Seçim bitti; Kriz ve öfke sürüyor!

Seçimlerin üzerinden bir ayı aşkın zaman geçti, ama seçim sonuçlarının etkileri devam ediyor. Seçimlere dair değerlendirmeler de hız kesmeden sürüyor. Önceki seçimlerden daha farklı bir tablo ile karşı karşıyayız.

Son seçimler, derin ekonomik krizin ve katliama dönüşen depremin üzerine geldi. Buna siyasi, ahlaki çöküşü, keyfi ve kuralsız yönetimin yarattığı çürümeyi de ekleyebiliriz. Bütün bunlar, AKP-MHP yönetimine karşı büyük bir tepkiye yolaçmıştı. Muhalefet, bu tepkiyi sokağa taşırmadan sandığa taşıma görevini büyük oranda başardı. 14-28 Mayıs’ta gerçekleşen iki seçime de katılım yüzde 80’lerin üzerinde oldu. Halkın önemli bir kesimi AKP döneminin artık son bulacağına inandı; -ikincisinde biraz düşse de- son yılların en yüksek katılımlı seçimi gerçekleşti.

Fakat umut ve beklenti çıtası ne kadar yükselirse, hayal kırıklığı ve karamsarlık o kadar derin oluyor. Özellikle son 10 yıldır (Gezi Direnişi’nden bu yana) her seçimde giderek yükselen oranda, muhalefet “bu kez kazanacağız” duygusunu pompaladı. Son seçimlerde ise, bu duygu zirveye çıktı. O yüzden düşüş de çok daha şiddetli oldu. Şimdi düşüşün sonuçları yaşanıyor.

Hayal kırıklığı bu kez daha derin ve muhalefet partilerine tepki daha büyük.  Bir yandan “değişim” sesleri yükseliyor, bir yandan da sözde özeleştirilerle tepkiler yatıştırılmaya çalışılıyor. Fakat artan öfke ve güvensizliği gidermeleri artık kolay değil.

CHP’den HDP’ye, seçim sonrası başlayan kaynama sürüyor. Parti başkanları ve yönetimler istifaya zorlanıyor, köklü bir anlayış değişikliği talebi artıyor; daha önemlisi “toplumsal mücadele yükselmeden seçim kazanılmaz” gerçeği giderek tüm muhalif kesimler tarafından dillendiriliyor.

 

Yenilgiler yetim kalır

Seçim öncesinden başlayan ittifak ve parti-içi sürtüşmeler, seçim yenilgisiyle iyice gün yüzüne çıktı. Önceki seçimlerde CHP’den aldığı 15 milletvekiliyle ayakta kalabilen Akşener, bunun için CHP’ye ödedikleri “diyet”in bitmediğini söyleyip “en büyük pişmanlığım” dedi. Parti içindeki konumunu koruyabilmek ve İYİP’in seçim yenilgisinin üstünü örtebilmek için faturayı CHP’ye kesti.

Oy oranları yüzde 1’i bile bulamayan Babacan ve Davutoğlu da aynı yolu izlediler. CHP üzerinden 10-15 milletvekili ile meclise girdikleri halde, kendi oylarıyla kazandıklarını iddia ettiler. Daha önce birleştirici rolünden dolayı CHP ve Kılıçdaroğlu’na methiyeler dizenler, şimdi suçlama yarışına girmişti.

Bu ittifakın en fazla kaybedeni CHP’de ise sular durulmuyor. Kılıçdaroğlu’na yönelik suçlamalar, ittifak politikası başta olmak üzere seçim başarısızlığından dolayı yükseliyor. Ama Kılıçdaroğlu dahil hiç bir lider, yenilginin sorumluluğunu üstlenmeye yanaşmıyor. “Zaferin sahibi çok olur, ama yenilgiler hep yetim kalır”mış sözünü kanıtlarcasına…

Elbette seçim yenilgisinin sorumlusu tek tek kişiler değildir ve bu çemberin yarılması da tek tek kişilerin değişmesiyle olmayacaktır! Ortada bir sistem var ve tüm düzen partileri bu sistemin bir parçası! Herkes rolünü oynuyor! Seçimler, bu sistemin devamında çok önemli bir araç. Yönetimler meşruiyetini seçimler üzerinden sağlıyor. Halkın oylarıyla geldikleri yanılsamasını bu sayede başarıyorlar. Muhalefet partilerinin görevi de halkın öfkesini seçimlere kanalize etmek ve yönetimlerin meşruiyetini sağlamak.

Seçimlerden sonra hiçbir muhalefet partisi, seçimlerin meşru olmadığını, sonuçlarını tanımamak gerektiğini söylemiyor! Seçim hilelerinin üzerine gitmiyor! Aksine Erdoğan’ı tebrik edip, “bize muhalefet görevi düştü” diyerek hemen kabulleniyorlar. Sadece bu tutumları bile, sistemin bir parçası olduklarını göstermiyor mu?

20 yılı aşkın süredir AKP’nin işbaşında kalması, bu muhalefet sayesinde gerçekleşti. AKP’nin önü, Deniz Baykal’ın başkanlığındaki CHP’yle açılmıştı. O zamanlar bütün tepkiler Baykal’a yöneldi. Kılıçdaroğlu büyük umutlarla geldi, ama değişen bir şey olmadı. Kılıçdaroğlu, CHP tabanının tepkilerine rağmen Ekmelettin İhsanoğlu gibi bir gericiyi, cumhurbaşkanı adayı olarak destekledi ve “tıpış tıpış gidip oy vereceksiniz” dedi. Yine CHP tabanının itirazına rağmen son seçimlerde bir çok gerici-faşist adayı seçilecek yerlere yerleştirdi, onları meclise taşıdı ve “en sağcı meclis”in oluşmasına önayak oldu.

Şimdi sadece eski Adalet Bakanı Saadettin Ergin’in Çankaya’dan gösterilmesine “yanlış oldu” diyor, diğerleri doğruymuş gibi… Gelinen noktada tüm seçim politikasını “yanlış” bulsa ne çıkar! Tıpkı “son yılların en adaletsiz seçimini yaşadık” demesi gibi… Bu “adaletsiz” hileli-sopalı seçimi itirazsız kabul ettikten, yönetimi kutsadıktan sonra, bu sözlerin hiçbir kıymeti-harbiyesi yoktur!

Sadece son seçimler değil, kaç seçimdir hile-manüplasyon-tehditle kazanıyorlar ve hepsine muhalefet boyuneğiyor. Dahası “hile oldu ama seçim sonuçlarını değiştirecek boyutta değil” diyerek, AKP’nin gerçekten kitlelerden aldığı oyla yönetime geldiğine inandırmaya çalışıyorlar. Yeter ki, kitlelerin seçimlere, dolayısıyla düzene güveni sarsılmasın! Bir sonrakine yine büyük bir umutla “tıpış tıpış” sandığa gitsin!..

CHP’nin başına kim gelirse gelsin, “düzenin bekası” için üzerine düşen görevi yerine getirecektir. Kişilerden bağımsız olarak, ne zaman ki halkın tepkisi düzen sınırlarının dışına çıkar, muhalefete rağmen radikal biçimlere bürünerek yönetimi sarsar, işte o zaman kitleleri yeniden sisteme çekebilmek için muhalefet partileri yönetime getirilir. Dünyada ve ülkemizde “sol” ya da “sosyal-demokrat” partilerin işbaşına geldiği dönemlere bakılırsa, bu gerçek net biçimde görülür.

 

Muhalefet krizi

Kitleler AKP’ye değil, artık muhalefete tepki gösteriyor. Bu saltanatın devam etmesinde muhalefetin rolünü daha fazla görmeye başladı çünkü. Tepkiler artarsa, muhalefet partilerinde “değişim” kaçınılmaz olacak. Bunu da yönetim veya başkan değişimi gibi rötuşlarla gidermeye çalışacaklar.

Seçim sonrası “özeleştiri” kavramı -uzun bir süreden sonra- yeniden revaçta. Selahattin Demirtaş’ın HDP’ye dönük eleştirileriyle başlayıp CHP’ye uzanan bir “özeleştiri” istemi var. Bu istem, parti tabanları başta olmak üzere kitlelerdeki hoşnutsuzluğu ve güvensizliği ifade ediyor; aynı zamanda bu güvensizliği gidermeyi, yeniden umut ve beklentiyi arttırmayı amaçlıyor.

Bununla birlikte kişisel ikbal, siyasal beklenti gibi saiklerle de hareket ediliyor. Zira Demirtaş’tan İmamoğlu’na parti yönetimlerini “özeleştiri”ye davet edenler, sanki kendileri bu sürecin bir parçası değillermiş gibi davranıyorlar. Oysa “Emek ve Özgürlük İttifakı”nın Kılıçdaroğlu’nu desteklemesinde Demirtaş’ın etkisi büyük oldu. Seçimlerden aylar öncesinden başlamak üzere HDP kitlesini Kılıçdaroğlu’na oy vermeye çağıran oydu. İkinci turda Ümit Özdağ’la imzalanan protokole rağmen (ki “kayyumlar” bile savunulur hale gelmişti) Kılıçdaroğlu’nu desteklemeye devam etti.

Seçimlerde sadece CHP değil, HDP ve ittifakları da yenildi. O yüzden seçim sonrası bu partilerde iç kargaşa ve sorgulama arttı. Demirtaş ve İmamoğlu, hem tabanın tepkisine tercüman olarak sempati toplamaya, hem de bu süreçteki paylarını gizleyerek aklanmaya çalışıyor. Daha önemlisi tepkileri yönetimlere çevirerek, yeni döneme kambursuz bir şekilde girmeye hazırlanıyorlar.

Demirtaş’ın “aktif siyaseti bıraktığını” söylemesi, bu amacı örtmeye yarayan ayrı bir siyaset tarzıdır. Üstelik PKK’ye ve Öcalan’a tepkili Türkiye’deki sol kesimin de desteğini alıyor. Kürt burjuvazisi de Öcalan’a alternatif olarak Demirtaş’ın öne çıkmasından memnun görünüyor. Bu koşullar devam ettiği sürece, Kürt hareketinin fiili ve doğal lideri olmaya devam edecektir.

İmamoğlu’nun ise egemenler tarafından şişirildiği açık. Cumhurbaşkanı adayı olarak uzun süre konuşulması, anketlerde birinci gösterilmesi ve Akşener tarafından ileri sürülmesi boşuna değil. Zaten ANAP kökenli olduğu, gerici ve faşistlerin desteğini aldığı biliniyor. Fakat CHP tabanı tarafından aynı oranda destek görmüyor. Üstelik CHP içinde farklı klikler ve adaylar da sözkonusu. Dolayısıyla İmamoğlu’nun işi daha zor.

Kesin olan muhalefette taşların yerinden oynadığıdır. Oturana kadar da muhalefetin krizi sürecektir.

Muhalefet krizi, yaşadığı iç kargaşadan ibaret değil. Bir yandan kitlelerin öfkesini yatıştıracak, yeniden güveni tesis edecek bir hat izlemesi gerekiyor; diğer yandan Erdoğan’ın dillendirdiği “milli ve yerli muhalefet” istemine uygun, hükümetle uyumlu bir çalışma yürütmesi isteniyor. Bu kıskaç altında ittifakların çatırdaması, parti-içi çelişkilerin kızışması kadar doğal ne olabilir?

Diğer yandan meclis aritmetiği “milli-yerli muhalefet”e uygun hale gelmiş durumda. İYİP, Deva, Gelecek, Saadet gibi partiler, AKP’ye şimdiden göz kırpmaya başladılar. Erdoğan’ın “yeni anayasa” teklifi dahil pekçok konuda birlikte hareket ederlerse, kimse şaşırmaz.

Erdoğan, seçim akşamı yaptığı konuşmada, İstanbul ve Ankara’yı almaktan söz etti. Onun amacı, muhalefeti güçsüz düşürüp hegemonyasını arttırmak ve kendisine uyumlu bir muhalefet oluşturmak. Fakat kitlelerin talebi, mücadeleci bir muhalefetten yana. Bu durum, seçim öncesi oluşan AKP karşıtlığı temelindeki ittifakları, “tek aday” etrafında birleşmeyi ortadan kaldırıyor. Yeni dönemde parçalı bir muhalefet olacak, sol ve sağ bloklaşma yeniden ve daha net çizgilerle ortaya çıkacak. Sonuçta muhalefet yeniden biçimlenecek.

Zaten “birleşik muhalefet”in uzun süre devam etmesi mümkün değildi. Son seçimler bunu gösterdi. Ayrıca AKP gibi bir partinin, ona benzeyerek, uzlaşarak “helalleşerek” değil; sadece ve sadece ayrışarak, mücadele ederek, “hesaplaşarak” yenilebileceğini de…

 

Emperyalistlerin dayatmaları

Bu seçimlere büyük anlamlar yüklenmişti. Türkiye “yeni yüzyıl”a girerken 20 yıllık AKP saltanatı yıkılacak, karanlık dönem son bulacaktı! Her şey çok güzel olacak, bahar gelecekti! Ama öyle olmadı!..

Esasında iç ve dış koşullar AKP’nin yenilmesi için son derece elverişliydi. İçerde kitlelerin tepkisi büyümüş, dışarda AKP’nin dayandığı emperyalist destek zayıflamıştı. AKP içte milliyetçiliği körükleyip baskıyı arttırarak, dışta Rusya-Çin blokunu arkasına alarak bu durumu telafi etmeye çalıştı. Öte yandan ABD-AB emperyalistlerini ikna etme çabasından hiç vazgeçmedi.

Muhalefetin kitleyi sokaktan uzak tutması sayesinde çok büyük eylemler de olmuyordu. Dolayısıyla iç dinamikler muhalefet eliyle bastırılmış durumdaydı. Ama muhalif partiler yönetime gelip de kitlelerin talepleri karşılanmazsa, biriken öfke kısa sürede taşacaktı. Kriz koşullarında yönetime kim gelirse gelsin kitlelerin taleplerini karşılama ihtimali yoktu. Bu durumda büyük direnişlerin patlama olasılığı yüksekti.

Emperyalistler ve işbirlikçiler, karlarını korumak ve kitlelerin olası direnişlerini bastırabilmek için, bir kez daha AKP’de karar kıldılar. ABD-AB emperyalistleri, AKP’nin Rusya’ya yanaşmasını dizginlemek, Türkiye’deki yatırımlarını devam ettirebilmek için AKP-MHP yönetiminin devamına razı geldi. Fakat aynı zamanda AKP’ye kendi isteklerini de dayattı.

Bunların başında ekonominin dümenine Mehmet Şimşek’in yeniden oturtulması geliyordu. Erdoğan işbaşında kalabilmek için, ABD’nin isteklerine boyuneğeceğini aylar öncesinden ortaya koymuştu. Şimşek hakkında söylediklerini, faizler konusunda NAS vurgusunu yuttu; Şimşek’i göreve davet etti. Şimşek, ABD’nin bir kayyumu gibi atandı adeta. Şimşek’le birlikte Merkez Bankası dahil ekonomi yönetimi de değişti.

Bu durumu Osmanlı’nın son dönemindeki “Duyun-i Umumiye” yönetimine benzetenler haksız sayılmazlar. AKP’ye güvenmeyen ABD-AB emperyalistleri, ekonomi yönetimine doğrudan el koydular. Şimşek aracılığıyla ilk yaptıkları da faizleri yükseltmek, TL’yi daha da düşürmek oldu. Erdoğan, itiraf niteliğinde “bu durumu kabullendik” dedi.   

Sözde demokrasiyi savunan bu emperyalist güçler, hileli seçimlerle AKP’nin yeniden seçilmesini hiç sorun etmediler; aksine seçimlere katılımın yüksekliğini öne çıkarıp “Türkiye demokrasisini” övdüler, AKP’yi kutladılar. Keza hala sosyalizm maskesini kullanan Çin veya Rus emperyalistleri, AKP gibi gerici-faşist bir partiyi desteklemekte hiçbir beis görmedi. Emperyalistleri ilgilendiren tek şeyin, kendi çıkarları ve tekellerinin karları olduğunu bir kez daha kanıtladılar.

 

Sonuç yerine

Seçimler geride kaldı. Ama halkın yaşamında değişen bir şey yok! Ne kriz bitti, ne de kitlelerdeki öfke dindi. Başta gıda ve kira olmak üzere zamlar devam ediyor. Yakında yeni vergilerin geleceği, varolanların artacağı söyleniyor. “Kemer sıkma” denilerek krizin yükü daha ağırlaşmış şekilde halkın sırtına yıkılacak yine.

Ama işçi ve emekçiler bu durumu sessizce kabullenmeyecek! Kendi deneyimlerinden öğrenerek mücadeleyi büyütecekler. Son seçimler bir kez daha gösterdi ki, tepeden tırnağa örgütlü bir güce karşı örgütlü bir şekilde mücadele edilmezse yenilgi kaçınılmazdır.

Diğer yandan muhalefet partileri seçim sonuçlarını kabullense de kitlelerin önemli bir kesimi, AKP’nin bu seçimi de hileyle aldığını biliyor. Dolayısıyla yönetimin meşruiyeti de sağlanmış değil. Üstelik AKP’nin hileli seçimlerine rağmen toplumun büyük bir kesimi bu yönetime karşı olduğunu ortaya koydu. Bunu “iktidar” da muhalefet de biliyor. O yüzden ne yönetim, ne de muhalefet rahat! Her ikisi de halkın öfkesinden, bu öfkenin sokağa taşmasından korkuyorlar.

Onun için sürekli sandığı gündemde tutuyorlar. Daha şimdiden yerel seçim yaygarasına başladılar bile. Seçimlere 9 ay varken bu yaygara, kitlelerin artan öfkesini yeniden sandığa gömmek içindir. Yenilginin ardından muhalif partilerin kendilerine dönük sözde özeleştirel yaklaşımları kimseyi aldatmasın! Halktan eylemli bir tepki gelmediği sürece, yine bildiklerini okumaya devam edecekler.

Düzen partilerine artık güvenmediğimizi, onlara oy vermeyeceğimizi gösterelim! Kurtuluşun seçimle değil, kendi gücümüzle olacağını bilerek her yerde örgütlenelim! Üretimden gelen gücümüzü ortaya koyalım! Sarı sendikaları, reformist partileri aşarak taleplerimiz uğruna dövüşelim! İşte o zaman gerçek değişim ortaya çıkacak, yaşam ve çalışma koşullarımız düzelecektir! Bunun başka da bir yolu yoktur.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …