Rusya’da Bolşeviklerin parlamento deneyimi

Her tür revizyonist-reformist akım, parlamento düşkünlüğünü perdelemek ve devrimci-demokrat kesimleri yedeklemek için, varolan düzeni değiştirmek amacıyla parlamentoya girdiklerini iddia eder. Kendilerine karşı çıkan devrimci ve komünistleri ise, “sekterlik”le, “dönemin ruhuna ayak uyduramamak”la suçlar. Rusya’da Bolşeviklerin “parlamentodan yararlanma” taktikleriyle, kendilerinin parlamanterist hayaller yayan görüşlerini aynı şeymiş gibi göstermeye çalışırlar. Devrim fikrinden uzaklaşıp düzen-içi çözümler aramakla, devrim için parlamento dahil her tür burjuva kurumdan yararlanma ilkesini; aralarında gece ile gündüz gibi fark olan bu iki yaklaşımı, aynılaştırmaya kalkarlar.

Burjuva seçimleri ve parlamentosu hakkında ML’nin temel ilkeleri vardır. Burjuva sistem değişmediği sürece bu konudaki ilkesel yaklaşımlar değişmez. Seçimlere katılıp katılmamak, parlamentoya girip girmemek, her ülkeye ve koşullara göre belirlenen “taktiksel” bir durumdur tabi ki. Fakat hangi taktik uygulanırsa uygulansın, ML ilkelere sadık kalınır. Dahası taktikler, geniş kitlelerin gerçekleri daha iyi görmesini sağlamak, devrimi yaklaştırmak için belirlenir ve ona uygun bir şekilde yaşama geçirilir. Diğer türlüsü, sözde “taktiksel başarı” adına programın, temel ilkelerin gözardı edilmesidir ki, bu da revizyonizmin atası sayılan Bernstein’in “hareket her şeydir, nihai amaç hiçbir şey” pragmatizmine sürüklenmekten başka bir şey değildir.

Taktiğin programla, reformlar için mücadelenin devrimle olan bağını, Bolşeviklerin parlamento deneyiminde de çok net biçimde görüyoruz. Parlamentoya yaklaşımdan, milletvekili adaylarını belirleme süreçlerine, milletvekillerinin parlamentoda çalışma şeklinden, işçi ve emekçilerle kurduğu bağlara kadar, her aşamada reformist-revizyonist yaklaşımlardan ne denli farklı olduğunu da…

 

Rusya’da devrim öncesi durum

Bolşeviklerin parlamentodaki (Duma) çalışmalarını anlamak için Rusya’nın devrim öncesi durumunu kabaca bilmek gerekiyor.

Çarlık Rusyası’nda kapitalist gelişme diğer ülkelerden daha sonra başladı. 19 yy ortalarına dek toprak köleliğine (serflik) dayanan bir ekonomi biçimi baskındı. 1861’de köylü isyanları üzerine Çarlık, toprak köleliğini resmi olarak kaldırıldı, fakat kalıntıları uzun yıllar sürdü. Ağır vergi yükü altında ezilen köylüler, kentlere göçüyor ve fabrikalara ucuz işgücü oluyordu. İşçilerin ve köylülerin hiçbir politik hakkı yoktu.

Bu koşullarda Çar’a “danışmanlık” yapan bir meclis dışında, halkın kendi oylarıyla seçtiği bir yasama meclisi sözkonusu değildi. 1905 yılında patlak veren devrim, Çarlığın iktidarını ciddi biçimde sarsınca, Çarlık 17 Ekim 1905’te bir manifesto yayınladı. “Vicdan, söz, toplantı ve dernek kurma özgürlüğü”nü getireceğinin ve buna bağlı olarak bir “Yasama Duması” toplayacağının sözünü verdi.

Çarlığın bu vaadleri, elbette kitleleri yatıştırmak, kendine zaman kazanmak içindi. Gücünü toparlayıp devrime darbe indirmek istiyordu. Lenin, Çarlığın 17 Ekim manifestosunu, “güçlerin geçici bir denge anının dile gelişi” olarak yorumladı. Çardan manifestoyu koparmış olan işçi ve köylülerin, henüz Çarlığı devirecek güçte olmadığını, buna karşın Çarlığın da artık eski yöntemlerle ülkeyi yönetemediğini söylüyordu. (Bolşevik Parti Tarihi, Bilim ve Sosyalizm Y. sf.100)

Çarlık hükümeti, 1905 yılının Aralık ayında Duma’yı toplamak için bir seçim yasası çıkardı. Bu yasaya göre halkın yarıdan fazlası -örneğin kadınlar ve 2 milyondan fazla işçi- oy hakkından yoksundu. Seçimlerde eşit oy hakkı yoktu. Seçmenler 4 kesime (toprak ağaları, burjuvazi, köylü ve işçi olarak) ayrılmıştı. Gerçekte “gizli oy” diye birşey de yoktu. Bir avuç toprak ağası ile kapitalistin, milyonlarca işçi ve köylüye karşı sayı üstünlüğünü elde edeceği bir Duma’nın oluşmasına uygun bir seçim yasası hazırlanmıştı.

Duma’ya ve seçimlere yaklaşım, Menşevik-Bolşevik ayrımını bir kez daha su yüzüne çıkardı. Menşevikler, halkın taleplerinin devrim olmaksızın da gerçekleşebileceğini savunuyor, Çarlık’tan kurtulmanın en iyi çaresi olarak Duma’yı görüyorlardı. Bolşevikler ise, Duma’ya “Çarlığın yaralarını örten ve rahatsız ettiği zaman hemen kaldırıp atacağı bir paravan” gözüyle bakıyorlardı. (age sf. 110) Bunun bir sonucu olarak Menşevikler I. Duma seçimlerine katıldılar ve Duma’da yeraldılar, Bolşevikler ise, Duma’yı boykot ettiler.

Bolşeviklerin söylediği gibi, Çarlık, devrimin yenilgiye uğradığını farkettiği bir anda I. Duma’yı dağıttı. Bolşevikler devrimin yükseliş yıllarında Çarlığa karşı ayaklanan kitlelerin “anayasa yolu” ile saptırılmasına karşı çıkmışlar, halkı Çarlığı devrimci bir tarzda alaşağı etmeye çağırmışlardı. Duma’yı boykot etmişler ve bu tutumları kitlelerden büyük bir destek almıştı. Ne var ki, devrimin yenilgisinin kesinleştiği bir dönemde, aynı taktiği izlemek doğru olmayacaktı. Değişen koşullar, taktiğin de değişmesini zorunlu kılıyordu. Süreçteki değişimi kavrayan Bolşevikler, İkinci Duma’ya katılma kararı aldılar.

 

Rusya’da Duma’lar ve Bolşeviklerin yeralış tarzı

Lenin, “Sol Komünizm-Bir Çocukluk Hastalığı” adlı kitabında Bolşeviklerin deneyimlerinden çıkardığı sonuçları sıralar ve teori düzeyine yükseltir: “Bizim için ömrünü doldurmuş olan bir kurum, henüz sınıf için, kitleler için ömrünü doldurmamış ise, içinde çalışmak gerekir” der. Bir başka ifade ile “gerici kurumları dağıtacak güçte olmadığımız sürece, bu kurumlarda çalışma” zorunluluğunu vurgular. (İnter Y. sf. 55)

Bolşevikler, “somut durumun somut tahlili” üzerinden 1905 devrimi sonrasında seçim taktiklerini de değiştirdiler. Fakat parlamentoya bakışları değişmedi.“İşçi sınıfının politik partileri, parlamenter savaşımdan yararlanmaktan, parlamentoda yer almaktan yanadırlar; ama parlamenter avanaklığa, yani parlamenter savaşımın tek ya da her durumda başlıca politik savaşım biçimi olduğu inancına da amansızca karşı koyarlar.” (Lenin, aktaran Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşiniz, Bilim ve Sosyalizm Y. sf. 233)

Bolşeviklerin parlamentoya ilkesel yaklaşımı başından itibaren aynı kaldı. Menşeviklerle her dönem “iki ayrı çizgi”ye sahip oldular. Dolayısıyla taktikleri de, parlamentoda çalışma tarzları da onlardan çok farklı oldu. “Parlamento seçimlerine ve parlamento kürsüsünden mücadeleye katılmanın devrimci proletaryanın partisi açısından anlamı” diyordu Lenin, “sınıfın geri katmanlarını eğitmek; ezilen, korkutulan ve bilisiz kır kitlelerini uyandırıp aydınlatmak”tır. Daha Duma’ya katılmadan önce, Menşeviklerin yaptıklarının tersine, liberal burjuvazi ile blok oluşturup “yasama” işlerine katılmayacaklarını ilan ediyor ve oraya “devrimin yararına bir kürsü olarak kullanmak için” gideceklerini duyuruyordu.

Bolşevik vekiller bu bilinç açıklığı ile II. Duma seçimlerine katıldılar. Ama daha adaylık aşamasından itibaren birçok engeli aşmakla karşı karşıyaydılar. Seçim öncesi tutuklanma olasılığı yüksek olduğundan, adaylar son ana kadar açıklanmıyordu. İşçiler, gizli toplantılarda (kır gezintisi altında) delegelerini belirliyordu. Duma’ya gidecek işçi vekillerini bu delegeler seçiyordu. Parti, kendi adayını saptıyordu, fakat bu adayın işçilerin ezici çoğunluğu tarafından benimsenmesi gerekiyordu. Politik görüşlerinin yanı sıra kişisel özellikleri, işyerindeki faaliyetleri, mücadeledeki tutumu vb. önem kazanıyor, işçiler ona göre oy veriyordu. Buna karşın Çarlık rejimi, istemedikleri adaylar seçildiğinde sonuçları iptal edebiliyordu. İşçiler ancak grev yaparak rejime geri adım attırıyor ve kendi adaylarını Duma’ya gönderiyordu.

Bolşevik vekiller, seçim kampanyasını bile yeraltından örgütlenmek zorundaydı. Çünkü parti, Çarlık polisinin sürekli saldırısı altındaydı. Menşeviklerden farklı olarak Partinin önderleri ya yeraltındaydı ya da sürgünde. Yasal çalışma ile yasadışı çalışmayı içiçe yürüterek Duma’ya 11 Bolşevik vekili göndermeyi başardılar.

İkinci Duma’da 12 Menşevik, 11 Bolşevik milletvekilinin oluşturduğu bir “sosyal-demokrat grup” oluştu. Fakat Çarlık, beklediğini bulamadığı II. Duma’yı da dağıttı. Sosyal-demokrat milletvekilleri tutuklandı, sürgüne yollandı. Bolşeviklerin daha başta öngördükleri gibi Duma, Çarlığın “yaralarını saran ve gerekli gördüğü zaman da kaldırıp attığı bir paravan”dı gerçekten de.

İkinci Duma’daki Bolşevik vekiller, müebbet hapisle yargılanıp Sibirya’ya sürüldüler. Bunun üzerine Lenin, “bazıları Duma kürsüsünü Bakan olmak için terk eder; diğer bazıları, işçi milletvekilleri de mahkum olmak için” diyecekti. Yani Duma’da işçi milletvekili olmak, “ateşten gömleği giymek” gibiydi. Daha baştan tutuklanmayı, sürgünü, hatta ölümü göze almayı gerektiriyordu. (İki Bolşevik vekil, Herzenstein ve Yollos, polis ve gerici saldırganların işbirliği sonucu bir suikast sonucu öldürüldüler.)

Ama Bolşevikler yılmadı. Duma’yı devrimin ve örgütlerinin büyümesi doğrultusunda kullanmayı sürdürdüler.

Çarlığın yeni seçim yasası ile Üçüncü Duma’da, sömürücü sınıflar öncekilerden daha büyük bir çoğunluğa ulaştı. Buna rağmen sosyal-demokratlar, (9 Bolşevik, 9 Menşevik olarak) 18 kişi ile temsil edildiler. Rusya’da 5 yıllık yasama sürecini tamamlayan tek Duma bu oldu. Çünkü Üçüncü Duma, Çarlık hükümetinin her isteğini yapıyordu. Sosyal-demokrat ve ilerici temsilcilerin sayısal gücü, hükümetin sunduğu karar tasarılarını durdurmaya yetmiyordu. Buna karşın Bolşevik vekiller, “hükümetin sunduğu tasarıları onaylama” sürecinde yeralmayı reddediyorlar, Duma kürsüsünü devrimci ajitasyon için kullanıyorlardı.

Bolşevikler, bu süre içinde geniş kitlelere seslenme ve onları etkileme bakımından Duma’daki vekillerin oynadığı rolü görmüştü. Daha önemlisi, koşullarda ciddi bir değişiklik olmadığından, Dördüncü Duma’ya da katılmaya karar verdiler.

Dördüncü Duma döneminde, 1905 Devrimi sonrasında geriye çekilen işçi hareketi, yeniden yükseldi. Bu durum, Duma’daki Bolşevik milletvekillerine çok daha önemli görevler yükledi. 1914’te başlayan I. emperyalist savaşa Çarlık Rusyası’nın katılmasına karşı, Duma’da da mücadele bayrağını açan vekiller tutuklandı, Sibirya’ya sürgüne gönderildi. Ta ki, Şubat Devrimi ile özgürleşene dek sürgün hayatı yaşadılar.

 

Duma’da Bolşeviklerin farkı

Bolşeviklerin Duma’ya giden vekilleri belirleme süreçleri, partiyle olan organik bağları, çalışma tarzı ve yüklendikleri görevler, işçilerle ve onların mücadelesiyle kurdukları bağlara kadar her aşaması, sadece Menşevikler’den değil, Duma’da temsil edilen tüm akımlardan farklıydı.

Seçim kampanyası, Duma’da birkaç sandalye elde etme hedefiyle yürütülmüyordu. Adayların seçilmesi, başlı başına bir amaç değildi çünkü. Kampanya sürecinde ve Duma kürsüsünden, ajitasyon-propaganda olanaklarını kullanıyorlar ve kitlelerin örgütlenmesine katkı sağlıyorlardı. O yüzden parti, vekillerden programatik-ilkesel görüşlerin revizyona tabi tutulmadan ifade edilmesini istiyordu. Bolşevik vekiller de o şekilde konuşuyor ve yazıyorlardı.

Menşevikler ise mücadele taleplerini daraltıyorlar, rejim açısından kabul edilebilir hale getiriyorlardı. Bolşeviklerden farklı olarak liderleri şehir merkezlerinde legal komundaydılar. Bu durum basın dahil olmak üzere çeşitli yasal olanakları daha rahat kullanmalarını sağlıyordu.

Bolşevik vekiller, partiye sadece ideolojik-siyasi olarak değil, örgütsel olarak da bağlıydılar. Her tür yasal faaliyet gibi, parlamento grubu da, yeraltına tabiydi. Doğrudan partinin Merkez Komitesi’ne bağlı çalışıyorlar ve  partinin kongre-konferanslarında temsil ediliyorlardı. Partiyle organik bağları hiç kesilmedi ve onun kararları doğrultusunda faaliyetlerini yürüttüler. Buna karşın Menşevik vekiller, partiden bağımsız çalışmak gerektiğini söylüyorlardı. Pratikte de partinin üst organlarından bağımsız hareket ediyorlar, parti disiplinine uymuyorlardı. Zaten daha seçim aşamasında milletvekili adaylarının “kişisel niteliklerine bakılarak seçilmesi”ni savunmuşlar, o şekilde Duma’ya gelmişlerdi. Oysa Bolşevikler, politik görüşlerin esas alınmasını savunuyor ve o niteliklere sahip adayları öne çıkarıyorlardı.

Diğer yandan Bolşevik milletvekillerinin görevi, sadece Duma’daki faaliyetlerle sınırlı değildi. Partinin yayın organlarına yazı yazmak, sendikalarla ilişkiyi sürdürmek, ülke çapında işçilerle bağlantı içinde olmak, eylemlerine gitmek, oralarda konuşmalar yapmak, taleplerini yaymak gibi bir çok görevleri vardı. Gerçek anlamda işçi sınıfının temsilcileriydiler. İşçilerden ve kitlelerden hiç kopmadılar. Ülkenin dört bir yanından gelen işçi mektuplarını okuyor, onların sorunlarını Duma kürsüsünden duyuruyor ve fiilen de yanlarında oluyorlardı. Birçok bölgeden işçiler, bürolarına geliyor, sorunlarını ifade ediyorlardı. Bolşevik milletvekilleri de “dokunulmazlık”larını, olanaklarını, sınıfın örgütlenmesi ve mücadelenin yükseltilmesi doğrultusunda kullandılar. Hem de polis takiplerine, ajan sızmalarına, başlarında sallanan tutuklanma ve sürgün kılıcına rağmen…

Bolşevik vekiller, bütün bu zorluklara göğüs gererek, Duma içinde militan bir duruş sergilediler. Dördüncü Duma’da yeralan Badayev şunları söylüyor: “İlk günde Duma Başkanlığı Seçimi’ne katılmayı reddetmemiz, bizim açımızdan ‘parlamenter’ faaliyet diye bir sorunun bulunmadığını gösteriyordu. İşçi sınıfı açısından Duma’nın anlamı, ülkedeki devrimci mücadeleyi güçlendirmek ve sağlamlaştırmaktı sadece… Hiç bir şekilde Duma çoğunluğuyla işbirliği yapmamak ve onları işçilerin gözünde teşhir etmek; soyluların ve toprak sahiplerinin Duması’ndaki işçi milletvekillerinin görevi buydu işte.” (Çarlık Dumasında Bolşevikler, A. Y. Badayev, Evrensel Y. sf. 58)

Bununla birlikte Duma’yı zorlayan konuşmaları, eylemleri hiç eksik olmadı. En sık kullandıkları yöntemlerden biri, “soru önergesi” vermekti. Çeşitli sorularla kitlelerin dikkatini Çarlığın işlediği suçlara çekiyorlardı. Karşı-devrimci vekillerin sataşmalarına, müdahalelerine rağmen kürsüyü de devrimci bir tarzda kullandılar. Çünkü o kürsüden milyonlarca proletere seslendiklerini biliyorlardı. Milletvekillerinin konuşmaları, partinin yayın organları aracılığıyla daha geniş kesimlere ulaşıyordu. İşçilere her fırsatta Duma’dan bir beklenti içine girmemelerini söylüyorlardı. İşçiler ancak ısrarlı bir devrimci mücadele ile taleplerini elde edebilirlerdi. Badayev’in dediği gibi; “Duma bir noktaya kadar ülkedeki politik mücadeleleri yansıtsa da, sorun, eninde sonunda fabrikalarda ve sokaklarda çözülecekti; Taurida Sarayı’nda değil” (age sf. 176)

Bu temel doğrunun farkında olarak, ama Duma’da bulunmanın gereklerini de son raddeye kadar yerine getirerek faaliyetlerini sürdürdüler.

 

Menşeviklerle Duma’da da kopuşma

Başından itibaren Duma’ya bakış konusunda Bolşeviklerle Menşevikler arasında varolan farklılıklar, zaman geçtikçe daha net biçimde açığa çıktı. Bolşeviklerin 1912 yılında gerçekleştirdikleri Prag Konferansı, “Parti oportünist unsurlardan temizlenerek güçlenir” diyerek “hizipsiz parti anlayışı”nı ilan etmiş, Leninist parti ilkelerini teori düzeyine çıkarmıştı. Menşeviklerle her alanda keskinleşen mücadeleleri, Duma’da da yansısını bulacaktı.

Konferans, bir kez daha kendilerini temsil edecek vekillerin temel görevini “sınıf çizgisinde sosyalist propaganda ve işçi sınıfının örgütlenmesi” olarak belirledi. “Demokratik bir cumhuriyet, sekiz saatlik işgünü ve büyük toprak sahiplerinin ellerindeki topraklara el konulması” talepleri başta olmak üzere partinin asgari programı, hem seçim kampanyalarında, hem de Duma kürsüsünde sürekli işleniyordu. Buna karşın Menşevik vekiller, bu talepleri ya sulandırıyor, ya da hiç ağızlarına almıyorlardı.

Çarlık rejimi altında “demokratik cumhuriyet” talebi, bir devrimi gerektiriyordu. Keza “büyük toprak sahiplerinin topraklarına el konulması” da. Bunların içinde “düzen-içi talep” sayılabilecek “sekiz saatlik işgünü” bile, Çarlık rejiminin kabul edebileceği bir talep değildi. Buna rağmen Bolşevik temsilciler, “sekiz saatlik işgünü yasa tasarısı”nı hazırlayıp Duma’ya sundular. O günlerde çıkan Pravda’da (Bolşeviklerin çıkardığı günlük işçi gazetesi) yasa tasarısının metni yayınlandı ve şöyle denildi:

“Elbette ki, Dördüncü Duma’nın bu yasa tasarısını kabul etmesini beklemiyoruz… Bu sorun Duma’da gündeme getirildiğinde, diğer partiler bu konuya ilişkin tutumlarını ilan etmeye zorlanacaktır ve bu da Duma dışındaki sekiz saatlik işgünü mücadelemize yardımcı olacaktır. Tüm işçileri bu yasa tasarısına sahip çıkmaya çağırıyoruz. Bu tasarı, sadece bir grup milletvekili adına değil, onbinlerce işçi adına teklif edilmiş olsun!”(age. sf. 157)

Bu çağrı yerini buldu ve altında yüzlerce işçinin imzası olan mektuplar yağmaya başladı. Tasarı, elbette yasalaşmadı. Ancak tam da Bolşeviklerin söylediği gibi, hem diğer partilerin bu konudaki tutumunu net biçimde ortaya çıkardı, hem de işçi sınıfının bu temel talebi yaygınlık kazandı, sınıf hareketinin gelişmesine ve bolşeviklerin güçlenmesine katkı sağladı.

Buna karşılık Menşevikler, bu üç temel talebi budayarak, içini boşaltarak sunuyorlardı. “Demokratik Cumhuriyet” yerine “halk temsilcilerinin egemenliği”; “topraklara el konulması” yerine “toprak yasasında düzenlemeye gidilmesi” gibi… Keza Bolşevikler, temel görüşlerinin, proletaryanın somut taleplerinin propagandasını yaparken, Menşevikler “Duma’yı gericilerin elinden kurtarmak” temasını işliyorlardı. Bu yönüyle liberallerden çok da farklı olmayan düzen-içi bir mücadele hattı çiziyorlardı.

İdeolojik-siyasi farklılıkların pratikte böylesi bir ayrışmaya yol açması, gruplar arasındaki bölünmeyi hızlandırdı. Buna bir de Menşeviklerin Bolşevik vekilleri engelleme tutumu eklendi. Menşeviklerin 7, Bolşeviklerin 6 vekille bulundukları Dördüncü Duma’da, Menşevikler 1 vekil üstünlüklerini en kötü tarzda kullandılar. Oysa 6 Bolşevik vekil, işçilerin yoğun olduğu bölgelerden seçilmişlerdi, yani sınıfın çoğunluğunu temsil ediyorlardı. Buna rağmen Bolşevik vekillerin komisyonlarda yer alması, grup adına sözcülüğü üstlenmesi Menşevikler tarafından engellendi. 1914 Ekim ayından itibaren Bolşevikler, Duma’da ayrı bir grup oluşturdular ve tüm engellemelere rağmen Duma içinde de bir grup olarak tanınmayı başardılar. Sonrasında ise I. emperyalist savaşın başlamasıyla birlikte en büyük sınavla karşı karşıya geldiler. Lenin’in “bireylerin yaşamındaki ya da ulusların tarihindeki her bunalım gibi, savaşlar da bazı kişi ve örgütleri baskı altına alır, ezer, bazılarının da gözünü açar, çelikleştirir ve ileri fırlatır.” dediği bir dönemden geçiliyordu.

Şovenizm rüzgarlarının olanca şiddetiyle estirildiği, kendilerine “sosyalist” diyenlerin bile bu rüzgara kapıldığı böyle bir dönemde, Bolşevik vekiller, Duma’da onaya sunulan savaş bütçesinin oylamalarına katılmayı reddettiler ve protesto ederek salonu terkettiler. Ardından bir deklarasyon yayınlayarak “savaşa karşı savaş” şiarını yükselttiler. “Emperyalist savaşı iç savaşa çevir” sloganı etrafında, askerler içinde kardeşleşmeyi ve işçi sınıfının dayanışmasını savundular. Duma’dan atılma pahasına Bolşevik Parti’nin bu konudaki görüşlerini cesurca ifade ettiler.

Başlangıçta savaş bütçesini protesto eden Menşevik vekiller ise, Avrupa’da esen oportünist rüzgarlardan etkilenerek, Çarlığın savaş politikasına yedeklendi. Lenin’in dediği gibi, savaş, her akımı gerçek kimliği ile apaçık ortaya çıkarıyordu. Bolşevikler sadece Rusya’da değil, dünya çapında savaşa karşı net bir tutum ortaya koydular ve onun gereklerini yerine getirdiler. Sonuçta kazanan Bolşevikler oldu. Birkaç yıl içinde Çarlık ordusu yenilmeye başladı ve işçi eylemleri yeniden yükseldi. 1917 Şubat Devrimi ile milletvekillerinin de içinde olduğu politik tutsaklar özgürlüğe kavuştu ve Ekim Devrimi ile birlikte tüm dünyada yeni bir çağ açıldı: Proleter devrimler çağı…

* * *

Bolşeviklerin bu zaferinde, hiç kuşkusuz parlamento dahil yasal olanakların devrimci bir tarzda kullanmasının büyük bir rolü oldu. Duma içinde ve dışında militanca bir mücadele sürdüren milletvekilleri çok önemli katkılar sağladı. Partinin görüşlerine sımsıkı sarılan ve onu rejimin en önemli kurumlarında eğip bükmeden ifade eden vekiller, reformist hayallere kapılmadan parlamentodan devrimci tarzda nasıl yararlanılacağını herkese gösterdiler. Ve bir örnek olarak dünya komünist hareketinin önüne koydular.

Kendine komünistim, Marksist-Leninistim diyen herkesin, bu örneği rehber edinmesi gerekir. Bolşeviklerin bir bütün olarak legal olanakları, özelde ise parlamentoyu nasıl değerlendirdiği ortadadır. Her koşul altında devrim perspektifini yitirmeyen ve her eylemini devrimin güçlenmesi doğrultusunda örgütleyen Bolşevikler, bu kararlı ve ilkeli duruşlarıyla zafere ulaşabildiler. Son derece sancılı, meşakkatli ve zorlu bir mücadeleyi sürdürerek bunu başardılar. Sadece Rusya’da değil, dünyada tek başlarına kalma pahasına, doğru bildikleri yoldan şaşmadılar.

Türkiyeli Bolşevikler de her daim, bu temel bakışla hareket etti. Hep zor dönemlerin devrimcileri oldu. Teslimiyete ve tasfiyeciliğe karşı mücadelenin bayraktarlığını yaptı. Esen rüzgarlara kapılmadı. Akıntıya karşı kürek çekme pahasına devrimci duruşunu hep korudu.

Bugün de zorlu bir süreçten geçiliyor. Parlamentarizmin pompalandığı, devrim yerine düzen-içi iyileşmelerin revaçta olduğu, ML ilkelerin yerini pragmatist burjuva liberal görüşlerin aldığı bir dönemden…  Bir kez daha kararlılıkla devrim ve sosyalizmi, ML ilkeleri savunmakla karşı karşıyayız. Bunun bilinci ve sorumluluğu ile hareket ediyoruz.

 

Yeniden körüklenen “barışçıl devrim” hayali

Günümüzde “yeni” olarak lanse edilen ve sanki kendilerinin icadıymış gibi sunulan “teori”lerin hiçbir “yeni” değildir. “Eskimiş” olduğu savıyla Marksizm-Leninizme savaş açanların savundukları, ML’den çok daha “eski” görüşlere dayanmaktadır. Öyle ki, daha Marksizm ortaya çıkmadan önce 17. 18. yüzyılda ortaya çıkan “ütopik sosyalistler”in görüşlerini bile “yeni” olarak pazarlamaya kalkıyorlar. Marks ve Engels’in “bilimsel sosyalizm”e ulaşmasıyla geride kalan “ütopik” görüşler, ‘90’lı yılların ardından yeniden piyasaya sürülebildi. “İnsancıl sosyalizm”den, “ütopyamız” sözcüğünün yaygın kullanımına kadar, bunu ülkemizde de gördük.

“Barışçıl devrim” ve ona dayanak olarak sundukları “üretici güçler teorisi” de (bilimsel-teknik gelişmeyle birlikte kendiliğinden sosyalizme geçiş) her sıkışma anında yeniden piyasaya sürülen görüşlerdendir. Aynı şekilde parlamentarizmin yaygınlaşması da bu teorilerin parlatılmasıyla atbaşı gitmiştir.

Örneğin Lassalle, genel seçimler ve üretici güçlerin gelişimiyle “gerici Prusya Devleti’nin özgür bir ‘halk devleti’ne dönüştürülebileceği”ni vaaz etmiştir. Marks, “Gotha Programının Eleştirisi” adlı yapıtında, Lassalci “özgür halk devleti” anlayışını eleştirmiş, “binlerce şekilde ‘halk’ sözcüğünü, ‘devlet’ sözcüğü ile birleştirerek, sorun bir adım ilerletilemez” demiştir. Ve bilimsel incelemelerinin yanı sıra 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü deneyimleri üzerinden, kapitalist toplumla komünist toplum arasındaki devletin, “proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı” gerçeğine ulaşmışlardır.

Keza Bernstein, iş yasasının düzeltilmesi, sendikaların, kooperatiflerin etkinliklerinin, işçi sınıfının parlamentoda temsilinin artması ile, tüm ekonomik, siyasi ve sosyal sorunların çözülebileceğini iddia etmiştir. İşçi sınıfının, parlamentoda salt çoğunluğu elde ederek, -oyların yüzde 51’ini alarak- amaçlarına barışçıl yoldan ulaşabileceğini söylemiştir. “Çoğunluğun arzusu hükümran olursa” der Bernstein, “devlet sınıf karakterini yitirir, tüm toplumun çıkarlarını temsil eden bir organa dönüşür.” Böyle bir devlette işçi sınıfı partisinin, diğer sınıf ve partilerle işbirliği yapmasını ve “gericilere” karşı bu devleti savunmasını ister. (Bu da biz çok tanıdık geliyor olmalı!) Dolayısıyla proletarya partisinin “toplumsal devrimci” değil, “toplumsal reformcu” bir parti olması sonucuna varır.

Bu görüşler, daha sonra Kautsky ve yandaşlarınca savunulacaktır. II. Enternasyonal partileri olarak da geçen o dönemin sosyal-demokrat partileri, “genel oy” ve “burjuva demokrasisi”ni göklere çıkarmışlar ve I. emperyalist savaş sırasında “vatan savunması” adı altında kendi burjuvalarının yanında savaşacak raddeye varan “sosyal-şovenist” görüşler savunabilmiştir. Kautsky, “barışçıl devrim”den “ultra-emperyalizm” teorisine uzanan çizgisiyle, sınıf işbirliğine giden yolun en seçkin lideri olur. Ekim Devrimi’ni “Marksist teoriden kopma” diye niteleyip “yasadışı” ilan edecek kadar saldırgan bir tutum izler. Devrime ve proletarya diktatörlüğüne saldırıda, koçbaşı rolünü üstlenir. Tam da emperyalist savaş döneminde ve dünyanın Ekim Devrimi ile sarsıldığı bir sırada, burjuvaziye eşsiz bir destek sunar.

Ekim Devrimi’nin zaferi ve Lenin’in üstün teorik bilgisi ile Kautsky, uluslararası komünist hareket üzerindeki etkisini kaybedecek, hatta tarihe “dönek Kautsky” olarak geçecektir. Kautsky ile birlikte “İkinci Enternasyonal” ve onunla simgelenen sınıf uzlaşmacı teoriler çökmüş, Lenin ve Stalin önderliğinde Üçüncü Enternasyonal (Komüntern) dönemi başlamıştır. Fakat Kautsky’nin ve öncesi revizyonist önderlerin “teori”leri, devrim ve sosyalizmin geriye düştüğü her dönemde yeniden piyasaya çıkacaktır.

Daha ikinci emperyalist savaş sürerken, ABD Komünist Partisi’nin Başkanı Browder, kapitalist gelişmenin ve uluslararası durumun değiştiğini ileri sürerek, ML’yi “dogma”, “şematik” olarak nitelemiş ve “çürümüş” ilan etmiştir. Bu, ABD emperyalizminin devrimci ve komünist partileri ideolojik olarak teslim alma saldırısının ilk işaretidir. Browder, Amerikan emperyalizminin artık gerici olmadığını, demokratik yollarla gelişebileceğini, tüm toplumun yaralarını sarabileceğini söylemekte, daha ileri giderek “komünizm, yirminci yüzyılın Amerikanizmidir” demektedir. Buradan hareketle komünist bir partiye gerek olmadığı sonucuna varacak ve 1944’te Komünist Partisi’ni dağıtacaktır.

Browderizm, ABD ve Güney Amerika’da etkili oldu ve ABD’nin ikinci empeyalist savaş sonrası “Marshall Planı”nın ideolojik destekçisi olarak ona hizmet etti. O sırada SSCB’nin faşizme karşı elde ettiği zafer ve ikinci emperyalist savaş sonrası Doğu Avrupa’yı da içine alan “sosyalist blok”un kurulmasıyla Avrupa’da fazla etkili olamadı. Ancak Fransa, İtalya, İspanya gibi Batı Avrupa’daki komünist partiler, savaşa ve faşizme karşı muazzam bir savaş vermelerine rağmen, “iktidar pespektifi”nden yoksun oluşlarından dolayı, iktidarı ele geçiremediler. Bu zaafları, savaş sonrası kendi burjuvalarıyla uzlaşmaya, kurulan hükümetlere desteğe, hatta içinde yer almaya kadar götürdü.

İkinci emperyalist savaştan sonra Avrupa’da faşist partiler yasaklandı, komünist partisi dahil sol partilerin seçimlere katılmasının önü açıldı, burjuva demokrasisinin daha geniş ölçüde uygulanmasına geçiş yapıldı. Bu, başta komünistler olmak üzere ilerici güçlerin yıllar süren mücadeleleriyle faşizmi yenmesi ve özgürlük alanlarını genişletmesiyle mümkün olmuştu. Fakat burjuvazi, bunları kendisi sunmuş ve artık değişmiş gibi görünerek, reformist hayallerin doğmasına zemin hazırladı. Kitleler içinde faşizmin ebediyen yenildiği, burjuvazinin değiştiği, artık demokratik hakları tanıdıkları vb. hayalleri ortalığa yayıldı.

Komünist partileri de, seçim ve parlamento yoluyla iktidarı barışçı yoldan ele geçirebileceklerine inanmaya başladılar. Fransa ve İtalya’da savaş sonrası hükümetlerde iki-üç “komünist” bakanın yer alması, bu fikri iyice pekiştirdi. Giderek komünistlerin ağırlığında hükümetlerle sosyalizme geçebileceklerini düşündüler.

Oysa burjuvazi, bu bakanlıkları, faşizme karşı mücadelede güçlenen komünistleri düzene entegre etmek için, geçici bir ödün olarak vermişti. Partizan birliklerinin silahsızlandırılması gerekiyordu ve bunu bizzat parti yönetimleri aracılığıyla yapmaları daha rahat olacaktı. Bunu başardıktan sonra burjuvazi, “komünist” bakanları hükümetten attı. En fazla yüzde 10 civarında oy oranlarıyla, düzenin muhalif partilerinden biri haline getirdi.

Başını İtalya Komünist Partisi Başkanı Berlinguer’in çektiği “Avrupa Komünistleri” Lasselle, Bernstein ve Kautsky’den devraldıkları “barışçıl yoldan sosyalizm” tezini, bir kez daha “yeni” olarak sundular. Bizde ‘90’lardan sonra moda olan “proletaryanın artık değiştiği”, “bir avuç burjuvazi dışında herkesin işçileştiği”, “teknolojinin olağanüstü gelişmesiyle kapitalizmin farklılaştığı” türünden tezler, o yıllarda ortaya atıldı.

Berlinguer, 1956’da “Sosyalizmin İtalyan Yolu” adını taşıyan “yeni” programıyla, İtalya KP’sini sosyal-demokrat bir partiye evriltti. Komünist ya da kapitalist olmayan “üçüncü yol” teorisini ortaya attı. (“Üçüncü yol” ‘90’larda İngiliz İşçi Partisi Başkanı Blair yeniden parlattı. Sonrasında Kürt ulusal hareketin çok sık kullandığını bir argüman oldu.)

Fransa Komünist Partisi, De Gaulle’ün hükümetine girdikten sonra, Fransa’nın Cezayir işgaline bile karşı çıkamadı. Cezayir halkının kurtuluş mücadelesine destek sunmadığı gibi, Cezayir Komünist Partisi’nin mücadeleye katılmasını da engelledi.

İspanya Komünist Partisi, yasallaştırabilmek ve lider kadroların ülkeye dönmesini sağlamak için, Kral Juan Karlos rejimini, yani monarşiyi “demokratik” olarak niteleyecek kadar ileri gitti. Monarşistler de bu boyun eğiş üzerinde onlara yol açtılar.

Kısaca, “Avrupa Komünistleri” olarak bilinen İtalya, Fransa ve İspanya komünist partileri, Avrupa’da yıpranan sosyal-demokrat partilerin yerini doldurdular. “Demokratik sosyalizm” adı altında burjuva demokrasisini savundular. Onların yalan ve demagojilerini, kuramsal hale getirip cilalayarak emekçileri kandırdılar.

Bu dönemin, Stalin’in ölümünün ardından sosyalist SB’deki geriye dönüşle birleşmesi, durumu daha da kolaylaştırdı. Kruşçevciler de “barışçıl yoldan sosyalizm”, “barış içinde birarada yaşama” tezleriyle sınıf işbirliğine kapıları sonuna dek açtılar. Reformizmin bu denli pervasız bir şekilde ML’ye saldırmalarında büyük rolleri oldu.

Bugün yeniden parlamentarist hayaller körükleniyor. Bunun etkilerini ülkemizde de görüyoruz. Ama gerçekte “yeni” ve “kendilerinin icadı”ymış gibi sunulan bu görüşlerin, 150 yıl öncesine dayanan revizyonizmin cephaneliğinden apartılmış görüşler olduğunu, tarihe kısa bir göz atan herkes görebilir.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …