“Parlamentodan yararlanmak” mı “Barışçıl devrim” hayalleri yaymak mı?

Her seçim döneminde, “kurtuluş devrimde-sosyalizmde” diyen komünist ve devrimcilere dönük saldırılar artar. Yıllardır Marksizm-Leninizmin lafzını bile etmeyenler, burjuva liberallerin savlarıyla konuşup yazanlar, komünist ve devrimcileri ML’den alıntılarla çürütmeye, ML adına yargılamaya kalkarlar. Rusya’dan Bulgaristan’a devrim yapmış ülkeleri veya bir dönem komünistlerin güçlü olduğu Almanya’yı örnek göstererek, oradaki komünistlerin parlamento seçimlerine katıldığını, bu olanağı değerlendirdiğini söylerler.

Tarihe yapılan atıflarla seçimlerin ve parlamentonun ne kadar önemli olduğunu, devrimcilerin bu olanağı mutlaka kullanması gerektiğini döne döne anlatırlar. Komünistlerin hangi koşullarda ve hangi amaçla seçimlere girdiğini, parlamentoda nasıl bir mücadele yürüttüklerini ortaya koymadan veya çarpıtarak kendilerini aklamaya çalışırlar. Oysa komünistlerin “parlamentodan yararlanma” taktiği ile parlamentoyu “olmazsa olmaz” gören ve her koşulda seçimlere katılmaya koşullanmış kesimlerin tutumu, birbirine taban tabana zıttır.

Buna karşın karşı saldırıya geçerek politikalarının doğruluğunu ispatlamaya çalışırlar. Onlara göre seçimlere katılmamak “apolitiklik”tir en hafifinden…. Kitleleri anlamamak, onlardan kopmaktır! Geçmişte kalmak “dönemin ruhuna ayak uyduramamak”tır. Dahası, faşizme (AKP’ye) hizmet etmek, onların kazanmasına yardımcı olmaktır! Kendilerinin her seçim döneminde sandığa koşmalarını ise, “faşizmi geriletmek”, “halka nefes aldırmak”, “demokrasiyi geliştirmek” vb. şeklinde açıklarlar. Bunların hiçbiri gerçekleşmez tabii ki… Komünistleri her seçimde aynı taktiği izlemekle itham edenler, aynı argümanlarla bir sonraki seçime hazırlanır ve yine tek çözüm olarak sandığı gösterirler.

Bu süre içerisinde dünyada ve ülkemizde seçimlerin giderek daha göstermelik bir hal alması, her tür hile ve entrikanın normalleşmesi, hatta seçim sonuçlarının tanınmaması, onların bu tutumlarını değiştirmez. Öyle  ki, devrimci hareket güçsüzleştikçe parlamentoya ve seçimlere rağbet artmakta, rağbet arttıkça da parlamento ve seçimler burjuva anlamda bile demokratikliğini ve çözüm gücünü yitirmektedir. Öncesi bir yana 20 yılı aşkın süredir bu sarmalın içinde dönüp duruyoruz. Neden-sonuç ilişkisi biçiminde birbirini besleyip büyüterek bugünlere gelindi.

Şimdi yeni bir seçimin arifesindeyiz. “20 yıllık AKP dönemine son verme” gibi güçlü bir motivasyonla çok daha rahat biçimde seçimlere ve parlamentoya önemler atfediliyor, umutlar sandığa bağlanıyor. Geçmişin devrimci, demokrat kurumları giderek artan oranda parlamentoya girmek için birbirleriyle yarışıyorlar. Bugüne dek CHP’ye “faşist” diyenler bile, CHP lideri Kılıçdaroğlu’nu desteklemekte bir mahsur görmüyor.

Bu koşullarda kurtuluşun seçimde değil, devrimde-sosyalizmde olduğunu söyleyen komünist ve devrimci kurumlar, bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azalmıştır. Dolayısıyla onların (ve etkileyeceği kitlenin) seçim sonuçlarını değiştirme gücü yoktur. Buna karşın reformist partilerin ve onlara eklemlenen eski devrimci yapıların saldırıları bitmez.

Bunun bir yönünü, herkesi kendisine benzeterek içinde bulunduğu durumu meşrulaştırma çabası oluşturuyor. Tek bir sesin bile farklı çıkması, rahatlarının kaçmasına neden oluyor çünkü. Herkesin teslim olduğu bir ortamda, bir kişinin bile direnmesi, teslimiyete düşenlere nasıl ayna tutuyor ve iç sorgulamayı arttırıyorsa, seçim döneminde devrimin-sosyalizmin sesini yükseltenler de aynı işlevi görüyorlar. Nicel olarak ne kadar zayıf olunsa da niteliksel fark, her zaman büyük önem taşır. Düzene adapte olanlarda rahatsızlık yaratır, tereddütlü olanlarda veya devrimci kalmaya çalışanlarda umudu büyütür, kendine güveni arttırır; varolanı değiştirme dinamiğini güçlendirir. Parlamentaristleri asıl korkutan da budur. Bugün için pratik bir sorun teşkil etmese de, ideolojik-siyasi olarak onları huzursuz etmekte, gelecek adına kaygılandırmaktadır. Bunun verdiği bir hırçınlık ve saldırganlık sözkonusudur.

Parlamentonun ve genel oy hakkının bile, yıllar süren mücadeleler sonucu kazanıldığını unutmamak gerekiyor. Aşağıdaki yazıda bu tarihsel evrimi bir kez daha hatırlatacağız. Keza komünistlerin seçimlere ve parlamentoya bakışını; en fazla demogojisi yapılan Rusya’da Bolşeviklerin hangi koşullarda seçimlere katıldığını, Bolşevik vekillerinin nasıl seçildiğini ve nasıl bir mücadele yürüttüklerini ortaya koyacağız. Herşeyden önce güçlü bir yeraltına ve kitle bağlarına sahip olduklarını, parlamento dahil yasal olanaklardan yararlanmayı bu güçle başardıklarını bilmek gerekiyor.

Dergimizin Mayıs-Haziran 2015 tarihli sayılarında yer verdiğimiz “Reformizmin son durağı: Parlamentarizm” başlıklı yazıyı güncelleyerek ve özetleyerek yayınlıyoruz.

* * *

Parlamentonun tarihsel evrimi

Başlangıçta soylular sınıfının doğal temsilini ifade eden “senato”dan kitlelerin içinden seçilen temsilcilerin olduğu “parlamento”ya geçiş, feodalizmin son dönemlerine denk gelir. Yaşama geçtiği ilk yer ise, 17. yüzyılda İngiltere’de olmuştur. İngiltere kralı yeni vergiler koyacağı zaman, devlet erkanının yanı sıra halktan temsilcilerin de toplanmasına karar verir. Bu meclis sürekli çalışmaz, yaklaşık üç-dört yılda bir Kral’ın isteği üzerine toplanır. Daha sonra “Lordlar Kamarası” ve “Avam Kamarası” olarak toplanacak ve İngiltere’deki parlamentonun ilk temeleri atılacaktır.

Bugünkü haliyle parlamento, burjuvazi iktidarı ele geçirdikten sonra, yani kapitalist sistemde ortaya çıktı. Çok uzun yılları bulan “genel oy” mücadelesi ile adım adım genişleyerek günümüzdeki halini aldı. Başlangıçta belirli bir mülk sahibi olma koşulu aranıyor, yoksul köylüler ve işçiler büyük oranda dışında tutuluyordu. Ancak 19. yüzyıl sonlarında bu sınırlamalar giderek ortadan kalktı. Kadınların oy hakkını elde edebilmesi ise, daha uzun mücadeleler sonucu kazanıldı. 1917 Ekim Devrimi ile başlayan bu dönem, birçok emperyalist-kapitalist ülkede ikinci emperyalist savaş sonrasına, yani 1945’lere kadar uzandı.

Sonuçta halkın mücadelesiyle kazanılan “genel oy”la seçimler yapılmaya ve meclisler oluşmaya başladı. Burjuvazi, bu durumu demagojik olarak kullandı. Kendi sınıf iktidarını “halkın kendi kendini yönetmesi” olarak lanse etti. Dört ya da beş yılda bir halkın önüne koyulan sandıklar üzerinden “milli irade” oluşuyormuş gibi yaptı ve kendini de “milli irade”nin sahibi kıldı.

Elbette “burjuva demokrasisi” Ortaçağ’a göre çok büyük bir tarihsel ilerlemeydi. Ve bu ilerleme, insanlığın bin yıllardır süren mücadelesinin bir sonucu olarak gerçekleşmişti. Ancak bu durum, “burjuva demokrasi”nin de bir sınıf iktidarı olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyordu. Bir avuç burjuva ile büyük toprak sahibinin milyonlarca işçiyi, emekçiyi, yoksul köylüyü sömüren, baskı altında tutan, yani azınlığın çoğunluk üzerinde kurduğu bir diktatörlüktü.

Burjuvazi iktidarı ele geçirdiği andan itibaren gericileşmiş ve insanlığın tarihsel ilerleyişinin önünde bir engel halini almıştır. Seçimler ve parlamento, onun bu yüzünü kitlelerden gizlemek için kullandığı birer “paravan”dan ibarettir. Gerçekte ne yasalar parlamentoda yapılır, ne de hükümetler seçimlerle belirlenir. İktidarın gerçek sahipleri, ihtiyaç duydukları yasaları, kendi memurları aracılığıyla hazırlatıp hükümetlerin ve meclisin önüne dayarlar. Meclisteki vekillerin görevi de bunları oylamak, tasdik etmektir. Bir de kürsüye çıkıp bu yasalar lehine konuşmalar yapmak, kitlelerin itirazsız bir şekilde bunlara uymasını sağlamaktır.

Elbette her mecliste “majestelerinin muhalefeti” kabilinden muhalif kesimler de vardır. Egemen sınıfların farklı klikleri, kendi temsilcileri ile oralarda bulunurlar. Bu klikler arasında çelişkiler keskinleşirse, mecliste sataşmalar, yer yer kavgalar da yaşanır. Ama bir bütün olarak egemen sınıfların çıkarlarını savunmaktır görevleri. Halkın yararına olacak birşey sözkonusu olduğunda, kenetlenir ve birlikte hareket ederler.

Engels, büyük bir kesinlikle parlamentoyu ve “genel oy hakkı”nı “burjuvazinin egemenliğinin aracı” olarak nitelemiş ve “daha fazlası”nı beklememek gerektiğini söylemiştir. Engels’in bu sözlerini aktaran Lenin, “Avrupa’nın tüm sosyal şovenistleri ve oportünistleri, genel oy hakkında tam da bu ’daha fazla’yı beklerler” diyerek eleştiriyor. Ve devam ediyor: “Bizzat kendileri, genel oy hakkının ’bugünkü devlette’ emekçilerin çoğunluğunun iradesini gerçekten ifade edecek ve hayata geçirilmesini garanti edecek durumda olduğu yanlış düşüncesini paylaşır ve halka telkin ederler. (Devlet ve Devrim, İnter Yay, sf. 23)

Günümüz reformistleri de “Avrupa’nın tüm sosyal-şovenistleri” gibi seçimlerden ve parlamentodan hep “daha fazlası”sını bekleyip halka bunu telkin ediyorlar. Üstelik bugün seçimler ve parlamento daha göstermelik bir duruma geldiği halde…

 

Parlamento ve seçimlere ML bakış

Marksizm öncesi “ütopik sosyalist”ler, sosyalist dönüşümü, “azınlığın, görevlerinin bilincine varmış çoğunluğa barışçıl biçimde boyun eğmesi” olarak tasarlıyorlardı. Bunlar proletaryanın yeni geliştiği bir dönemde ortaya çıkan akımlardı. Sınıf ayrımı gözetmeksizin toplumun tamamının kurtuluşunu düşlüyor, bunun için de “burjuvazinin duygularına ve kesesine” sesleniyorlardı.

Bu düşler, yaşamın gerçekleri karşısında tuzla-buz olup gitti. Marksizm, bu akımları ideolojik olarak da mahkum etti. Fakat sosyalizme barışçıl geçiş hayalleri, her kaotik ortamda kendini yeniden üretti. Birinci emperyalist savaş döneminde bunun başını Kautsky çekti. Dünya ölçeğinde yaygınlık kazanan “genel oy” mücadelesi ile parlamentonun yapısında kimi değişiklikler, “barışçıl geçiş” hayallerini yeniden hortlattı. “İkinci enternasyonal oportünizmi” olarak damgalanan bu akıma karşı mücadelenin bayrağını da Lenin yükseltti. “Devlet ve Devrim” ile “Proletarya Diktatörlüğü ve Dönek Kautsky” eserleri, bu soruna açıklık getiren iki başyapıttır.

“Ütopyacılar, toplumun sosyalist dönüşümünün gerçekleşeceği politik biçimleri ‘keşfetmek’le uğraştılar…. Bugünkü sosyal-demokrasinin oportünistleri, parlamenter-demokratik devletin burjuva politik biçimlerini aşılamayacak sınır olarak alıyor, bu ‘model’e tapınmaktan bir hal oluyorlar” diyordu Lenin, “Devlet ve Devrim” adlı yapıtında. Ve burjuva parlamentosuna dair gerçekleri şöyle ortaya koyuyordu:

“Birkaç yılda bir, egemen sınıfın hangi temsilcisinin halkı parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar vermek- sadece parlamenter-meşruti monarşilerde değil, aksine en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özüdür… Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç’e dek parlamenter olarak yönetilen herhangi bir ülkeye bakın: Asıl ‘devlet’ işleri, kulislerin ardında daireler, özel kalem odaları, genel kurmaylar tarafından yapılır. Parlementolarda sadece laklak edilir, hem de ‘sıradan halkı’ kafese koymak özel amacıyla...” (Devlet ve Devrim, İnter Y. sf. 60-61)

Revizyonist-reformist akımlarla ML arasında parlamentoya bakışta görülen bu farklılık; devlet, demokrasi ve “demokrasi mücadelesi” konusundaki temel görüş ayrılığından kaynaklanmaktadır. Bu akımlar, demokrasinin sınıfsal niteliğine hiç girmeksizin, genel olarak “demokrasi”yi överler. “Demokrasi mücadelesi” de, seçimlere katılım ve parlamenter mücadele şeklinde darlaştırılır.

Demokrasi sorunu gündeme geldiğinde Marksist Leninistler “kimin için demokrasi?” sorusunu sorar. Çünkü bir sınıf için demokrasi, diğeri için diktatörlüktür. Elbette demokrasi de ilk çıktığı çağlardan bu yana çok büyük değişimler göstermiştir. Eski Yunan’dan Ortaçağ’a uzanan demokrasi biçimleriyle, kapitalist devletin demokrasisi tabi ki farklıdır. Fakat hepsinde mülk sahibi azınlığın, mülksüz çoğunluk üzerinde tahakkümü vardır. Yani biçimler değişse de öz aynı kalmaktadır.Ortaçağa kıyasla muazzam bir tarihsel ilerleme anlamına gelen burjuva demokrasisi; her zaman dar, sınırlı, sahte, ikiyüzlü zenginler için bir cennet, sömürülenler, yoksullar için bir tuzak, bir aldatmacadır ve kapitalizm altında böyle olmak zorundadır.” diyor Lenin. (Dönek Kautsky, İnter Y. sf. 27)

“Tüm yetişkinler için genel-eşit-gizli doğrudan seçme ve seçilme hakkı, burjuva demokrasisinin en son gelişme aşaması demektir. Bu da mülk sahipleri ve sömürücülerin sınıf egemenliğinin en tam politik biçiminin temeli ve örtüsüdür. Fakat aynı zamanda mülksüzler ve sömürülenlere karşı en muazzam, şiddetli sınıf diktatörlüğüne doğru keskinleşmesidir. Seçim hakkı, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti ve böylece burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf karşıtlığını ortadan kaldırmaz… ‘Siyasi hak eşitliği’ örtüsüyle sahtekarca örterek, sadece gözlerden saklamaya çalışır.” (Kadın Sorunu Üzerine, İnter Y. sf. 121)

ML’lerin burjuva demokrasisine ve onun uygulaması olan seçimlere bakışı, sınıfsaldır. Sınıflar üstü bir “demokrasi” anlayışı, burjuvazinin diktatörlüğünü gizlemeye yarar sadece. Lenin’in çok çarpıcı bir şekilde belirttiği gibi, en demokratik burjuva devletinde bile ezilen kitleler, “kapitalistlerin ‘demokrasi’si tarafından ilan edilen biçimsel eşitlik ile proleterleri ücretli köleler haline getiren binlerce gerçek sınırlama ve kısıtlama arasında” sıkışıp kalmıştır. Buna karşın burjuvazi, sadece kendi araçları ile değil, çeşitli biçimlerle satın aldığı “sol” görünüşlü kişi ve kurumlar aracılığıyla da bu durumu perdelemeye çalışır. Halkın seçimlerle kendi vekillerini meclise gönderdiği ve bu vekiller aracılığıyla ülkenin yönetimini değiştirebileceği yanılsaması yaratır. Bunun için de öne sürülen en önemli argüman; seçimlere katılmak, parlamentoya girmek, devrim olmaksızın düzeni adım adım değiştirmektir. Gerçekte burjuva parlamentosu, önemli sorunlar üzerine hiçbir zaman karar veremez. Ayrıca “emekçi kitlelere binlerce engelle kapatılmıştır… onlara yabancı bir kurum”dur. “burjuvazinin proleterleri ezmesinin bir silahı”dır. (Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, sf. 32)

Marksizm, “ütopik sosyalistler”den bu yana, egemenlerle uzlaşma içinde, sosyalizme “barışçıl geçiş”i savunan görüşlerle mücadele etti. Devlet, demokrasi ve onun bir uzantısı olan parlamentoya bakış, bu mücadelenin en önemli parçaları oldu. Lenin, Marks ve Engels’ten devraldığı bu mücadeleyi geliştirdi ve somut olarak gösterdi. Demokrasi mücadelesinin devrim perspektifiyle nasıl yürütüleceğini, parlamentodan devrim lehine nasıl yararlanacağını bizzat uygulamalı bir şekilde ortaya koydu.

 

“Avrupa Komünizmi” ile yayılan parlamentarizm

“Burjuvazinin egemenlik araçları”ndan biri olan parlamentoda en iyi durumda bile devrimci-demokrat vekiller çok sınırlı sayıda yer alabildiler. Onların girmesini engellemek için her yöntem uygulandı çünkü. Seçim sisteminden ekonomik güçlüklere, siyasi baskılardan tutuklamaya, hatta öldürmeye kadar her yöntem…

Bütün bunları aşarak meclise girmeyi başaran sınırlı sayıdaki vekil, orada dönen dolapları daha yakından görüp teşhir edebildi. Güç bela çıkabildiği kürsüde işçi ve emekçilerin sorunlarını dile getirebildi, onların aleyhine çıkartılmak istenen yasaları protesto etti. Elbette bunlar da önemlidir. Her şeyden önce, o meclisin işçi ve emekçilerin değil, burjuvazinin meclisi olduğunu somut biçimde göstermiş olurlar. Ama varolan sistemi değiştirme imkanı yoktur. Zaten milletvekili adayı olurken de bu gerçekleri bilerek ve seçmenlerine anlatarak oy isterler. Amaç, burjuvazinin diğer kurumları gibi parlamentoyu da devrimin çıkarları doğrultusunda kullanmaktır. Lenin bu amacı çok net biçimde ifade ediyor: Parlamentodaki sandalye sayısı bizim için kesinlikle önemli değildir, biz bunun peşinde koşmuyoruz. …Sınırsız ve yüksek sesle yürüteceğimiz komünist propagandamızı daha çabuk kavramaları için kitlelere yardım etmiş olacağız.” (abç, Sol radikalizm komünizmin bir çocukluk hastalığı, İnter Y. sf 87)

Rusya’da sınırlı da olsa parlamentoya girebilen işçi-emekçi temsilcilerinin sonu, ya hapishane ya sürgün olmuştur. Çarlık istibdadı altında bir dizi engeli aşarak Rus parlamentosu Duma’ya giren Bolşevikler, çok zor koşullar altında faaliyet yürütmüş ve karşılığında birçok bedeli de ödemişlerdir. Bununla birlikte başta Almanya olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde kendilerine Marksist diyen, dönemin sosyal-demokrat milletvekilleri ise, kendi burjuvalarıyla uzlaşma yolunu seçmiştir. I. emperyalist savaş döneminde Bolşevik vekiller, meclise getirilen savaş bütçelerini reddeder ve “savaşa karşı savaş” ilan ederken; Avrupalı vekiller “vatan savunması” adı altında kendi burjuvalarının çıkarlarını savunmuşlar, sosyal-şoven bir çizgiye evrilmişlerdir. Burjuvazinin kitle desteğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu savaş döneminde, onlara en büyük hizmeti sunmuşlar ve karşılığında Bakan koltukları almışlardır. Lenin, “kimi milletvekilleri Bakan koltuğunda, kimileri ise hapiste, sürgünde” diyerek, parlamentoda yaşanan birbirine zıt bu iki çizgiyi resmetmiştir.

“Parlamentodan yararlanmak” ile “parlamenterizm” şeklinde ifadesini bulan bu iki çizgi, o günden bu yana derinleşerek sürdü. 1917 Ekim Devrimi’nden büyük bir korkuya kapılan burjuvazi, bir yandan faşizme başvurup kitleler üzerinde korkunç bir terör estirirken, bir yandan da her ülkede kendi solcularını yaratmaya veya varolanları düzen-içine çekmeye özel bir çaba sarfetti.

Özellikle ikinci emperyalist savaş sonrasında birçok ülkede devrimlerin patlak vermesi ve dünyanın üçte birini kaplayan bir “sosyalist blok”un oluşması üzerine, bu çabalarını daha da arttırdı. Bunun da başını ABD ve Avrupa emperyalistleri çekiyordu. Aksi halde yükselen devrimci dalganın kendi iktidarlarını da yıkıp geçeceğini biliyorlardı. Bu doğrultuda kullandıkları en önemli araç, parlamento oldu. Kendi ülkelerindeki komünist partilerine parlamentonun yolunu açtılar. Parlamentoya girip düzen içinde değişiklikler yapabileceklerini söylediler. “İşçi ve emekçilerin çıkarlarını koruyabilir, onların lehine yasalar çıkartabilirsiniz” dediler. Hatta Fransa ve İtalya’da, hükümetin ortağı yapıp bakanlık koltuğu verdiler.

“Avrupa Komünizmi” denilen siyasi akım, bu şekilde doğdu. Burjuva hükümetlerinde yeralan bu partiler, emperyalizmin artık değiştiğini, özgürlüklerden yana olduğunu vaaz etmeye başladılar. Artık devrim yapmaya gerek kalmamıştı! Parlamentoda çoğunluğu ele geçirerek “halkın iktidarı”nı kurmak mümkündü. Bilimsel-teknolojik gelişmeyle kapitalizm kendiliğinden sosyalizme gidiyordu zaten. Bu yüzden “şiddet yoluyla devrim” gerekmiyordu! Şimdi parlamentoda daha fazla sayı elde edebilmek için mücadele edilmeli ve kapitalizmden sosyalizme “evrimci geçiş” hızlandırılmalıydı.

“Barışçıl yoldan devrim” hayalleri bu şekilde pompalandı. Her ne kadar savaş sonrası hükümetlerde Bakan koltuklarına oturan bu partilerin liderleri, üzerlerine düşen görevleri yerine getirdikten sonra hükümetlerden kovulsalar da; keza Latin Amerika’da sosyalist Allende hükümeti, ordudaki faşist generallerin darbesi ile yıkılsa da; yani “barışçıl devrim” hayalleri, sınıf mücadelesinin gerçekleri karşısında tuzla buz olsa da, bu yalan ve demagojileri bitmedi. Burjuva ideologlar, “barışçıl devrim” hayallerini canlı tutacak tezleri sürekli ürettiler. Revizyonist-reformist partiler aracılığıyla da bunları kitlelerin bilincine zerkettiler.

Oysa Lenin, parlamentoya övgüler düzen Kautsky’i, daha yüzyılın başında şu sözlerle mahkum etmişti: “Burjuva parlamentosuna katılım (ki burjuva parlamentosu bir burjuva demokrasisinde önemli sorunlar üzerine hiçbir zaman karar vermez; bunlar borsa tarafından, bankalar tarafından karara bağlanır) emekçi kitlelere binlerce engelle kapatılmıştır ve işçiler, burjuva parlamentosunun onlara yabancı bir kurum, burjuvazinin proleterleri ezmesinin bir silahı; düşman sınıfın, sömürücü azınlığın bir kurumu olduğunu çok iyi biliyor, görüyor ve hissediyorlar.” (Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, sf 32-33 )

 

Türkiye’de parlamentarizm

Kitleleri aldatmada büyük bir deneyim kazanmış olan emperyalist burjuvazi, kendisine bağımlı ülkelerin burjuvalarını da bu doğrultuda eğitti, yol gösterdi. Bunlardan biri de Türkiye’dir.

Türkiye’nin hemen yanıbaşında sosyalist Sovyetler Birliği’nin bulunması, emperyalistleri çok tedirgin etmiş ve Türkiye’yi kaybetmemek adına çeşitli tavizler vermişler, yakın bir ilişki içinde olmuşlardır. Türk egemen sınıflarının da “kendi solcularını” yaratmada son derece başarılı olduklarını söyleyebiliriz. Bir yandan büyük bir saldırı ile komünistler başta olmak üzere muhalif olan her kesimi ezerken, diğer yandan “halkçı” görünmek için “sol”dan, o dönemin TKP’sinden de çok önemli kadrolar devşirmişlerdir. Rejimin ideolojik zemini, bu kadrolar sayesinde güçlendirilmiş ve kitlelerden artan oranda destek bulması sağlanmıştır.

İkinci emperyalist savaş sonrasında ise “çok partili sistem”le bir yandan farklı kliklerin yönetimde temsil hakkı yaratılmış, bir yandan da dünyada esen “demokrasi” rüzgarına uygun bir rotaya girilmiştir. Demokrat Parti (DP), bunun bir ürünüdür. O dönem gerek dünyada, gerekse de ülke içindeki dengeler, DP’nin siyasi hayatını bir askeri darbe ile sonlandırmışsa da, hükümet olduğu 10 yıl içinde ABD emperyalizmine ve işbirlikçilerine çok önemli hizmetler sunmuştur. Türkiye, o yıllarda ABD’nin SSCB’ye karşı yönelttiği saldırıların “merkez üssü” haline gelmiştir. İçte ise “Komünizme Karşı Mücadele Dernekleri”nin kurulup palazlandığı dönem, yine DP dönemidir. “Çok partili sistem”, “demokrasi” denilerek, işçi ve emekçiler üzerinde yoğun bir sömürü ile devrimci-demokrat kesimler üzerinde terör estirilmiştir.

Emperyalist burjuvazinin “Avrupa Komünizmi” ile ML’ye karşı ideolojik saldırıyı yoğunlaştırdığı dönemlerde de “barışçıl yoldan devrim”e, Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) ‘60’lı yıllarda meclise girmesiyle ayak uyduruldu. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmden kapitalizme geriye dönüşle dünya ölçeğinde güç kazanan revizyonist görüşler, Türkiye’de de yankısını bulmakta gecikmedi. TİP aracılığıyla parlamenter yoldan rejimi değiştirme hayalleri, “güleryüzlü sosyalizm” teorisiyle taçlandırıldı ve “parlamentarizm” dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kendini hissettirmeye başladı.

Bu yılların, sömürge, yarı-sömürge ülkelerde bağımsızlık savaşlarının yükseldiği, birçoğunda zaferler kazandığı, emperyalist-kapitalist ülkelerde ise, özellikle gençlik hareketinin büyüdüğü yıllar olması tesadüfi değildir. Ülkemizde de gençlik hareketi ‘60’lı yıllardan itibaren yükselmeye başlamıştır. Sosyalizm fikri, aydınlardan üniversite gençliğine, oradan işçi ve emekçilere doğru yayılmaktadır. ‘60’ların sonu ve ‘70’lerin başında Türkiye, sadece gençlik hareketi ile değil, tarihinin en büyük işçi eylemleriyle ve köylülerin toprak işgalleriyle sarsılacaktır.

Bir gençlik hareketi olarak doğan Türkiye Devrimci Hareketi, ülke içinde baskın olan “barışçıl yoldan devrim” hayallerine, parlamentarizme kapaklanan revizyonist-reformist akımlara karşı mücadele içinde gelişti, büyüdü. Sadece emperyalizme ve faşizme karşı değil, Kruşçevci revizyonizmin ülke içindeki temsilcisi TKP’ye, “Avrupa Komünizmi”nin izinden yürüyen TİP’e karşı da devrimci bir başkaldırı olarak şekillendi ve bunlara karşı yürüttüğü ideolojik mücadele ile kendi yolunu buldu. O açıdan ’71 devrimciliği, TC’nin kuruluşundan bu yana baskın olan 50 yıllık revizyonist ihanete indirilen çok ciddi bir darbe olmuştur.

Karşı-devrimin ’71 devrimcilerine saldırısının bu kadar şiddetli olmasının nedeni de budur. Örgütsel varlık olarak bir “tehdit oluşturacak” güçte olmamalarına karşın, ideolojik olarak yarattıkları büyük etkiden dolayı, liderlerini asarak, katlederek, işkenceden geçirerek tam bir imha saldırısına girişmişlerdir. Egemenler, boyun-eğdirmeyi başaramadıkları devrimcileri kırarak, yükselen devrimci dalgayı boğmaya çalışırlar. Ama direnerek alınan her yenilgide olduğu gibi, ’71 yenilgisi de daha büyük bir devrimci kabarışın mayası olur. Hem de bu sefer geniş kitleleri içine alan bir halk hareketine dönüşecektir.

Rejimin buna bulduğu çare, “devlet partisi” durumundaki CHP’yi “ortanın solu” olarak kitlelere “umut” diye sunmaktır. Düzenden, onun kurumlarından kopmaya başlayan kesimleri, yeniden düzen-içine çekebilmenin en etkili yolu olarak parlamento, yine öne çıkar.

Ecevit’in başını çektiği o günlerin CHP’si, kitlelerin “bu düzen değişmeli” talebine sahip çıkar görünür; “toprak işleyenin, su kullananın”, “halkça-hakça bir düzen” sloganlarıyla tarihindeki en yüksek oy oranına (yüzde 40’lara) ulaşır ve yıllar sonra yeniden hükümet kurar. Kitlelerde artan devrim isteği, CHP eliyle düzen-içine çekilmiş, bir kez daha parlamento aracılığıyla düzenin değiştirilebileceği yanılgısı yaratılmıştır. Ancak egemen sınıfların açmazları, kitlelerin artan beklentilerini karşılamayacak, “pansuman tedbirler” de kar etmeyecektir. İşçi-emekçi hareketi yükselerek devam edince, baskı ve zor aygıtı olarak devlet, gerçek yüzünü gösterir. Arka arkaya kurulan “Milliyetçi Cephe” hükümetleri de halk hareketini durduramayınca, ‘78’de sıkıyönetime, ‘80’de cuntaya uzanan döneme adım adım gelinir.

‘80’li yıllar, dünyada ve ülkemizde “beyaz terör yılları” olarak geçti. Emperyalist burjuvazi, yükselen devrimci hareketi bastırmak için yüzüne taktığı “demokrasi” maskesini atarak, birçok ülkede askeri faşist darbeler yaptı. Bir kez daha görüldü ki, parlamento, rejimin “incir yaprağı”ndan başka birşey değildi. Ayıplarını onunla örtmeyi başaramadığı durumlarda, hiç tereddüt etmeden kaldırıp atmaktaydı.

Ülkemizde ’80 yenilgisinin ‘71’den farklı olarak “dövüşerek alınan bir yenilgi” olmamasından dolayı teslimiyet ve tasfiye süreci başladı; yenilgi dönemi hem çok uzun sürdü, hem de sonuçları bugünlere dek uzanan bir ağırlıkta oldu. ‘90’larda başta işçi sınıfı olmak üzere gençliğin ve emekçi memurların mücadelesinin yükselmesiyle birlikte devrimci hareket de bir toparlanma yaşadı. Fakat 12 Eylül yenilgisiyle hesaplaşmadan gerçekleşen bu toparlanma, bünyesini saran tasfiyeciliği aşmasına yetmedi. ’90’ların ortalarından itibaren geçmişin en kitlesel örgütlerinde (Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu) “yasal parti” furyası başladı. Radikal devrimci çizgiye sahip birçok hareket ise sonraki yıllarda reformizmin etkisi altına girdi. Elbette bunda dünya ölçeğinde sosyalizmin prestijinin sarsılması, başını ABD’nin çektiği emperyalist sistemin zafer çığlıkları, burjuva ideologların “yeni” teorilerle ideolojik üstünlüğü ele geçirmesi, büyük bir rol oynadı.

Dünyadaki bu gelişmelerden de etkilenen Türkiye devrimci hareketi, kendini toparlamakta zorlanırken; ‘80’lerin ortalarından itibaren çıkış yapan Kürt ulusal hareketi, en güçlü dönemini yaşıyordu. Gerilla hareketinin serhildanlara dönüştüğü ‘90’ların başında devrimci bir hava estirdiler. Ne var ki, bu durum uzun sürmedi. Hareketin ulusal niteliği ve önderliğinin küçük-burjuva yapısı, onu uzlaşmalara açık hale getirdi. Hiç kuşkusuz Türkiye devrimci hareketinin güçlü bir çıkış yapamasının da bunda rolü oldu.

‘90’ların ikinci yarısından itibaren “diyalog”, “siyasal çözüm” adı altında emperyalistlerle ve bölgedeki işbirlikçilerle görüşmeler başladı. Kuruluş döneminde sosyalizmden etkilenerek oluşturduğu programını değiştirdi, bayrağındaki orak-çekiç’i kaldırdı; düzenin kabul edebileceği sınırlara doğru evrime yöneldi.

Emperyalistler ve işbirlikçileri de onu bu yola sokmak için yoğun çaba harcadılar. Bir kez daha parlamentoyu devreye soktular. Dönemin sosyal-demokrat partisi SHP eliyle Kürt vekiller parlamentoya taşındı. Ancak Leyla Zana’nın meclis kürsüsünden bir cümle Kürtçe söylemesi, kıyameti kopardı. Zana ile birlikte dört Kürt milletvekili yıllarca hapis yattı, bir kısmı yurtdışına çıktı.

Türk egemenlerinin buna henüz hazır olmadığı anlaşılmıştı. Fakat yol açılmıştı bir kez. ABD ve AB emperyalistlerinin de baskısıyla Özal, “federasyon dahil herşeyi konuşmaya hazırız” diyecek ve Kürt milletvekilleri sonraki seçimlerde “bağımsız aday” olarak seçilerek meclise gireceklerdi.

1999’da Öcalan’ın tutsak düşmesi, Kürt hareketinin düzen sınırlarına çekilmesi bakımından bir dönüm noktasıdır. Aynı dönem cezaevi katliamları ile F Tipleri’nin açıldığı, Türkiye devrimci hareketinin önder ve kadrolarına yönelik fiziki ve psikolojik saldırıların alabildiğine arttığı bir dönemdir. ‘90’larda toparlanmaya başlayan hareket, bir kez daha kırıldı ve yeni bir tasfiyeci dalga ile yüz yüze kaldı. Başlangıçta Öcalan’ın yakalandıktan sonra ortaya attığı görüşleri “teslimiyetçi ve tasfiyeci” bulan örgütler, yenilgi ruh hali ve Kürt hareketinin gücü karşısında yalpalamaya başladılar. Türkiye’deki reformist partiler zaten legal Kürt partilerinin kuyruğuna takılmıştı. Kimi devrimci örgütler de adım adım o yola girdi.

2002 seçimleri, bu yönüyle önemli bir dönemeçtir. Çeşitli isimler altında oluşturulan “blok”larla devrimci hareketin parlamentarizme doğru uzanan mecrasının başlangıcıdır. O günden bu yana Kürt hareketiyle ittifak halinde tüm seçimlerde adaylar gösterildi. Türkiye solu içinde tanınmış isimlerin adaylığı ve parlamentoya taşınması böyle başladı.

2015’te HDP’nin parti olarak seçimlere girmesi ise, bir süredir reformizmin etkisi altında olan devrimci örgütleri, parlamentarizme doğru sürükledi. ’71 devrimciliği ile yerle bir olan parlamentarizm, 40 yıl kadar sonra Kürt ulusal hareketi aracılığıyla Türkiye devrimci hareketini yeniden teslim aldı. 2002’den sonra 2015 seçimlerinin ayrı bir “kırılma noktası” olduğunu söyleyebiliriz. Gezi Direnişi’nden sonraki bu ilk genel seçimlerde HDP’nin oy rekoru kırmasını ve Türkiye’nin 3. partisi haline gelmesini “devrim” olarak nitelediler. Patronlar kulübü TÜSİAD’ın HDP’yi ziyaret etmesinden övünç duydular. Davutoğlu’nun başbakan olduğu “seçim hükümeti”ne iki bakan bile verdiler.

Seçim zaferi başlarını o kadar döndürmüştü ki, Erdoğan’ın 2015 Haziran seçimlerini tanımamasını, 1 Kasım’da “tekrar seçim” dayatmasını hiç sorun etmediler. Aksine daha yüksek oyla seçileceklerini propaganda ederek kitleleri 1 Kasım’da daha güçlü bir şekilde sandığa gitmeye çağırdılar. 7 Haziran-1 Kasım arası başta Kürt illeri olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında bombalar patlar ve büyük katliamlar gerçekleşirken HDP seçim çalışmasına kilitlenmişti. Kürt halkı aylar süren faşist abluka altında tarihinin belki de en büyük yıkımlarından birini yaşadı. “Biz can derdindeyiz onlar oy derdinde” diyerek HDP’ye tepki gösterdi.

2019 yerel seçimlerinde HDP, birçok büyükşehirde CHP’nin adaylarını destekledi. Diyarbakır başta olmak üzere Kürt illerinde seçilen HDP’li belediye başkanlarının yerine kayyum atanmasına karşı yeterli bir mücadele yürütmedi. Seçim sonuçlarının tanınmadığı veya kayyumlarla gaspedildiği dönemlerde bile seçimlere katılmaktan vazgeçmedi.

 

Parlamentarizmin yaygınlaşması

Görüldüğü üzere, parlamento ve seçimler, egemenlerin sadece kitleleri aldatma yöntemi değil, komünist ve devrimcileri düzene entegre etmede kullandığı en önemli araçtır.

Elbette seçimlerde aday çıkarmak ya da parlamentoya girmek, tek başına “parlamentarizm” olarak adlandırılamaz. Bugüne dek çeşitli ülkelerde komünistler seçimlere de katılmışlar, parlamentoya da girmişlerdir. Parlamentarizm, düzenin parlamento ile değişebileceğini savunmak ve kitlelere bunu empoze etmektir. Yani “barışçıl yoldan devrim” fikrinin en kaba haliyle sunulmasıdır.

Geçmişten bugüne parlamentonun özüne ilişkin bir değişiklik olmamıştır; hatta daha geriye gittiğini söylemek mümkündür. Hal böyleyken parlamentarizm, gerek dünyada gerekse ülkemizde en yaygın dönemini yaşamaktadır. Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemus ile emperyalist burjuvazi, “sol”da parlamentarizmi körüklemiştir. Keza Latin Amerika ülkelerinde geçmişin gerilla liderleri seçimle işbaşına gelmiş, fakat kitlelerin beklentilerini karşılayamamışlardır.

Emperyalist burjuvazi, bir yandan ekonomik kriz, diğer yandan emperyalist savaş altında bunalan ve sistemden umudunu yitiren işçi ve emekçileri, düzenin kurumlarına bağlamanın en bildik yoluna başvurmaktadırlar. Solcu hükümetler üzerinden krizin yükünü halkın sırtına bindirmişler, sonrasında bunun sorumluluğunu da  bu “solcu” hükümetlere keserek, göndermişlerdir. Oysa emperyalistlerin krizini çözmek, kendine “devrimci” diyenlerin işi olamaz. Gerçek devrimciler, krizin derinleşmesinden devrim için yararlanırlar; kendi burjuvalarını kurtarmak için değil!…

Düzen solcuları, her zaman burjuvazinin koltuk değneği, can simidi olmuştur. Burjuvazi de en pis işlerini bu “sol”cu hükümetlere yaptırmıştır. Örneğin Alman burjuvazisi, I. emperyalist savaşta kendilerine Marksist diyen sosyal-demokrat milletvekillerini hükümete ortak ettiler. O dönem işçi sınıfı içinde oldukça güçlü olan sosyal-demokratları yedeklerine takarak, Alman devrimini bastırdılar, Roza ve Liebnecht gibi komünist önderleri katlettiler.  Savaştan yenik çıkınca da, Almanya için bir hezimet olan ünlü Versay Anlaşması’nın altına kendileri değil, bu sosyal-demokrat vekillere imza attırdılar. Almanya’da Hitler faşizmi, Versay Anlaşması’na imza atan komünistler aleyhine yürüttüğü kampanya ile iktidara geldi.

Benzer bir durumu biz de az yaşamadık. İşçi ve emekçilere en büyük saldırıların her zaman sosyal-demokrat hükümetler döneminde olduğu sır değil. ‘79’da Ecevit Hükümeti varken, Maraş katliamı yaşandı ve “sıkıyönetim” ilan edildi mesela. Bu, faşist cuntaya giden yolun ilk adımıydı. Keza ‘93’te Sivas katliamı sırasında SHP-DYP koalisyonu vardı. Cezaevlerine yapılan en büyük saldırı olan 19 Aralık katliamı, yine Ecevit’in başbakan olduğu bir dönemde gerçekleşti. Mehmet Ağar gibi kontrgerillanın bilinen bir ismi, “Ecevit hükümeti olmasaydı, böyle bir operasyonun yapılamayacağını” söyleyebildi. Keza Öcalan, yine Ecevit döneminde tutsak alınıp yargılandı vb…

Ama hem Türkiye’de hem de dünyada CHP gibi düzenin sosyal-demokrat partileri, kitlelerin gözünde iyice yıpranınca, egemen sınıflar, onların boşluğunu daha “sol”da olanlarla, kendilerine komünist, Marksist-Leninist diyenlerle doldurmaya girişti. ‘70’li yıllardaki “Avrupa Komünizmi” 2000’li yıllarda “genç” ve “yeni” solcu ittifaklarla doldurulmak istendi.

Türkiye’de reformist partiler, henüz hükümet kuracak bir güç olmasa da, kitlelerin artan hoşnutsuzluğunu düzene bağlama ve devrimci örgütleri yeniden parlamentarizm batağına çekme misyonunu yerine getiriyorlar. Kürt ulusal hareketi, Öcalan’ın tutsak düşmesinden bu yana “demokratik özerklik” olarak ifade ettikleri AB’nin “yerel yönetimler yasası”na uygun, ulusal kültürel hakların tanındığı bir yönetim şeklini istediklerini duyurmuştu. Bu talepleri “devrim” olmaksızın parlamenter yoldan elde etmeleri mümkündü. Dolayısıyla Kürt hareketinin parlamentarizmi, ideolojik-siyasi çizgilerine uyumlu, anlaşılır bir durumdu. Elbette kitlelerin umutlarını parlamentoya bağlamak, burjuva sisteme bağlamaktır. Kürt ulusal hareketine önderlik eden Kürt burjuvazisinin sınıfsal karakteri düşünüldüğünde, buna da şaşmamak gerekir.

Asıl sorun, halen devrim ve sosyalizmi savunduğunu iddia eden, ama HDP içinde yeralan, Kürt hareketinin etkisi altına giren kurumların durumudur. Onlar, parlamentarizm ile Leninist “parlamentodan yararlanma” ilkesi arasındaki farkı gayet iyi bildikleri halde, bu batağa saplanmakta beis görmediler. Örneğin seçim kampanyalarında veya parlamento kürsüsünden devrim ve sosyalizmi propaganda ettikleri, en hafifinden devrimin asgari programını-taleplerini savundukları görülmedi. Kitlelere, devletin meclisten değil, farklı yerlerden yönetildiğini; parlamenter yoldan köklü bir değişikliğin mümkün olmadığını söylemediler.

HDP’nin seçim programında devrim ve sosyalizmin lafı bile geçmez. Aksine bu düzen içinde elde edilebilecek “özerklik” “yerel yönetimler yasası” gibi şeyler savunulur. Kendilerini HDP’ye bağlayan diğer “sol”, “sosyalist” partilerin de farklı bir seçim programı ve kampanyası olmamıştır bugüne dek. Ve bu partiler, -bırakalım parlamentoyu- cumhurbaşkanlığı gibi devletin en üst makamını belirleyen seçimlerde bile aday çıkarmışlar veya çıkan adayı desteklemişlerdir (Devletin en üst makamından devleti teşhir etmek mümkünmüş gibi!?) Cumhurbaşkanı seçimlerine katılarak Erdoğan’a meşruiyet sağlamak gibi bir suça ortak olmaları da cabası…

Şimdi de açıktan Kılıçdaroğlu’na destek veriyorlar. Geçmişte dolaylı destekledikleri Erdoğan’ı, bugün devirmek için onun en güçlü rakibiyle birlikte hareket ediyorlar. Ve geçmişte “faşist”likle suçladıkları CHP’ye (İYİP’ten Saadet’e, AKP’den ayrılan Gelecek ve Deva’ya kadar bir bütün olarak ‘millet ittifakı’na) “tek adam rejimi”ni yıkıp “demokrasi”yi getirecek bir odak gibi bakıyorlar.

Bugüne kadar yaptıkları siyasi hatalardan dolayı herhangi bir özeleştirileri de sözkonusu değildir. Onlara göre “dün dündür, bugün de bugün!” “Reel politika” adına pragmatizm ve burjuva politikalarının arkasından sürüklenme, temel yaklaşımları haline gelmiştir. Hemen her seçime “kader seçimi”, “tarihi seçim”, “en kritik seçim” diyerek en pespaye görüşleri savunmayı, gerici ve faşist partileri desteklemeyi meşrulaştırmışlar, kitleleri de bu politikalara alet etmişlerdir.

Komünistlerin ayırt edici özelliği, görüşlerini bütün berraklığı ile, eğmeden-bükmeden her yerde dosdoğru ifade etmeleridir. İttifak kurdukları durumlarda bile, ilkelerinden asla taviz vermezler, herkesin görüşlerini serbestçe ifade etmesinden yana olurlar.

Uzun yıllardır HDP çatısı altında politika yapan (ve hala kendilerine sosyalist, devrimci, hatta ML komünist diyen) siyasetler, bağımsız duruşlarını çoktan kaybettiler. Kürt hareketinin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutarak onların politikalarının bir parçası oldular. Oysa komünistler işçi sınıfının çıkarlarını esas alırlar ve her şeyi sınıfın çıkarlarına uygunluğu ölçüsünde desteklerler.

Genel olarak devrimci hareketin bağımsız duruşunu kaybetmesinde en önemli faktör, Kürt hareketinin gücüne dayanmış olmalarıdır. Seçim kampanyaları ve parlamentoya giriş, Kürt hareketinin yarattığı olanaklar ve kitle gücü üzerinden sağlanmıştır. Tabi ki, aslolarak ideolojik-siyasi bakımdan reformizmden etkilenmeleri ve o yöne kaymalarıdır. Oysa tarihte sözü edilen komünist partiler, bağımsız bir çizgiye sahiptiler ve kendi güçleriyle parlamentoya girdiler. Daha önemlisi, çok güçlü bir yeraltı örgütleri vardı. Doğrudan işçi sınıfının onayı ve desteğiyle milletvekili oldular. Parlamento kürsüsünü “devrimin kürsüsü” haline çevirmeleri, bu şekilde mümkün oldu. Güçlü bir yeraltı örgütü olmayanların, kendi güçleriyle ve doğrudan işçilere dayanarak milletvekili seçilmeyenlerin “parlamentodan yararlanma” ilkesini yaşama geçirmeleri, yani parlamento dahil devletin kurumlarını teşhir etmeleri, işçi ve emekçinin haklarını savunmaları, devrimin ve sosyalizmin sözcülüğünü üstlenmeleri mümkün değildi, olmadı da.

Hepsi parlamentarizmin batağına batmış durumdadır. Seçildiklerinde “halkın iktidarı”nın kurulacağını söyleyenler ya da “oylar sosyalizme” diyerek, verilen oylarla sosyalizmin geleceğini vaaz edenler, halkı kandırmışlardır. Öncesi bir yana son 20 yıllık parlamento deneyimleri, bunun açık, somut kanıtıdır.

 

Parlamentoya bakış, “taktiksel” değil, ilkeseldir

Parlamentoya olduğundan fazla önem atfedenler, hatta parlamentarizm batağına boylu boyunca uzanmış olanlar bile, bunu basit bir “taktik”miş gibi sunuyor. Böylece içine düştüğü durumu  gizlemeye, kitlesini de bir süre daha kandırmaya çalışıyor. Hem komünist görünüp, hem de ML’ye taban tabana zıt görüşleri savunabilmek, başka türlü mümkün olmuyor çünkü.

Oysa parlamentoya bakış, asla “taktiksel” bir durum değildir. Aksine Marks’tan Lenin’e tüm ML usta ve önderler, (bir kısmını bu yazıda da alıntıladığımız gibi) parlamento üzerine sayfalarca yazmışlar ve ona yaklaşımın son derece temel, ilkesel bir mesele olduğunu net biçimde ortaya koymuşlardır.

Parlamento, burjuva devletin görünürde de olsa “yasama organı”dır. Yani devletin önemli kurumlarından biridir. Hemen her ülkede milletvekillerine verilen yüksek maaşlar, ömür boyu sağlanan imtiyazlar, boş yere değildir. Milletvekillerinin verdikleri hizmetlerinin bir karşılığı, ödülüdür. Kitleleri düzene bağlamalarının, devletin halkın seçtiği vekillerle parlamentodan yönetildiği yanılsamasını yaratmalarının ödülü!…

Parlamentoya bakış, burjuva devlete bakıştan koparılamaz. Marks’tan bu yana komünistler için “devlet” temel bir konu ve bir ayraçtır. Her tür oportünist, revizyonist-reformist akımla ML’yi ayıran bir turnusol. Çünkü devleti ele alış biçimi, doğrudan devrimi ilgilendirmektedir. “Nasıl bir devrim” sorusunun yanıtı, devleti çözümlemede yatar. “Devlet ve devrim” birbirinden kopartılamaz iki temel kavramdır. “Şiddete dayanan devrim” fikri, devlet hakkında bilimsel araştırmalar ve pratik deneyimler üzerinden şekillenmiştir. Aynı şekilde  “barışçıl devrim” teorileri de, devleti ve onun organlarını, burjuva bakışaçısıyla ele alanların vardıkları doğal bir sonuçtur. Bunlar böylesine içiçe, “neden-sonuç” ilişkisiyle birbirine bağlı ve otomatikman birbirini doğuran konulardır. Dolayısıyla sorun basit bir “taktik” sorunu olarak ele alınamaz.

Elbette seçimlere dönük politikalar, içinde bulunulan koşullara göre değişebilir. Bolşevikler de, devrimin yükseldiği yıllarda seçimleri boykot ederken, gerilediği dönemde aday çıkarmışlar, parlamentoda da çalışmışlardır. Ancak döne döne parlamentoya nasıl baktıklarını anlatmışlar ve ona uygun bir pratik izlemişlerdir.

Lenin, “sol komünist”lerle yaptığı ünlü polemiklerinde, “sekter” yaklaşımlarını eleştirip parlamentodan yararlanılması gerektiğini anlatırken, Hollanda “sol”undan şu alıntıyı yapıyor: “Kapitalist üretim sistemi çöküp, toplum devrim halinde bulunduğunda, bizzat kitlelerin eylemlerine kıyasla parlamenter faaliyet giderek önemini yitirmiştir.” İlk bakışta doğru gibi görülen bu cümleye, bakın nasıl itiraz ediyor: “Bu cümle apaçık yanlıştır. Çünkü kitlelerin eylemi -örneğin büyük bir grev- asla sadece bir devrim sırasında ya da devrimci bir durumda değil, daima parlamenter faaliyetten daha önemlidir.” (Sol radikalizm komünizmin bir çocukluk hastalığı, İnter Y. Sf 57, abç)

Lenin “büyük bir grev”i bile parlamenter faaliyetten daha önemli bulurken, bizim sözde sosyalistlerimiz parlamentoyu neredeyse her şeyin üzerinde görmeye başlamışlar, kitleye de bunu empoze etmişlerdir. Gerici-faşist partilerden bile parlamentoya daha fazla önem atfettiklerini ve kitleler üzerinde etkili olduklarını söyleyebiliriz. Oysa Rusya başta olmak üzere komünistlerin parlamentoya bakışı ve parlamentoda çalışma ilkeleri bizimkilerden çok farklıdır. Örneğin Rusya’da Bolşevikler’in 1912 Prag Konferansı’nda aldıkları karar şöyledir: “Seçim anlaşmalarının politik platformda bir değişikliğe yol açmaması, adaylar için herhangi bir politik bağlayıcılık taşımaması, bunun yanında liberallerin karşı-devrimci karakterini, burjuva demokratlarının istikrarsızlığını ve mızmızlığını ısrarla eleştirmekten alıkoymaması…” (Çarlık Dumasında Bolşevikler, Evrensel Y. Sf.19)

HPD çatısı altında parlamentoya giren devrimci-demokrat vekiller böyle mi çalıştılar? (Bolşeviklerin Duma’daki çalışmalarını ve duruşlarını, ayrı bir yazı konusu olarak ele alacağız.)

Seçimlerde nasıl bir yol izleneceğinin “taktik” olması, onun her tür ilkeden yoksun, pragmatik, her yere çekilebilecek türden olmasını getirmez. İşin çetrefilleştiği bir konu da budur. “Taktik” denilerek öyle bir hat tutturulmaktadır ki, en temel ilkeler  çiğnenmekte ve giderek “taktik” asıl çizgi haline gelmektedir. Bunu en somut biçimde Kürt ulusal hareketinin evriminde yaşadık, gözlemledik. ’90’ların ortasında “siyasi çözüm”, “diyalog” vb. girişimler, “taktik” olarak nitelendirilmişti. Ama aradan geçen yıllar boyunca çeşitli isimler altında bu “taktik”ler programı sürekli kemirdi, fiiliyatta programın üzerine çıktı.

Kimi devrimci hareketler de benzer bir yola girdiler. Her şeye “taktik” diyorlar. Sözkonusu “taktik”in strateji ile, program ile ilişkisini kurma zahmetine bile katlanmadan… Bernstein’in ünlü “hareket herşeydir, nihai amaç hiçbir şey” ilkesini baştacı ettiler. Dinci kesimlerde “günah” sayılanların “takiyye” yapılarak aşılması gibi, devrimci yapılar da “taktik” diyerek, programların bağlayıcılığından kendilerini kurtardılar!

Oysa taktiğin “strateji”ye bağlı olarak belirlenmesi gerektiği, stratejiye hizmet etmeyen taktiğin, -başarılı da olsa- uzun vadede kaybettireceği hem teorik, hem pratik olarak ispatlanmıştır. Ve bunu, kendine ML, komünist diyen herkes bilir. Ama oportünizmi, oportünizm yapan da, temel doğruların lafzını edip, pratiğinde farklı davranması değil midir?

Bugün hummalı bir şekilde seçim çalışmasına kendilerini kaptıranlar, bu politikalarını halen ML literatürle açıklamaya kalkıyorlar. Cumhurbaşkanı seçimlerine katılışlarını bile “taktik” adına savunabiliyorlar. Daha ilginci, bugüne dek her seçimde “boykot” taktiğini uygulayan Maocu akımlar bile, bugün “parlamento’nun faziletleri”nden bahsediyor! Ne  geçmişte savunduklarının yanlışlığını ortaya koyuyorlar, ne şimdiki savunularının nedenlerini…

Böyle bir ortamda “taktik” adına, en temel ilkelerin çiğnenmesi, dün başka bugün başka şeylerin savunulması, ne yazık ki normalleşiyor, kanıksanıyor. Bunlara karşı çıkmak, bıkmadan-usanmadan ML doğruları ve tarihsel gerçekleri hatırlatmak da, doğru bildiği yolda şaşmadan yürüyen komünistlere, tutarlı devrimcilere düşüyor.

 

Değişmeyen “eski yanılgılar”

3 Kasım 2002 tarihinde yapılan genel seçimler, AKP’nin işba­şına geldiği ilk seçim­lerdir. ABD’nin “ılımlı İslam” projesinin bir ürünü olarak kurulan AKP’nin, “tek başı­na hükümet” yapılmasıdır. Yeni emperyalist savaşın bölgemize-ülkemize dönük planlarının önemli bir parçasıdır. Ardan geçen yıllar, bunu çok somut olarak göstermiştir. Fakat o dönem bu gerçeği görebilmek ve seçim taktiği dahil tüm politikaları buna göre belirlemek, herkesin yapabildiği bir şey değildi, olmadı da.

Kimileri AKP’yi, “statükocu güçler”e karşı “değişim”in simgesi gördü, açık ya da gizli destekledi. Sadece burjuva liberaller değil, reformistler ve onların etkisi altında olan devrimci yapılar da bu kervanın içindeydiler. Seçimlerde AKP kazanınca, “sta­tükocular’ (ordu) yenildi, ‘değişimciler’(AKP) kazandı” dediler ve bunu “ileri” bir adım görerek sevindiler. AKP ile birlikte AB’ye girileceği ve AB’nin demokrasi getireceği üzerine umut ve beklenti yaydılar.

AKP’nin işbaşına getirildiği 3 Kasım seçimleri, parlamentarizme giden yo­lun taşlarının döşendiği önemli bir tarihsel kesittir. Devrim, devlet, demokrasi, taktik vb. kavramların alt-üst edildiği, emperyalizme ve emperyalist savaşa karşı mücadelenin muğlaklaştırıldığı bir dönemdir. Bütün bu yönleriyle son derece kritiktir, “dönüm noktası”dır.

Yayınevimiz bu özelliklerinden dolayı 3 Kasım seçimlerini, öncesi ve sonrasıyla değerlendiren yazıları kitaplaştırmıştı. Bugünü anlamak ve geleceği gö­rebilmek açısından son derece değerli bilgileri-belgeleri içeren bu kitaptan kimi bölümleri yayınlıyoruz. Argümanları değişmekle birlikte özsel bakışları değişmeyen reformist partilerin bugünkü yaklaşımları, 20 yıl öncesinden pek farklı değildir ne yazık ki. AKP’nin yerini CHP (ya da millet ittifakı), Erdoğan’ın yerini Kılıçdaroğlu almıştır sadece.

* * *

“Her yeni tarihsel aşamada eski yanılgılar bir an için yeniden ortaya çıkar” diyor Marks. Bugün küçük-burjuva devrimci hareketin seçimlerde bir kere daha açığa çıkan zayıflıkları, bu sözü yeni­den doğruluyor.(…)

Parlamentoya ve seçimlere yaklaşım, devlet olgusuyla doğrudan bağlantılıdır. Ve devlet, her tür anti-ML akımla komünistleri ayıran en temel konudur… 3 Kasım seçimlerinde ‘taktik farklılık’ olarak ortaya çıkan sorunun özünde de bu var­dır…

DEHAP çatısı altında birleşen reformist partiler olsun, ona yedeklenen irili-ufaklı çevreler olsun, her ne kadar halen ‘devrimci’ sıfatını taşıyorlar­sa da, esasında devrimden umudunu kesmiş ve yüzlerini parlamentoya dönmüş kesim­lerdir. Seçimlerde parlamentoya girerek hatta hükümette yer alarak bir takım düzeltmelerle bir şeyleri değiştirebileceğini sanmanın ve kitleleri de bu yöne kanalize etmenin başka bir açıklaması ve anlamı olamaz. Se­çimler ve parlamento, devrimcilikten reformizme kayışın kendini en açık ve en somut şekilde gösterdiği alanlarıdır…

Taktiksel belirlemeler, her ülkenin ve dönemin kendine özgü yönlerine göre saptanır. Taktik, adı üzerinde somut durumun somut tahlili üzerinden belirlenir. Onun da arka planında, devlet, devrim, iktidar gibi önemli teorik ve stratejik bakışaçıları vardır. Tak­tiksel başarı, bu arka plana hizmet ettiği oranda ‘başarı’ olarak görülmelidir. Aksi halde ‘taktik’  başarılı da olsa, stratejiye hizmet etmiyorsa, orta ve uzun vadede bedelini ödetecektir…

Bütün düzen partileri, burjuvazinin hizme­tindedir ve onun talimatlarını yerine getirmek zorundadır. Ancak bu genel doğrudan yola çıkarak tüm partileri, bir ve aynı görmek, hepsini aynı kefeye koymak, aralarındaki farkları silik­leştirmek doğru olmaz elbette… Kapitalist sistemin özü gereği burjuvazinin ‘blok’ bir yapısı yoktur ve kendi içindeki çelişkiler derindir. Çünkü sistemin işleyişi rekabet üzerine kuruludur; bu nedenle, tekellerin her biri yönetime kendi ağırlığını koymak, kendi çıkarlarına uygun kararlar almak ister. Kimi zaman bir yöntemde, bir politikada uzlaşır ve hemfikir olarak birlikte hareket edebilirler; kimi zaman da biri yönetime ağırlığını koyar ve kendi politikalarını diğerlerine dayatır, kabullendirir…

Siyasi partileri nitelerken, kitle tabanları, sınıfsal kökenleri ve hizmet ettikleri sınıflar-güçler konusundaki ayrımları iyi tahlil etmek gerekir. Meclise giremese de siyasi yaşamda çok sayıda parti vardır ve hepsi, aynı kefeye konulamaz. Ama tüm partilerin, toplumda varolan sınıflara dayandığı, onları temsil ettiği gerçeği unutulmamalıdır. “Eğer marksistseniz kapitalist toplumda sınıflar arası ilişkiler ile partiler arası ilişkiler arasında sıkı bir bağ olduğunu kabul etmek zorundasınız” diyor Lenin. (Komünist Enternasyonalin ikinci kongresi, Parlamentarizm Üzerine Konuşmalar)

Tabii ki, egemen sınıflar, kendi çıkarlarına ters düşen partilerin büyümesini, hükümet kuracak hale gelmesini engellemeye çalışır. Ya da bir çok konuda görüş ve düşüncelerini değiştirmeye zorlar, o konuda güvenceler alır. Hükü­met olduktan sonra buna uygun davranmayanları da, düşürmek için darbe dahil her yola başvurur. Şili’de askeri darbe ile düşürülen Allende örneğin­de olduğu gibi…

Türkiye devrimci hareketinde yaygın kanı, Türkiye’deki egemen sınıfların blok halde ABD emperyalizmine bağımlı olduğu, tüm düzen par­tilerinin de ABD’ci olduğudur. Bu durum, ABD’nin ‘90’lı yıllar boyunca dünya üzerinde egemenlik kurmasından kaynaklanmaktadır. Günümüzde emperyalistler arasındaki dengeler her geçen gün biraz daha değişiyor. Türkiye’de de burjuvazinin farklı emperyalist devletlerle, tekellerle bağları var. Savaş yakınlaştıkça emperyalistler arasındaki çatışmaların keskinleşmesine paralel olarak, onlar arasındaki çelişki ve çatışmalar da derinleşiyor… Tüm düzen partileri, emperyalizmin ve işbirlik­çilerinin partisidir, dolayısıyla karşı-devrimcidir. Ancak bu, ne hepsini ABD’ci yapar, ne de faşist! Böyle toptancı ve kestirmeci değerlendirmeler doğru değildir ve güncel politikada da yanılgılara sürükler…

AKP’yi “statükocu”lara karşı “değişimci”lerin partisi olarak gören devrimci yapılar, işbirlikçi burjuvazinin (bütün kesimlerinin) değişimi istediğini söylüyorlar. Bu değişim, faşizmi terkedip burjuva demokrasisi­ne geçiş yönünde bir değişim midir? Ya da en azından faşizmi geriletecek, onda gedikler açacak bir değişim midir? Bu belli değildir! Ama iddia şudur: Hem ABD, hem de AB emperyalistleri (kendi aralarındaki çelişkileri bir kenara bırakarak) Türkiye’deki burjuvaziyi de bu değişime zorluyor. Yani blok haldeki egemen sınıflar(!) blok haldeki emperyalistleri de(!) arkasına alarak, faşist yöne­tim tarzını değiştirmek istiyor ! Fakat bu kadar güçlü bir isteğe, -nasıl olabiliyorsa- “generaller” engel teşkil ediyor!

Ordunun, egemen sınıfları korumak üzere oluşturulmuş devletin kurumlarından biri olduğu­, burjuvaziden bağımsız kendi başına amaçları ve çıkarları olmadığı açık bir gerçektir. Bırakalım Türkiye’de, emperyalist-kapitalist düzenin parça­sı olan hiçbir ülkede, emperyalizmin ve egemen sınıfların isteklerine direnecek, ona karşı gelecek bir ordu ve generaller yoktur, olamaz da.

Aslında bu ayrıştırma ve karşı karşıya koyuş; geçmişten beri liberallerin ve reformistlerin bir biçimde yaptığı ‘iyi polis-kötü polis’, ‘iyi patron-kötü patron’ ayrıştırmasına benzemektedir. Ve bu tür ‘teoriler’, emperyalizm ve egemen sınıflarla işbirliği arayışının ürünleridir.

Burjuvazinin iç çelişkilerinin fazlasıyla şiddet­lendiği zamanlar vardır, bu çelişkilerden devrim lehine yararlanmak doğrudur. Ancak ‘değişim isteyenler’, ‘statükocular’ ayrımında yapılan bu de­ğildir. Zor ve bedeller ödemeyi gerektiren devrimci mücadele yerine, devletin bir kesiminin ‘iyi niyeti­ne’ sığınmayı savunan icazetçi bir bakışaçısı sözkonusudur. Dahası, sınıfsal farklılıkları ve uzlaşmazlıkları kaldıran, sınıf işbirliğini savunan reformist bir yak­laşım sergilenmektedir. ‘Statükocu-kötü burjuvazi’nin karşısına, ‘değişimci-iyi burjuvazi’yi ve devleti koyan ve ona yakın durmayı savunan bir çizgi!…

3 Kasım Seçimleri

Yediveren Yayınları – Nisan 2003

Bunlara da bakabilirsiniz

Limter-iş sendikası ve ESP’ye operasyon

9 Mart günü polis ESP, SGDF, ETHA çalışanları ile Limter-İş sendikası Genel Başkanı Kanber Saygılı’nın …

Gazi Direnişi 29. Yılında!

Gazi Direnişi’nin yıldönümünde “Gazi 12 Mart Platformu” 10 Mart 2024 tarihinde Gazi Cemevi’nde bir panel …

Bir “eylem adamı” Talat Sürer– 8 Mart 2020

“Her ölüm erken ölümdür” der şair. Bir yoldaşın ölümü ise hep erkendir. Hele ki, hayal ettiği …