12 Eylül darbesi, emperyalizmin, yükselen sınıf mücadelesine bir yanıtıydı. ’78-80 yılları, devrimci dalganın hızlı bir yükseliş gösterdiği yıllardı. 12 Mart darbesiyle gerileyen devrimci hareket, 74’lü yıllarda yeniden doğruluyordu. Gazeteler manşetlerine, faşist generaller demeçlerine, “yurtta anarşi doruk noktasına vardı” diye başlıklar atıyorlardı. Her biri burjuvaziye kök söktüren Tariş, Paktaş, Bossa, Tekel, Coca Cola gibi onlarca fabrika ve işyerinde gerçekleşen politik grev ve direnişlerler, ülkeyi baştan bir başa kasıp kavuruyordu. En ücra yerler dahi, devrimcilerin örgütlendiği birer kaleye dönüşüyordu. Üniversiteler, liseler, devrimci mücadelenin bayrağını coşkuyla dalgalandırıyordu. Devlet, ne sıkıyönetim uygulamalarıyla ne de kukla partileriyle bu fırtınayı durduramıyordu.
12 Eylül askeri faşist darbenin amacı, kabaran devrim dalgayı söndürerek, emekçi halkın karşı koyma gücünü ortadan kaldırmaktı. Çünkü darbe, IMF kararlarının uygulanmasının da garantisiydi. Birçok ülkeye dayatılan “ekonomik istikrar paketleri”den Türkiye’nin payına “24 Ocak Kararları” düşmüştü. IMF’nin istekleri doğrultusunda yaşama geçirilen uygulamalarla, KİT ürünlerine yüzde 300-400’lere varan zamlar yapıldı. KİT’lerin özelleştirilmesi, ücretlerin ve taban fiyatlarının sınırlandırılması gibi bir yığın ekonomik saldırı, birbirini izledi. İşçi ücretleri yarı yarıya düşerken, dış borç ikiye katlandı.
Elbette bütün bunları, komünist ve devrimcileri katletmeden, örgütlerini dağıtmadan, işçi-emekçi direnişlerini bitirmeden yapamazlardı.
Darbenin ilk bildirisi, başta DİSK olmak üzere işçilerin tüm sendika ve derneklerinin kapatılması üzerineydi. Sendika yöneticileri gözaltına alınıyor, sendika mevduatları bloke edilerek tüm şubelerindeki para ve evraklara el konuyordu. Grevler yasaklanıyor, direnişler zorla eziliyordu. Darbenin postalları sermayenin yollarını açarken, işçi sınıfının tüm kazanımlarını ezip geçiyordu. Dönemin TİSK başkanı Halit Narin’in “şimdiye kadar işçiler güldü, bundan sonra gülme sırası bizde” sözü, 12 Eylül’ü anlatan en veciz sözlerden biridir.
12 Eylül, toplumun tüm ilerici kesimleri üzerinde terör estirdi. Düzen partilerinin faaliyetleri feshedilip başkanları korumaya alınırken; aydınlar, ilerici yazar ve sanatçılar gözaltına alınıp tutuklanıyor, filmler, kitaplar yasaklanıyor, gazetelerin yayınları durduruluyordu. Devrimci öğrenciler okullarından atılıyor, devrimci öğretmenler, öğretim üyeleri, görevlerinden alınıyordu.
Tabi ki bu terörün en keskin ucu, toplumun en ilerici kesimini oluşturan devrimci ve komünistlere dönüktü. İşkenceler, yüzlü günlere varan gözaltılar, idamlar bir kıyım makinesi gibi işledi. Devrimci ve komünistler işkencehanelerde ve hapishanelerde sakat bırakıldılar, ideallerini terk etmeye zorlandılar, asıldılar, katledildiler, ‘kaybedildiler’… Uzun hapishane yılları işkence altında geçti. Davutpaşa, Hasdal, Alemdar, Metris, Mamak kışlaları hepsi birer Nazi kampıydı…
Kürt halkı daha özel bir muameleye tabi tutularak sistematik olarak imha edildi. Kürt kimliği ve diline yasak kondu. Mahkemelerde Kürtçe savunma yapmaları yasaklandı. Köyleri yakıldı, yurdunu terk etmeye zorlandı. Ucuz işgücü olarak kullanılmak üzere kentlere sürüldü, büyük çoğunluğu işsizliğe terkedildi. Onbinlerce Kürt, işkenceden geçirildi. İşkence yaparak, boğarak, keserek, kurşuna dizerek katlettiler… Diyarbakır hapishanesinde yapılanlar ise, Nazi kamplarıyla anılacak uygulamalardı.
Kısacası 12 Eylül, yükselen devrim dalgasına karşı bir baskı ve gericilik harekatıydı. Yalnızca ülkemizde değil, devrimci mücadelenin yükseldiği Latin Amerika ülkelerinde, Endonezya’da, Filipinler’de aynı darbe tezgâhlanıyor, Amerikan emperyalizminin planıyla tüm dünya bir kıyım makinesinden geçiriliyordu.
12 Eylül ABD ve işbirlikçilerinin darbesidir
’70’li yılların sonu, hem kitlelerin artan sosyalizm özlemleri ve yükselen mücadelesi, hem de egemenlerin sömürü alanları üzerindeki kontrol noktalarında sarsılan dengeler nedeniyle, bir bütün olarak emperyalizmin dünya halklarına, işçi ve emekçilere saldırı furyasını arttırdığı yıllardı. ‘79 İran Devrimi, ABD’nin bölgedeki en has işbirlikçilerinden Şah Rıza Pehlevi rejimini yıkmış, dengeleri alt-üst etmişti. Sovyetler Birliği’nin(SB’nin) Afganistan işgali de, ABD’nin bölgedeki nüfuzunu sarsmaya başlarken stratejik bir geçiş güzergahını kaybetmesi tehlikesine yol açmıştı. Böyle bir dönemde ABD açısından Türkiye’nin önemi arttı. Türkiye, sadece SB’ye komşu ülke olması yönüyle değil(o yıllarda İncirlik hava üssünden kalkan U-2 casus uçakları, SB hakkında askeri bilgileri topluyordu ) ABD’nin Ortadoğu-Kafkaslar, hatta Asya’nın geneli üzerinde geliştireceği planlar için de önemliydi.
Aslında Türkiye için askeri faşist diktatörlük tezgahlama kararı ve 24 Ocak kararlarını hayata geçirme işi, 1980’nin birkaç yıl öncesinde alınmıştı. Fakat iç dengelerin uygun olmayışı ve sömürünün yoğunlaştırılmasına kitlelerin izin vermeyişi, bu kararı ertelemek zorunda bıraktı. Türk işbirlikçi tekelci burjuvazi, kitle hareketinin yüksekliği nedeniyle dayatılan emperyalist neoliberal politikaları uygulamada zorlanıyordu. Ne sıkıyönetim uygulamalarıyla ne de sürekli değişen hükümet modelleri ve düzen partileriyle, yükselen halk hareketini bastıramıyorlardı. Tam bir yönetememe krizi söz konusuydu.
12 Eylül, hem ABD emperyalizmi hem işbirlikçileri açısından son çareydi. Egemen sınıfların tüm klikleri askeri cuntadan yana değildi, bu konuda aralarında çelişki ve çatlaklar vardı. Kuşkusuz hepsi, halk hareketini bir biçimde bastırmaktan yanaydı, fakat aralarında yöntemsel farklılıklar vardı. Ancak önemli bir kesimi ve asıl olarak da işbirlikçi tekelci burjuvazinin en palazlanmış olanları askeri faşist bir darbeden taraftılar.
12 Eylül, ABD ve işbirlikçilerinin başta yükselen halk hareketini durdurmak, onun öncülerini yok etmek ve egemen sınıflar arasındaki çelişkileri kendi lehlerine çözmek, böylelikle de ABD’li tekellerin azami karını güvenceye almak için tezgahladıkları faşist bir darbedir. Emperyalist burjuvazi 12 Eylül rejimi ile Türkiye’yi liberalleşme politikasının içine çekerek ithal ikameci politikaya son verme operasyonu gerçekleştirmiş oldu. MGK’yı oluşturan 5’li çete, (Genelkurmay başkanı Kenan Evren başta olmak üzere, Kara, Hava, Deniz ve Jandarma Genel Komutanları) 12 Eylül günü yönetime el koyduklarında, ABD’nin “bizim oğlanlar işi başardı” demesi( ABD’nin Milli Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’ye telefondan iletilen haber aynen şöyle: “Paul, your boys have done it” ) cuntanın ABD menşeli oluşunun açık kanıtıdır. Bunlar sonra belgeleriyle ortaya çıkmıştır.
12 Eylül dövüşsüz yenilgidir
Askeri faşist cunta, kolay bir zafer beklemiyordu. Aksine büyük bir direnişle karşılaşacağını düşünüyordu ve hazırlıklarını da ona göre yapmıştı. Sonrasında cunta şefi Evren’in sözleri, bunun kanıtıdır.
Fakat kitlelerin önemli bir çoğunluğu, sendika ve meslek örgütlerinin yönetimleri büyük oranda revizyonist partilerin etkisi altındaydı. Geniş kitle tabanına sahip devrimci örgütlerin ise, cuntanın saldırılarına denk bir hazırlığı yoktu. Aksine ezici bir çoğunluk mücadele kaçkınlığı yaptı. Bazı devrimci örgütlerin samimi çabaları olsa da, ideolojik-örgütsel zayıflıklar nedeniyle çözüm üretecek ve savaşımı süreklileştirecek kapasiteleri yoktu.
12 Eylül darbesi karşısında teslimiyetçiliğin en uç örnekleri TİP, TSİP, TKP gibi revizyonist partiler oldu. Sıkıyönetim komutanlarının ‘teslim ol!’ çağrılarına uyarak, topluca kuyruklar oluşturdular. Sıkıyönetime teslim olmayanlar ise arkasına bakmadan kaçtı ve kendisini yurtdışına attı. Ki bunlar, sadece revizyonist partilerin değil, başta DİSK olmak üzere bir çok sendika ve derneğin başkanı ya da yöneticileriydi. Bu durum, kitlelerin örgütsüz kalmasında büyük bir rol oynadı. Faşist cunta, bunların bir kısmının kaçmasına da göz yumdu. Teslim olanların çoğu ise ya gözaltı ya da o günün koşulları altında kısa denebilecek tutukluk döneminin ardından serbest bırakıldı. Bunun karşılığını da fazlasıyla alacaktı.
Olabilecek en pespaye görüşleri ortaya atmakta birbirleriyle yarıştılar adeta. 12 Eylül öncesi de devrimcilere “terörist” diye saldıran TKP, yurtdışındaki radyo ve yayınlarında cuntaya faşist demiyor, ‘askeri yönetim’, ‘askersel devirge’ olarak niteliyordu. Faşist cunta, “ulusal çıkarları koruyordu” ve “emperyalizmin en saldırgan kesimleri ile çelişiyordu”. Hatta “sosyalist dünyanın gücünden etkileneniyor” ve “ülkede işçi sınıfı ve ilerici güçlerin savaşımı için daha elverişli koşullar yaratıyor”, “faşist hareketi temsil eden MHP’ye vuruyor”du … O halde, “cuntayı destekleyen antifaşist güçlerle ittifak kurulmalı”ydı. Dahası “en gerici emperyalist çevreler” ve “terörist sol gruplar”la savaşılmalıydı.
Aydınlık da benzer durumdaydı. Onlar zaten sıkıyönetimi destekledikleri için “yurtsever generaller”in dizlerine kapaklandılar. Devrimcilere “terörist” demekle kalmamış onları ihbar edip öldürmüşlerdi. Faşist cunta “Bonapartizm”, cunta şefi Kenan Evren de “Mustafa Kenan Bonapart” olmuştu. Doğu Perinçek 12 Eylül mahkemelerinde şunları söyleyecekti: ”Rapor ve ihbarlarımızla iddianame hazırlayan savcılara yardımcı olduk”, “sıkıyönetimi, terör odaklarına karşı destekledik”… (Kaynak: Tasfiyeciliğin son 10 yılı- B. Baran, DP Yayınları)
Ne yazık ki, 12 Eylül gelir gelmez teslim bayrağını çeken bu hainleri “solcu” zanneden yığınlarca insan vardı ve bunlar tamamen örgütsüz kalmışlardı. Buna rağmen o günlerde grevde olan bazı fabrikalarda işçiler, işbaşı yapmayı reddettiler. Ama işçi sınıfı davasından çoktan kopmuş bürokrat sendikacılar, işçileri işbaşı yapmaya ikna ederek grev kırıcılığı da yaptı. Böylece, 12 Eylül’den önce sendika ve diğer kitle örgütlerine üye yüz binlerce işçi-emekçi, bir anda elleri kolları bağlı kaldı.
Diğer yandan devrimci örgütler de sınıfına yaraşır bir ciddiyet ve sorumluluktan uzak davrandı. Faşist karşıdevrimci saldırıyı tüm güçleriyle göğüsleyip, eldeki mevzileri canla başla korumaya çalışmadılar. Çünkü sıkıyönetimden gereken ders ve sonuçlar çıkarılmamış hemen hepsi dergi-dernek tarzı legalist örgütlenmelerini aynen muhafaza etmişler ve aynı tarzda çalışmayı sürdürmüşlerdi. 12 Eylül rejimi gelir gelmez, dernekler ve dergiler kapanınca, kitlelere ulaşacak araçlardan yoksun kaldılar. Yığınlarca kadro ve sempatizan, ne yapacağını bilemez halde hareketsiz kalmıştı hatta. Yeraltı yayını ve örgütünden yoksunluğun doğal sonuçlarıydı yaşanan.
Fakat daha vahimi; dönemin en kitlesel örgütleri başta gelmek üzere pek çok devrimci örgüt, “bu koşullarda yapılacak bir şey yok, kadroları korumak lazım” diyerek, “geri çekilme” kararı almalarıydı. 12 Eylül’den hemen önce, devrimin elinin kulağında olduğu hayaliyle ‘iç savaş’ tahlili yapan, ‘silahlı propaganda’ ile onu hızlandıracağını söyleyen başta DY olmak üzere küçük-burjuva maceracı akımlar, zoru görünce hızla umutsuzluğa kapıldılar ve kısa sürede dağıldılar… Yıllarca faşizmi MHP’den ibaret gören ve yasal dernekler dışında örgütlenme alanı yaratmayan DY açıktan “örgütsel ilişkileri iki seneliğine donduruyoruz” dedi. DY ile birlikte en kitlesel örgüt olarak bilinen TDKP ve Kurtuluş da aynı akıbeti yaşadı.
Kurtuluş, “yapılacak bir şey yok, cunta kendi kendini teşhir edecek, diyecek ve günün görevinin “kadroları korumak” olduğunu söyleyecekti. Kurtuluş, daha sonra bu tavrını ‘düzeltme'(!) ihtiyacı duydu ve ‘geri çekilmeyi’ aslında 1979 yılında başlatmaları gerektiğini söyledu. Ve yıllarca cuntayı faşist olarak değil ‘Bonapartist diktatörlük’ olarak tanımladı. Aydınlık ile aynı zemine düşme pahasına… Bugünkü MLKP’nin öncüllerinden TKP/ML Hareketi de “bu koşullarda iktisadi grevler bile yapılamaz” diyordu. (agb)
Özcesi,devrimciler arasında en önemli sorun -elbette bu ideolojik-siyasi çizgiden bağımsız değildi- cuntaya karşı alınacak tavırda ortaya çıktı. ‘Geri çekilme’ adı altında hiçbir şey yapmamayı savundular. Bazıları ise, Eylül öncesinde olduğu gibi yapılacak çağrılarla kitlenin otomatikman harekete geçeceğini sanıp kendiliğindenciliğe bıraktı.
Hiçbir şey olmamış gibi eski tarzda çalışmayı sürdürenler de, bekleyip seyretmekle yetinenler de, en fazla bir yıl içinde aldıkları ağır darbelerle dağıldılar. Şaşkınlık, dağınıklık, panik hali, yenilgiyi hızlandıran en önemli nedendi. Bunu hiçbir eksik ve zaaf ile gerekçelendirmemek gerekir. Köklü bir özeleştiri yapmak yerine bu tür gerekçelendirmeler, Türkiye Devrimci Hareketi’nin 12 Eylül’den bu yana kendini toparlayamayışının ve tasfiyeciliğin her yenilgi döneminde nüksetmesinin en önemli nedenidir.
Son sözü direnenler söyler
12 Eylül karşısındaki tutum, iki ayrı cepheyi yaratmıştı: Birincisi, komünistlerin başını çektiği ve çeşitli örgütlerden mücadele azmini taşıyan devrimcilerin bulunduğu direniş cephesi. İkincisi, daha 12 Eylül gelir gelmez, ‘geri çekilmeyi’ savunan, mültecileşen kaçkınların teslimiyet cephesi.
İhtilalci Komünistler, savaşmayı seçti ve direnme kararı alırken, ML usta ve önderlerin böyle dönemlerde ne yaptığına, nasıl sonuçlar çıkardığına bakmışlardı. Engels’in 1848 devrimlerinin bir halkası olan Prusya Devrimi’ni anlatırken söyledikleri ders niteliğindeydi. Engels, karşı-devrimci Wrangel kuvvetlerinin Berlin’e girdiklerinde, “o ilerlediği ölçüde geri çekilen” bir meclis ve kent bulduklarını söylüyor ve “bu kabul edilemez” diyordu. Ve ekliyordu:“Gerçi meclis ve halk eğer direnselerdi, yenilebilirlerdi; Berlin bombalanabilir ve yüzlerce insan, kralcı partinin son zaferini engellemeksizin ölebilirlerdi. Gene de silahlarını hemen teslim etmeleri için bu bir neden değildi. Sert bir çarpışmadan sonraki bir yenilgi, devrimci önemi kolayca kazanılan bir zafere eşit bir olaydır.”
Marks da “savaşmadan yenik düşme” durumunda “işçi sınıfının moral bozukluğunun, belli bir sayıdaki ‘önder’lerin yitiminden çok daha büyük bir mutsuzluk olduğu”na dikkat çekmişti
Bu nedenle, 12 Eylül’den üç gün sonra 15 Eylül 1980’de yayınladıkları bildiriyle, cuntaya karşı tavırlarını ortaya koydular. Kazanılan hiçbir mevzi dövüşsüz terk edilmeyecek, 11 Eylül’de süren hiçbir grev ve direniş bitirilmeyecekti. Kimse yurtdışına kaçmayacak, faaliyetleri kesintisiz sürecek, faşist cuntaya karşı eylemleri daha da büyüyecekti. Mülteciliğe asla bulaşmayacaklardı. Taktikleri “saldırı” olacaktı. Yoldaşcan’ın deyimiyle ‘hücum’du!
Bildiriler kısa sürede kitlelerle buluştu. Çünkü yeraltı matbaası 12 Eylül’den çok önce kurulmuştu. Dağıtım komiteleri oluşmuş, kadrolar yeraltı kurallarıyla çalışmasını öğrenmişti. İllegal kitle yayın organları Orak-Çekiç, ’79 Nisan’ından itibaren kesintisiz çıkmış, kitlelere ulaştırılmıştı. Dolayısıyla İhtilalci Komünistler, 12 Eylül’e örgütsel ve kadrosal biçimlenişiyle hazırlıklıydı. O yüzden kadro ve sempatizanlarıyla, kitlelerle bağlarında bir kopukluk yaşanmadı, aksine 12 Eylül sonrası daha geniş kitleye açılıp, yeni kadrolar kazandılar. Örgütlerin dağılmasıyla ortada kalan ve mücadele etmek isteyen birçok devrimci, onlara destek verdi, bir kısmı saflarına katıldı.
Bir bütün olarak devrimci örgütler, direniş kararı alıp, kitleleri bu yönde seferber etseydi, 12 Eylül böyle yaşanmaz, cunta şeflerine –onları bile şaşırtan- “kolay bir zafer” kazandırmazdı. Anti faşist eylem birlikleri ve örgütlülükleri yaratılabilinir, devrimci hareketin zaafları da bu mücadele içerisinde giderilir, daha kısa sürede gelişip güçlenme zemini bulabilirdi. Devrimin kazanması zayıf bir ihtimal de olsa, savaşılarak alınan yenilgi olurdu ki, bugünkü tahribatları yaratmazdı. Marks’ın dediği gibi, “tarih yazmak son derece elverişli koşullarda olsaydı, kimse tarih yazamazdı.”
12 Eylül’ün vahşeti, ihtilalci komünistler için işkencede ‘adressiz sorgular’ geleneği ile faşist mahkemelerde ‘yargılayan savunma’ tavrı ile hücrelerde ölüm oruçları ile yanıtlanmıştır. 12 Eylül’e sıkılan “ilk kurşun” Osman Yaşar Yoldaşcan başta olmak üzere, 12 Eylül döneminde şehit düşen ihtilalci komünistleri -Mehmet Fatih Öktülmüş, İsmail Cüneyt, Ataman İnce, Metin Aydın, Selma Aybal, Mehmet Ali Doğan, Aslan Tel- saygıyla, özlemle, gururla anıyoruz. Aynı duygularla 12 Eylül’de darağaçlarında, çatışmalarda, işkencelerde katledilen tüm devrimcileri, yurtseverleri, demokratları bir kez daha anıyor ve hepsinin anısı önünde saygıyla eğiliyoruz.
Onlar, ’71 devrimcilerini ardından bu topraklara direnişin tohumunu ektiler. Gezi’de yaşandığı gibi her kesitte o tohumlar boy vermeye devam edecek…