1980 yılının 29 Eylül günüydü.
O gün İstanbul’da gökyüzü koyu gri bulutlarla kaplanmıştı. Kesik kesik yağmur, su damlacıkları duman tabakasıyla örtülü gibi görünen deniz üstündeki sislerin içinde gömülüp gömülüp kayboluyorlardı. Hava soğuk, sokaklar önceki günlere göre daha tenhaydı.
Osman o sabah da şafakla birlikte yeniden doğmuş gibiydi, hava aydınlanırken evden çıktı. Pırıltılı gözleri gülümsercesine sokakları tarıyor, her zamanki gibi bir bir yapacağı işleri geçiriyor aklından. Yüreği kıpır kıpır, o günkü eylemin heyecanı ve sevinciyle çarpmakta. Korkusuz, soğukkanlı doğasının çelik küresi içinde tatlı bir sıcaklık yayılıyor.
12 Eylül faşist askeri darbesi, nicelerinde kesin yenilgi zannıyla karamsarlık, geri çekilme eğilimi doğurmuştu. Sağ oportünistler yedi kat yerin dibine gömülmüştü sanki, sesleri solukları kesilmişti. Birkaç silahlı eyleme girince mangalda kül bırakmayan maceracılara takıldı kafası. Nasıl da yelkenleri indirmişlerdi. Kavga kızıştıkça coşan sert ve çetin karakterine ters düşüyordu bunlar. 12 Eylül darbesini ‘geleceğiniz varsa göreceğiniz de var’ sözcükleriyle yargılayan Osman’ın çehresi, faşist cuntaya hazırladığı partizan eylemlerini aklına getirince elektriklenir gibi oldu, heyecanlı bir coşku dalgası kapladı, içini sıcak sıcak…
Caddelerden, sokak içlerinden, apartman aralarından geçtiler. Sokak aralarından gitmeyi tercih ediyordu. Köşeyi dönüp bir sokağa girdi, sonra bir başkasına. Daha birkaç metre yol almıştı ki, birden daracık sokağın ucunda yolu kapatacak tarzda içi jandarma dolu bir askeri minibüsün yavaş yavaş geldiğini gördüler. Yol kesilmişti, minibüsün içindeki askerler “dur” işareti veriyorlardı. Osman arabayı yavaşlatırken, yoldaşı zaten hazır bekleyen otomatiği atışa hazır hale getirdi. Fark ettirmeden ve telaşsızca. Araba askerlerin hizasına geldiğinde duracak kadar yavaşlamıştı. Askerler arama yapmaya hazırlanıyorlardı. Fakat tam o sırada otomobil gürültüyle bir ok gibi yerinden fırladı. Otomobilin ardından baka kaldı askerler…
Bir araba homurtusu duyuldu uzaktan. Başlarını çevirip sesin geldiği yöne baktılar. Daha önce yolarını kesen askeri minibüsü gördüler. Belli ki askerler onları arıyorlardı. Askeri minibüsü görünce, iki yoldaş kaçıyor görünümü vermeden yürümeye başladılar. Belki askerler onlar olduğunu fark edemeye bilirlerdi. Fakat her şeyden önce sipersiz arsadan uzaklaşmaya, en yakın yerdeki sipere ulaşmaya bakıyorlardı…
Jandarmalar aradıklarını bulmuşçasına arabadan inmeye başlamışlardı. İner inmez ateş vaziyeti alıp silahlarını ateşlediler. Osman ve yoldaş bir yandan zaten hazır tuttukları silahlarıyla karşılık verirken, öte yandan birkaç adım ötedeki siper olarak kullanabilecekleri evlerin aralarına doğru koşuyorlardı. Ev köşelerine siperlenir siperlenmez jandarmalara veryansın ettiler kurşunu. Amansız bir çatışma başlamıştı… Jandarmalar hem silah, hem de sayı üstünlüğüne sahiptiler, zaman onların lehine işliyordu. Fakat düzensiz ve ürkektiler. Gitgide ateşi sıklaştırdılar, önce birkaçı daha sonra hepsi takibe koyuldular. ..
Osman’ın yoldaşı ne olduğunu anlayamadığı bir darbeyle sarsıldı. Otomatiği elinden fırlayarak sokağa düştü. Yere düşen silahını aldı. Silah kullanacak durumda değildi, gözleri Osman’ı aradı bulamadı. Caddede karşılayan jandarma devriyesiyle girilen çatışma sırasında aralarındaki irtibat kopmuştu. Git gide fenalaşıyordu… Osman caddenin karşı tarafında ev aralarından devriyelerin üstüne doğru gitmişti. O da yoldaşını bulamıyordu. Jandarmalar çoğalmıştı, artık bunlarla hesaplaşmalıydı. İnşaatı siper edindi, bir yandan silahına mermi dolduruyor, bir yandan da soluklanıyordu. Son kaleydi burası, iyi savunmalıydı. En uygun yere siperlendi. Yüreğinde korkudan eser yok, tek düşüncesi kalesini faşist cellatlara karşı bir direniş anıtı haline getirmekti…
Faşist caniler it sürüsü gibi çoklar. Korkaklıktan gelen bir temkinlilikle hareket ediyorlar. En son projektörlerle aydınlatıldı “kale”.
Karanlıklar ortasında parıl parıl parlayan inşaat, Bağcılar’da ihtişamlı bir kaleyi andırıyor. Kalede tek başına hem partizan, hem komutan Osman Yaşar Yoldaşcan. Yüreği tetiğinde çarpıyor. Bir tarafta iki tabancası ve bir bombasıyla Osman, tek kişilik halk ordusu. Karşı tarafta tankıyla tüfeğiyle, polisiyle askeriyle it sürüsü gibi faşist cellatlar ordusu. Tam bir savaş düzeni. Düşman yine de korkulu ve tedirgin.
Megafondan kurt ulumasını andıran bir ses yükseldi: “Etrafın sarıldı, kurtuluşun yok!” Kısa bir sessizlikten sonra bunu daha yüksek bir tonla söylenen “teslim ol” çağrısı izledi… Tek bir kurşun sesi geceyi yırttı, boğum boğum göğe yükseldi. Yerden göğe doğru çakan bir şimşek gibiydi. Ardından, bir yıldırım gibi gürleyen Osman’ın sesi yankılandı: “İHTİLALCİ KOMÜNİSTLER TESLİM OLMAZ!”…
Bir bomba patladı, faşist baş komiserin yanı başında, bir parlaklıktan kızıl kıvılcımlar sıçradı etrafa ve bir el de silah sesi duyuldu. Faşist baş komiser yıldırımla çarpılmışa döndü, önce havada kıvrandı, sonra yere düştü… Göz açıp kapayıncaya kadar sürdü bunlar. Osman’ın ağzından yine sloganlar yükseldi, elinde yine silahı vardı. Vücudu dimdik gerildi ve mermer heykel yere düştü. Elinde silahıyla, ebedi bir uykuya dalar gibi ölüme vardı.
Birkaç kez taradılar boydan boya korkularını yenmek için. Yiğit bir yürek durdu. Bir proletarya kahramanı böyle öldü…
Yediveren yayınlarından çıkan “İlk Kurşun” kitabından alınmıştır. “Osman’ın yoldaşı” olarak geçen Mehmet Fatih Öktülmüş’tür.
Gelenek Tohumu
Sokaklar kanarken içten içe kimsesiz
Kentler ağlarken
ve ihanet tortularıyla kirlenirken deniz
yürüyordu soluğu rüzgar bir adam
her adımı bir geleceği kucaklar gibi
sonsuz ışıklar taşıyordu ufuklardan
yağmurda toprak kokusuydu bakışları
yüreğinde kanatlanmış bir heyecan
yükseliyordu sevginin gökyüzüne
inancı çiçekleyen eylem doruklarından…
Bu sessizliğe bir çığlık gerek diyordu
Korkunun yüreğine korkular salacak bir çığlık
Bir geleneği tohum tohum ekip toprağa
Enginleri baştan sona saracak bir çığlık…
Pürköpük coşkulu bir nehirle birlikte
Haykırdı soluğunu rüzgar edip yürüyen
İşte gün-işte güneş-işte biz
Karşımızda sonsuzluğu mavileyen deniz
Sonsuzluğa varmayan yaşamı neyleriz
Biz ki konuşan dil
Açılan gül ve yaratan elleriz
Yağmur altında çöl kuraklığıysa yaşanan
Bütün çölleri yüreğimizle selleriz…
Bitmiyordu pusular gitmiyordu duman
Ey Bağcılar yokuşu-Bağcılar yokuşu
Ölümsüzleşen bir ölümün tanık yokuşu
Yoksa eğer bu yürüyüşün geri dönüşü
Her çukurun bir siperdir artık senin
Her penceren bir tanıktır yarınlara
Varsın bayrak olup çekilsin yüreğim
Her inşaatın bir kaledir artık senin
Durdu kuytuda soluğu rüzgar olan
Sessiz bir gürültüyle seslendi dostuna
Yüklen bu bahçeyi geniş omuzlarına
Bu yükü mutlaka güneşe taşıman gerek…
Bir tek kaya doruklaşmıştı o gün
Al bir mendil sancaklaşmıştı o gün
Elinde yüreği silah bir adam
Halk burcunda bayraklaşmıştı o gün…
Adnan Yücel