7 Mayıs günü Kadıköy’de bulunan YAYKOOP’ta (Antika Kafe’de) “DEVRİM KARTALI Remzi Basalak” kitabının 2. baskısının tanıtımı ve imza günü düzenlendi.
Etkinlik 6 Mayıs’ta idam edilen Denizler ve Remzi Basalak şahsında tüm devrim şehitleri için saygı duruşuyla başladı. Kitabın editörü Zeynep Berktaş ve Yediveren Yayınları çalışanı Gülümser Seyitcemaloğlu, kitap hakkında konuştular. Ardından katılımcıların soruları ve değerlendirmeleri ile konuşma derinleşti.
Kısa bir aradan sonra müzik dinletisi gerçekleştirildi. Sözleri Adnan Yücel’e bestesi Kutup Yıldızı’na ait “Remzi’nin türküsü” ilk kez seslendirildi. “Non Passaran” ve “Çav Bella” hep birlikte söylendi.
Aşağıdaki yazılar Berktaş ve Seyitcemaloğlu’nun konuşmalarının düzenlenmiş halidir.
“Devrim Kartalı” kitabının amacı
Merhaba dostlar, hepiniz hoşgeldiniz!
Bugün burada Remzi Basalak ve onu anlatan “Devrim Kartalı” adlı kitap hakkında konuşmak için toplandık.
Kitabın birinci baskısı Ekim 2022 tarihinde yapıldı ve iki ay gibi kısa sürede tükendi. Devrimci kitaplarda pek rastlanmayan bir durumdu bu. Bir kez daha şunu gösterdi; direnişe, direnen devrimcilere duyulan hayranlık ve sahiplenme hala çok güçlü. Böyle bir durumu “Adressiz Sorgular” kitabı çıktığı zaman yaşamıştık. “Devrim Kartalı” da tıpkı “Adressiz Sorgular” gibi büyük bir ilgi gördü ve hızla tükendi.
Şubat ayında ikinci baskısını yapmaya hazırlanıyorduk. Keza kitabı tanıtmayı amaçlayan bu etkinliği de Şubat ayında yapacaktık. Ancak 6 Şubat’ta gerçekleşen depremle birlikte yaptığımız planları ertelemek zorunda kaldık. O dönem depreme kilitlenmek gerekiyordu, öyle de yapıldı.
Şimdi kitabın ikinci baskısıyla karşınızdayız. Birinci baskıdan farklı olarak, Remzi hakkında yazılar yazan kimi aydınların ve yazarların yazılarından da bir bölüm ekledik. Varolan yazılarda tekrarları kaldıran küçük düzeltmeler yaptık.
Yayınevi olarak her kitabı bir devrim şehidine adıyoruz. Bu kitabı da Remzi ile aynı eylemde ölümsüzleşen Şaban Budak’a adadık. İkinci baskıda Şaban Budak’ın yaşamına dair daha ayrıntılı bir yazı da ekledik. Şaban, saatlerce çatışarak ve sloganlar atarak yaşamını yitirdi. Vücudunda 30 kurşun yarası vardı. Öldürdükten sonra bile üzerine kurşun yağdırmışlardı. Ayrıca vücudunda morluklar görülüyordu. Ölüsüne bile işkence yapmışlardı. Remzi ve Şaban’ı aynı eylemde sonsuzluğa uğurladık. İkisini birbirinden ayırmak olmazdı, öyle de yaptık.
* * *
“Devrim Kartalı” kitabını neden yazdık, hangi amaçla yayınladık, etkileri ne oldu gibi sorularla ilerleyelim. Bu kitabı hazırlamakta geç bile kaldığımızı belirtmiştik zaten. Remzi’yi kaybetmemiz üzerinden tam 30 yıl geçtikten sonra yayınlayabildik ne yazık ki. Elbette her ölüm yıldönümünde Remzi’ye dair yazılar yazdık, onun niteliklerini, temel özelliklerini anlattık, anmalarını gerçekleştirdik. Ama bir kitap haline getirmek, ancak 30 yıl sonra olabildi.
Remzi gibi direnişiyle çığır açan devrimcileri anlatmak, kitlelere mal etmek, yeni kuşaklara taşımak, geride kalan bizlerin en önemli görevi, hatta borcudur. Sadece kitap da değil, belgesel, film, tiyatro, resim vb. sanatın çeşitli branşlarıyla onları yaşatmak gerekir.
İşin şöyle bir yanı da var; o dönemi yaşayan kişiler giderek azalıyor, kimisi yaşamını yitiriyor, kimisi hatırlamakta güçlük çekiyor. Ayrıca belge bulmakta zorluk çekiyoruz. Bir çoğu polis baskınlarında gidiyor, bir kısmı yokedilmiş oluyor… Onun için fazla zaman kaybetmeden devrim şehitlerimizi, özellikle de Remzi gibi öncü bir rol oynayan şehitlerimizi kalıcı ürünlerle tarihe bırakmalıyız.
Biz materyalist insanlarız. Tarihin, sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu, devrimin kitlelerin eseri olduğunu biliriz. Ama her tarihsel dönemeçte öncülerin, önderlerin çok önemli bir rol oynadığını da yadsımayız. Onlar buzkıran olurlar, yolu açarlar. Remzi de onlardan biridir.
Marks şöyle diyor: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil. Geçmişten devralınan verili koşullar içinde bunu gerçekleştirirler.”
Remzi’nin direnişini ve tarihe geçen son eylemini daha iyi anlayabilmek için, onun yaşadığı koşulları iyi bilmek gerekiyor. Onun mücadeleye atıldığı tarih 1979’dur. Yani ‘80 öncesi halk hareketinin, devrimci hareketlerin en gelişkin olduğu bir dönemde, devrim saflarına katıldı. O dönem devrimci olmak kolaydı, hatta “moda” halini almıştı. Fakat yaklaşık bir yıl sonra 12 Eylül faşist cuntası işbaşına geldi. Başta komünist ve devrimciler olmak üzere tüm halk üzerinde büyük bir terör estirdiler. Hak ve özgürlükler gaspedildi. İşkenceler, cezaevleri, idamlar… Ne yazık ki devrimci örgütlerin büyük çoğunluğu bu saldırılara teslim oldular. Örgüt olarak direnen, sadece ihtilalci komünistlerdi, farklı örgütlerden de bir avuç devrimci vardı.
Remzi de onlardan biriydi. Henüz 17 yaşında olmasına rağmen işkencede ve cezaevlerinde direndi. İlk alınışında direnmesine rağmen kabul niteliğinde ifade verdiği için, kendisini affetmedi. Bulunduğu cezaevlerinde direnişin başını çekti. 1986 yılında tahliye edildiğinde cezaevi kapısından askere aldılar, ama o askerden kaçıp yeniden mücadeleye atıldı.
‘80’nin ortalarından itibaren toplumsal hareket yeniden dirilmeye başladı. İşçiler fiili grevlerle yolu açtı. Gençler derneklerde örgütlenip mücadeleyi yükseltti. Devrimci örgütler toparlanmaya girişti. Remzi, örgütün toparlanmasında ve mücadelenin yükselmesinde önemli görevler üstlendi. Dönemin zorluklarını da kendini sürekli yenileyerek aşmasını bildi.
’90 yıllarda işçi sınıfı ve gençlik hareketinin yanı sıra emekçi memurlar ve Kürt hareketi de yükselişe geçti. Bunun üzerine egemenler, tarihe “92 konsepti” olarak geçen bir saldırı dönemi başlattılar. Başta Kürt hareketi olmak üzere komünist ve devrimcilere dönük yasal, yasa-dışı saldırılara başvurdular. “Gözaltında kayıplar”, “yerinde infazlar”la kontrgerilla eylemleri hız kazandı. Demirel’in, Çiller’in, Mehmet Ağar’ın işbaşında olduğu bir dönemdi bu.
Remzi’yi de ’92 Ekim’inde işkencede katlettiler. Zaten yaralı olarak yakalanmıştı. O haldeyken masaya tekmeyi indirdi. Ve basının önünde polisler üzerine çullandılar. İşkenceye orada başladılar. Aynı gece katledildiğini öğrendik sonradan. Doktor raporlarıyla da resmileşti.
Kısacası Remzi, devrimci mücedeleye atıldığı 1979’dan, katledildiği 1992 yılına dek geçen yaklaşık 14 yıllık sürede, yenilgiyi de gördü zaferleri de, ateşi de gördü, ihaneti de… Ama kendini sürekli geliştiren yapısıyla bütün bu dönemleri başarıyla göğüslemesini bildi, örgütün ve devrimin önünü açtı.
* * *
O, 15 yaşında bir “çocuk işçi” iken mücadeleye atılmıştı. 29 yaşında komünist bir militan, askeri bir komutan olarak yaşama veda etti. Çok değil 14 yıl içinde “çocuk işçi”den, “Devrim Kartalı” mertebesine ulaştı. Çünkü Remzi her zaman daha iyisini yapmaya, daha mükemmele ulaşmaya kilitlenmişti, sürekli kendisiyle yarış halindeydi.
Devrimci kesimler onu masaya inen tekmesiyle tanıyor. O bir zirveydi. Biz bu kitapta o “zirve”ye nasıl ulaştığını anlatıyoruz.
Zirve metaforundan ilerlersek, Nazi vahşetine direnen bir direnişçi “zirve”ye tırmanışı şöyle anlatıyor:
“Zirveye ulaşmanın en zor anı nedir bilir misiniz? Dağın eteklerinde iken yukarıya bakıldığı sırada değil. Tam ortasına varıldığında, her dönemecin ne zor olduğu öğrenildiğinde yaşanır en güç an. (Zirveye doğru bu zorlukların çok daha artacağı öğrenilmiştir artık, onu göze alabilmek hiç kolay değildir. -bn) Koşarak aşağıya inilebilinir (ki böylelerinin çok olduğunu biliyoruz. -bn) Ya da çıkmak için güç toplanır ve yürünür. Bu yol korkunçtur, taşlarla, çamurlarla, kanla kaplıdır. Ama yoldur işte…”
Mahir Çayan’ın “Adalılar” şiirinde söylediği gibi “devrim yolu sarptır, engebelidir…” Oraya bütün bu zorluklar, engebeler, aşıla aşıla gidiliyor. Remzi o yolları aşıp zirveye ulaşan ve orada tarih yazan ender insanlardan biri oldu.
Kitapta da belirttiğimiz gibi “masaya inen tekme”si bir anlık öfke patlaması, kendiliğinden gelişen bir şey değildi. O dışarda iken “bir daha yakalanırsam o masanın arkasında durmayacağım” demişti. Devrimcilerin “teşhir masası”nın arkasına bir “suçlu” gibi dizilmesine oldukça tepkiliydi. “İşkenceye direniyoruz, bu materyallerin bize ait olmadığını söylüyoruz, ama sonrasında önümüze dizilen bu materyallerle fotoğraflarımızın çekilmesine, ‘suçlu’ymuş gibi gösterilmeye göz yumuyoruz” diyerek tepkisini ortaya koymuştu.
Ayrıca çok sevdiği ve her yönden kendine örnek aldığı yoldaşı Mehmet Fatih Öktülmüş’ün direnişini hatırlatıyor, “Fatih’i ileri taşımak gerek, ama biz halen onu aşabilmiş değiliz” diyordu. Her işkenceye alınışında öncekinden daha ileri bir direniş sergilemesi, Fatihleşme çabasıydı aynı zamanda. Örneğin 1988’de gözaltına alındığında, işkencede direnişini “savunma”dan “saldırı”ya dönüştürdü. “Bilmiyorum, tanımıyorum”dan çıkarak “biliyorum söylemiyorum”a vardırdı. “Örgütün evlerinin bütün anahtarları bende, gel al alabiliyorsan; hepsinin adını biliyorum, gel söylet söyletebiliyorsan” demesi, bunun en açık ilanıydı. Keza yoldaşlarına işkence yapılmasına karşı işkencecinin üzerine yürümesi, tekme-tokat girişmesi, fiziken de saldırıya geçişiydi. Sadece mahkeme salonlarında değil, daha işkencede “ben komünistim” diye bağırması, siyasi bir meydan okumaydı. İşkenceciyi “erkeksen adını söyle” diyerek sıkıştırması, korkudan sinen işkencecinin “ne yapacaksın beni öldürecek misin” sorusuna “sana harcayacağım mermiye yazık, o mermiye vereceğim paraya yazık” yanıtı, işkencecileri kendi evlerinde mahkum etmekti.
Direnen hemen her devrimci, o teşhir masasının arkasında durmaktan rahatsız olmuştur. Başını dik tutarak, yumruğunu kaldırarak, zafer işareti yaparak tepkilerini ortaya koyan da oldu. Ama hiçbiri o masaya tekme atıp dağıtmayı düşünmedi, düşünse bile cesaret edemedi. Remzi’yi farklı kılan budur.
O tekme, faşizme atıldı. 12 Eylül’den bu yana sürdürülen bir uygulamaya son verdi. Bir eşiği daha aştı. İşkencede direnişin çıtasını yükseltti. Yoldaşlarının ve tüm devrimcilerin önünü açtı. Onun bu eyleminden sonra hiçbir yoldaşı masanın arkasına geçmedi ve bu uygulamaya son vermek zorunda kaldılar.
* * *
Bir gün önce, (6 Mayıs günü) Denizleri andık. Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, bundan 51 yıl önce darağacında katledildiler. Deniz, Mahir, Kaypakkaya, bir bütün olarak ’71 devrimcileri, Türkiye devrimci hareketinin önderleridir. Onlar pasifizmi, parlamentarizmi aşarak devrimci bir süreci başlattılar.
Şimdi yeniden parlamentarizmin şaha kalktığı bir dönemi yaşıyoruz. Bu partiler utanmadan Denizlere sahip çıkıyor görünüyor. Geçenlerde AKP ile işbirliği yapan DSP’nin başkanı bile “Denizler yaşasaydı, AKP’ye oy verirdi, çünkü AKP, Amerika’ya karşı çıkan tek parti” diyebildi. İşi bu raddeye vardırdılar.
Daha önce de “onlar yaşasaydı, bizim gibi olurdu” türünden sözler duyduk. Denizlere ihanet edenler, onları kendi seviyesine çekerek, durumlarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Onların mertebesine ulaşmak bir yana, eteklerinden tutarak aşağıya çekme çabasına girişiyorlar. Ama boşuna! Onlar zirvede ölümsüzleşti ve hep zirvede kalacaklar. Şehitlerimizi anmak, sadece onları yadetmek değil, mücadelelerine sahip çıkmakla olur. Uğrunda can verdikleri davalarını sürdürmekle olur. Faşizme karşı olduğu kadar teslimiyete, pasifizme, parlamentarizme karşı da devrimci bir duruş ortaya koymakla olur.
Denizleri, Remzi’yi, Şaban’ı, tüm devrim şehitlerini bu bakışaçısıyla anıyoruz.
“Yeni Remzi’ler yaratmak” için…
Kitabın ardından en çok konuşulan konulardan biri de “eski devrimciler”e duyulan özlem ve “Yeni Remzi Basalak’lar yaratmak” üzerine oldu.
12 Eylül’ün üzerinden 42 yıl geçti; Remzi’nin şehit düşmesinin üzerinden ise 31 yıl… 12 Eylül öncesi, gürül gürül bir yükseliş dönemiydi. Sonrasında ağır bir yenilgi ve tasfiyecilik süreci başladı. ’90’ların başında yeni bir yükseliş başlamışken yeniden ve bu kez daha ağır bir tasfiyecilik sürecine girildi… Kendi içinde inişleri-çıkışları, yükselişleri-yenilgileri olan bir süreç bu.
Tarihte hiçbir şey tekerrür etmez. 12 Eylül öncesi koşulların bugün aynı biçimde yaşanması mümkün olmadığı gibi, 12 Eylül öncesinde yetişen kadroların da aynı özelliklere sahip olması beklenemez. Her yeni dönem, yeni kadro şekillenişini yaratır, yeni mücadele biçimleri oluşturur, yeni örgüt modelleri çıkartır. Teknoloji kullanımından, siyasal değişimlere kadar pek çok unsur, yeni dönemin yeni koşullarını oluşturur. Zaman değişiyor…
Ancak değişen zaman içinde, değişmeyen, değişmemesi gereken bazı temel unsurlar da var. Sınıflı-sömürücü bir toplumda, ezen-ezilen ilişkisini değiştirmenin tek yolunun “evrim” değil “devrim” olduğu, “egemen sınıfı” ve “egemen sınıfın devletini” “devir”meden yeni bir düzen kurulamayacağı gerçeği de değişmez mesela. Bu “devrim”i yapacak kişilerin, bu müthiş zorlu görevi gerçekleştirecek bir kararlılığa, adanmışlığa sahip olması gerektiği de. Bu kararlılık ve adanmışlık olmadan devrim yapılamayacağı da bir gerçektir. Ve kadroların, kuracaklarını söyledikleri “sosyalizm”in özelliklerini kendi kişiliklerinde göstermeleri, kendi nitelikleriyle “sosyalizmin günümüzdeki temsilcileri” olması gerekir; bu da değişmez bir durumdur.
Oysa bugün en çok bu temeller bozulmuş, değişmemesi gereken şeyler değişmiş durumda. İdeolojik-siyasi bozulma, beraberinde örgütsel bozulmayı, bununla bağlantılı olarak kadrosal bozulmayı beraberinde getirdi. 12 Eylül döneminde tasfiyeciliğe düşen devrimci yapılar, bunun sonuçlarını doğrudan yaşamaya başladılar, adım adım değişip-dönüştüler.
* * *
Devrimci yapıların önemli bir kısmı “devrim” fikrinden uzaklaştılar ne yazık ki. 12 Eylül öncesi devrimcilerde, devrimin çok yakın olduğu duygusu hakimdi. Bugün ise “devrim”, bilinmez-çok uzak bir tarihe erteleniyor. Söylem bile değişiyor, “devrim ideali” gibi somut bir kavram, “ütopyamız” gibi “hayali” ve gerçekleşmesi olanaksız bir kavrama yerini bırakıyor. Kimileri ise, “devrim günceldir” tespitini yapmakla birlikte ona uygun bir konumlanış içinde olmuyor.
“Devrim” fikrinde netlik, sınıfsal çatışmanın, devrim-karşıdevrim kavramlarının net olmasını getirir. Devrim fikri uzaklaşınca, her alanda ve her konuda vıcık vıcık bir “uzlaşmacılık” yaygınlaşıyor. Bu topraklarda sömürü mekanizmasının tepesinde oturan, işçilerin alınteri üzerinden kar rekorları kıran Koç Holding, “Gezi direnişinin bir parçası” zannediliyor mesela. AKP döneminde hukuk sisteminin altüst olmasının sembol isimlerinden Sadullah Ergin’in CHP’den seçime girmesi “ittifak kültürü” olarak açıklanıyor mesela. Kadın hakları konusunda en gerici çizgide duran Saadet Partisi’nin CHP ile aynı masada olması “AKP’yi yenmek için” diye meşrulaştırılıyor. Tescilli ABD uşağı Cengiz Çandar’ın HDP’den seçime girmesine dönük eleştirilere açıklama bile yapılmıyor.
Kitapta devrim-karşıdevrim çatışması çok nettir. İşkencehanede, cezaevlerinde direnişlerde en çarpıcı haliyle gösteriyor. Ancak bununla sınırlı değil. Yaşamın her alanında karşıdevrimin “gözünden uzak” olma çabası, bu çatışmayı, bu uzlaşmazlığı, düzen-dışılığı açıkça ortaya koyuyor. İllegal yayın organına verilen önem, takip kontrolleri, kalınan evlerdeki konumlanış… Her yönüyle insanların iliklerine kadar sinmiş bir devrimcilik var. “Devleti devirme” hedefinin ifadesi olan “devrimci” kelimesi, kitapta gerçek anlamını buluyor; her olaya, her duruma ilişkin olarak “düzen” ve “devrim” karşıtlığı hissediliyor.
Günümüzde sınıfsal uzlaşma ile bağlantılı olarak parlamentarizm giderek daha egemen hale geldi. Bugün mücadele etmenin, hak kazanmanın en önemli yolu, oy kullanmakmış gibi gösteriliyor. Devrimci yapılar bir milletvekili çıkarabilmek için en ilkesiz pazarlıklara giriyor, ideolojik-siyasi çizgilerinden uzaklaşıyorlar. Devrimci yapılardan parlamentoya giren milletvekili adaylarının, yıllar boyunca bir defa olsun parlamento kürsüsünü devrimci bir tarzda kullandıklarına şahit olmadık. İlkesel konularda bile geri adım atılabiliyor. “Bu kez son”, “bu defa çok önemli”, “Erdoğan artık gitmeli”, “bağrımıza taş basarak” gibi ifadelerle burjuva partilere ya da burjuva adaylara oy vermek savunuluyor.
Sanki burjuvazinin iktidarı devam ederken, AKP gidip kendi partileri geldiğinde, sosyalizm gelecekmiş gibi konuşuyorlar. Sanki seçimler kapitalist sömürü düzenini değiştirecekmiş gibi…
Üstelik seçimlere katılım, parlamentoya girmek gibi konularda, Lenin başta olmak üzere ML ustaların ve önderlerin söyledikleri-yaptıkları sistematik biçimde çarpıtılıyor. “Lenin Duma’ya kaç milletvekili sokmuştu”, “Alman Komünist Partisi ve Thaelman neler yapmıştı”, “Bulgaristan Komünist Partisi’nin MK üyesi milletvekili olmuştu” gibi örneklerin ardı arkası kesilmiyor. Ancak bunları söylerken, en önemli bilgiyi gizliyor, yok sayıyorlar. Bu ülkelerin herbirinde, Komünist Partilerin çok sağlam bir yeraltı örgütü vardı. ML ideolojik-siyasi-örgütsel yapısı, “parlamenter mücadelenin parlamentarizme dönüşmesi”nin önündeki en büyük engeldi. Bugün ise doğrudan parlamentarist bir kafayla, devrimcilikten uzaklaşmış bir yaklaşımla, sisteme karşı mücadele etmek için değil, sistemin bir parçası olmak için parlamentoda yeralmaya çalışıyorlar.
Oysa sistemi değiştirmenin en önemli yöntemi, işçi sınıfının eylem gücüdür. Mesela 1986 yılındaki Netaş grevi, 12 Eylül’ün grev yasaklarının hüküm sürdüğü bir dönemde gerçekleşmiş; 12 Eylül’ün ağır-karanlık baskısını kırmada önemli bir rol üstlenmişti. Daha birkaç ay önce metal sektöründe işçiler grev kararı alınca, Erdoğan grevi yasaklamış; ancak işçiler grev yasağına karşı greve çıkınca, patronlar aynı gün masaya oturmak zorunda kalmışlardı. Metal sektöründe yasağa rağmen greve çıkılması, işçilerin artık eskisi gibi yönetilemeyeceğini gösterdi burjuvaziye. Parlamentoda yapılacak bir değişiklik, sandıktaki oylardan değil, metal işçilerinin (ve son bir yılda giderek yükselen işçi eylemlerinin) gücü üzerinden olacaktır.
* * *
Yeraltı örgütü, devrim ve sosyalizm fikrinden uzaklaşıldığında, kadro yapısı da değişiyor. “Devrim” yapmak için gereken kararlı-adanmış-bilinçli devrimciliğe ihtiyaç kalmıyor; sosyalizmin kapitalizmden ne kadar farklı olduğunu kendi şahsında-kişiliğinde gösterecek “yeni insan” tipi oluşturmak gerekmiyor. Kapitalizmin yoz insan ilişkilerinin karşısına, nitelikli-üretken-insani ilişkiler koyma çabası ortadan kalkıyor.
İlk olarak “kadro” tanımı değişiyor. Kadro, sempatizan, taraftar, herkes “aktivist” olarak tanımlanıyor. Oysa “aktivist” ile “devrimci” arasında büyük-özsel farklılıklar var. Bir aktivist için önemli olan faaliyettir; kaç dergi dağıttığı, mitinge kaç kişi getirdiği, kaç afiş yaptığı, kaç eyleme katıldığı gibi pratik faaliyetler üzerinden tanımlar kendisini. İşini yapar, sonra “özel hayatına” döner. “Mesaisi biten memur” gibi, eylemi bittikten sonra düzeniçi-yoz ilişkiler kurmasında bir sakınca görülmez. Onu zorlayan, denetleyen, yönlendiren, değiştirip-dönüştüren bir örgütü-sorumlusu da yoktur zaten.
Oysa bir devrimci “farklı” olmak zorundadır. Bu düzene ait her tür yozlaşmadan, bencillikten, bireycilikten uzaklaşmalıdır. O geleceğin toplumunu, sınıfsız-sömürüsüz toplumun bugüne yansıyan hali olmalıdır. Bir aktivistin yaptığı her şeyi yapar, ama çok daha kararlı ve özenli bir biçimde. Yanısıra kendi kişiliğini de değiştirmekle karşı karşıyadır.
Önce kendisinde gerçekleştirir devrimi. Sözüne güvenilirlik, davaya bağlılık, kitlelere değer vermek… Kapitalist-sömürücü devlete karşı mücadele ederken, diğer taraftan kendi içindeki düzen alışkanlıklarına karşı mücadele eder. Aktivist ne kadar “kendinden menkul” ise, devrimci o kadar “örgütlü”dür, kolektifin bir parçasıdır. “Kadro-sempatizan” sözü, devrimci mücadeleyi “içselleştirme” ve bir örgüte karşı “aidiyet” düzeyini tanımlar; “aktivist” sözü ise sadece ne kadar “hareket” ettiğini…
Ve siyasi-ideolojik gelişim… Kapitalizmin sadece görüngülerine karşı değil, ideolojisine karşı da mücadele eder devrimci bir kadro. ML bir altyapıya sahip olmak, vazgeçilmez önemdedir. Siyasetine de, pratiğine de yol gösterecek olan budur.
Bugün devrimci yapıların kadroları, bu donanımlardan yoksun olarak faaliyeti sürdürüyor. Eğitim çalışmaları yoktur mesela; “zaman yok” diyerek eğitim çalışmaları ertelenmektedir. Böylece en önemli gıdasından, yanlışlarla karşılaştığında anlamasını sağlayacak birikimden, yollar çatallandığında rotasını belirleyecek altyapıdan yoksun kalıyor. “Eğitim” konusu, günlük ajitasyona indirgenmektedir. Günlük ajitasyon, günlük faaliyeti kotarmak için yeterlidir. Ancak bir kadronun kararlı bir devrimci olmasının yolu, bunların ötesine geçebilmesinden, güçlü bir ML birikimden geçer. Bu eksik kaldığında kişilerin mücadelesinin de bir “son kullanma tarihi” olacak, “devrime adanmış bir yaşam” düzeyine asla ulaşamayacaktır.
* * *
Bugün birçok konuda karşı-devrimin söylem ve argümanları, devrimcilerin diline pelesenk olmuş durumda. Mesela artık tarihsel günlerin sadece “anma”larını yapıyoruz, “kutlama” neredeyse hiç kalmadı. “8 Mart anması”, “Gazi anması”, “Gezi anması” vb… “Çünkü şehitler var” diyorlar. Oysa şehit vermeden kazanım elde edilmez. Bütün kazanımların şehitleri vardır. 1 Mayıslar dünyada ve Türkiye’de sayısız şehitler pahasına kazanılmıştır; o zaman 1 Mayıslar hiçbir zaman kutlanamaz. Ekim Devrimi’ndeki şehit sayısını bilmiyoruz bile; Ekim Devrimi’ni kutlayamaz mıyız? Türkiye’de resmi rakamlara göre 13 milyon insanın katıldığı, 15 gün boyunca sokakları fethettiği Gezi Ayaklanması, sadece şehit anmalarına indirgenebilir mi? 8 Mart, kadın mücadelesinde en büyük kazanım değil midir?
Bu söylemde burjuva ideolojisinin etkilerini görmek mümkündür. “Anma” diyerek, o eylemde verilen kayıplara, çekilen acılara, şehitlere odaklanıldığında, eylemin büyüklüğü, kazanımları, burjuvaziyi ne kadar sarstığı gözlerden gizlenmektedir. Sadece şehitleri ve devletin saldırısının büyüklüğünü, vahşetini öne çıkardığımız bir tarih anlatımının, gelecek kuşaklara vereceği tek şey “başarısızlık” duygusudur. Aynı saldırılara karşı nasıl direndiğimizi anlatmak, bu saldırılara rağmen ne büyük kazanımlar elde ettiğimizi göstermek ise, gelecek kuşaklara direnme-kazanma bilinci aşılayacaktır. Soru şudur: Gezi Ayaklanması’nın coşkusunu öğrenen genç kuşakların, bunu yeniden yaşama isteğinden, yeni Gezi Direnişleri yaşanması ihtimalinden korkan kimdir: Burjuvazi mi, proletarya mı? Kitle direnişlerini salt “şehit anması”ndan ibaret hale gelmesi, burjuvazinin talebidir, burjuvazinin çıkarınadır. Bizim yaklaşımımız ise, şehitleri andığımız günleri de, zaferlerimizi kutladığımız günleri de bir “mücadele günü”ne çevirmektir. Kitle direnişinin büyümesinin tek yolu budur.
* * *
Kitlelerin kendi yalnızlıklarına, çaresizliklerine terkedildikleri bir dönemi yaşıyoruz. “Hep birlikte” haklarımızı talep etmekten, “tek başına” oy kabinine girmeye uzanan bir gerileme… Geçmişte devrimci kadrolar-önderler kitle ilişkilerinin evlerine gider, hayatlarının bir parçası olurdu mesela. Remzi Basalak gibi devrimcilerin dokundukları her insanda bir iz bırakmasının, çok sevilip özlenmelerinin bir nedeni de budur.
Bugün devrimci yapıların ezici çoğunluğunun yöneticileri, kadroları, Avrupa’dan bakıyor Türkiye’ye. İşçi ve emekçilerin yaşantısında, evlerinde, toplu taşıma araçlarında, semt pazarlarında yoklar. Kendileri başka bir hayat yaşıyor, başka bir dili konuşuyor, başka ülkelerin sorunları-gündemleri içinde var oluyorlar. Bu nedenle de aldıkları kararlar ülkenin gerçekleriyle örtüşmüyor, kitlelerin sorunlarına hitap etmiyor. Üstelik mültecilik, hem 12 Eylül döneminden çok daha yaygın, hem de 12 Eylül dönemi ile kıyaslanmayacak kadar meşrulaştırılmış durumda. Böyle olunca “bu ülke düzelmez” diyerek kapağı yurtdışına atmak isteyen gençlere söylenecek tek söz kalır mı?
Geçmişin devrimci yapıları günümüz koşullarında reformizme kaydıkça; “iktidar perspektifi” ve “devrim yapma” hedefi, seçimlerde alınacak oy sayısına indirgendiğinde; devrimci örgütün gücünün ve sağlamlığının kriteri mitinglerdeki oluşacak kortejle ölçüldüğünde, kadrolar da güçlü devrimci özellikler edinemiyor. Devrimci kurumların nitelik kaybına paralel olarak, kadrosal düzey de düştükçe düşüyor.
Böyle olması çok doğal değil mi? Bir örgüt önüne “kapitalist sömürü düzenini ve onun devletini yıkmak” gibi büyük bir hedef koyuyorsa, bu hedefe uygun bir ideolojik-siyasal-örgütsel yapı oluşturmak, bu hedefe uygun kadrolar şekillendirmek zorundadır. Ama hedef basitçe muhalefet yapmak olarak belirlenmişse, ne yeraltı örgütüne ne de nitelikli-donanımlı kadrolara ihtiyaç kalır.
Lenin, “günün 24 saatini devrime adamak”tan sözederdi, yeni devrimciler de “profesyonel devrimci” olmayı hedeflerdi. Şimdi ise “part-time devrimcilik” yapılıyor.
“Yeni Remziler yaratmak” dediğimiz zaman, ideolojik-siyasi donanımdan örgütsel yapıya kadar pek çok şeyi içine alan bir bütünlükten sözediyoruz. Üstün nitelikli kadrolar, kendiliğinden yaratılmaz, güçlü bir örgütlü mücadelenin sonucunde şekillenirler.
Diğer yanda ise kadroların mücadele içindeki duruşları vardır. Sağlam-tutarlı-nitelikli bir devrimcilik için, üç unsur gereklidir. Kişinin “kendine” güveni, “örgüte” güveni, “ideolojisine” güveni; üstelik bunlar birarada olmalıdır. Zayıf kişilikli, özgüven sorunları yaşayan bir birey, devrimin görevlerine sıkıca asılamaz; esasında hayatındaki hiçbir göreve sıkıca asılamaz. İdeolojisine güvenmiyorsa, örgütüyle güven sorunu yaşıyorsa, bir süre sonra kafa karışıklığı, yorgunluk kaçınılmaz olur.
Sağlam bir kişilik, sağlam bir yeraltı örgütü, bilinçli-iradi-donanımlı bir devrimcilik… “Yeni Remziler yaratma”nın yolu buradan geçiyor.
Remzi’ye hiç kimse “masaya tekme atmasını” söylememişti; bu konuda bir örgüt talimatı yoktu. Ancak onun bu tutumu, “bireysel bir çıkış” da değildi. Başından beri anlatmaya çalıştığımız gibi, örgütün mücadele çizgisi tek tek kadrolarının şekillenmesine neden olur; örgütün birikimleri, her yeni kadrosunun bilincine aktarılır. Yanısıra Remzi gibi sürekli kendisini aşmaya çalışan, kendisiyle yarışan kadrolar, örgütün çizgisini-mücadelesini güçlendirir, ileriye taşır. Remzi’nin bu tutumu, Fatih’in, 12 Eylül’de direnen ihtilalcilerin tutumuna eklenen bir halka olmuştur. Reformist partilerde “Remzi Basalaklar” yetişmemesinin nedeni de budur.
* * *
12 Eylül’ün karanlık yıllarında devrim cephesindeki saflaşma, direnenlerle teslim olanlar arasındaydı. Bütün o saldırılara karşı, içeride-dışarıda, işkencede-hapiste-sokakta direniyor musun, teslim mi oldun?.. Soru bu kadar netti. Bugünkü saflaşma devrimci kalanlarla düzen-içileşenler, düzenin bir parçası olanlar arasındadır.
Azınlıkta kalmalarına rağmen 12 Eylül dönemine damgasını vuran ve geleceğe kalan, nasıl direnenler olduysa; günümüzde de sayıları giderek azalmış olsa da devrimci kalmakta ısrar edenler, onurlu ve dik duruşlarıyla kendi kimliklerinde devrimi yaşatacaklar ve gelecek kuşaklara taşıyacaklardır.