şeyin ardından azıcık huzur olmalı! Hayır. Boşluk. Niye buradayız? Daha yapacak çok şey var!

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …