Anayasayı ve AYM’yi değil, haklarımızı savunalım!

Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay hakkında “hak ihlali” kararı alarak tahliyesinin önünü açması, yargıda yeni bir tartışmayı başlattı. AYM kararını yok sayan Yargıtay 3. Dairesi, bir de kendisini “en üst yargı makamı” ilan ederek, AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulundu. Üstüne Erdoğan, zaten uygulamadığı “kuvvetler ayrılığı” ilkesini tamamen çöpe atarak, kendisini “hakem” ilan edince, işler daha da karıştı. “Adalet” ve “hukuk” kavramlarının Türkiye’de ne kadar çürüdüğü, ne kadar yozlaştığı bir kez daha tüm çarpıcılığıyla gözler önüne serildi.

 

Klikler arası çatışma mı?

Yargıtay’ın açıklamalarının ardından, AKP içinden ve MHP’den farklı sesler çıkmaya başlayınca, AYM-Yargıtay üzerinden bir klik çatışması yaşandığı yönünde yorumlar yapıldı. Keza Erdoğan’ın zaten Anayasa’yı değiştirmek istediği, bu nedenle baştan planlı olarak bu süreci yaşattığı iddia edildi.

AKP içinde ve AKP-MHP arasında klik çatışmalarının sonuçlarını son dönemde daha açıktan ve doğrudan görmeye başladık. İçişleri Bakanı Yerlikaya’nın peşpeşe düzenlediği uyuşturucu ve çete operasyonları, Soylu sonrası “temizlik ve tasfiye” sürecinin göstergelerinden biriydi ve MHP-AKP çelişkilerini derinleştiriyordu. Yanısıra Erdoğan’ın Anayasa’yı sürekli gündeme taşıdığı, değiştirmek için bahaneler aradığı da biliniyor. Bu yanıyla, yapılan yorumlar temelsiz değil. Ancak Can Atalay kararı üzerinden yaşanan süreç farklı bir yol izledi.

En başta AYM, Can Atalay ile ilgili “hak ihlali” kararını, “demokrat” ve “yasalara saygılı” olduğu için değil, girdiği çıkmazda başka çaresi kalmadığı için almak zorunda kaldı. Aynı AYM’nin “Dezenformasyon Yasası”, OHAL KHK’larının iptal edilmemesi örnekleri başta olmak üzere, çok önemli hak gasplarına imza attığını, AKP’nin talimatları doğrultusunda kararlar aldığını gördük, yaşadık. AYM üyelerinin tamamının Erdoğan tarafından özel olarak seçilip atandığını da biliyoruz. Can Atalay konusunu adeta bir ateşten gömlek gibi üzerinden atmaya çalıştığını, bu konuda bir karar almamak için, sürekli toplantı ertelediğini de gördük. (AYM, epeyce bir gecikmeden sonra Can Atalay dosyasını 5 Ekim’de görüştü ve hiç gerek olmadığı halde Genel Kurul’a sevketti; 12 Ekim’de Genel Kurul toplantısında “bir üye dosyaya yeterince hazırlanamadığı için”, kararı “ileri bir tarihe” erteledi; 25 Ekim’de ise, artık kaçabileceği bir yer ve bulabileceği bir gerekçe kalmadığı için, “hak ihlali” kararı vermek zorunda kaldı.)

Yasalara göre Can Atalay’ın hapiste kalması için bir sebep yoktu; daha milletvekili seçildiği gün, başka hiçbir işleme gerek kalmadan tahliye edilmeliydi zaten. (Aslında tutuklanması yanlıştı.) Bugüne kadar “Anayasa’ya aykırı” denilen pek çok konuda, bu “aykırı” adım atılmış; ama bir karşılığı olmamıştı. Erdoğan’ın üniversite diploması olmadan cumhurbaşkanı seçilmesi, son seçimlerde 3. kez aday olması, Cumhurbaşkanı olmasına rağmen parti genel başkanlığının sürmesi; 2017 referandumunda “mühürsüz zarflar”ın geçerli kabul edilmesi vb. vb… Bunlar gibi sayısız örnek verebiliriz; CHP’nin önce “Anayasa’ya aykırı” diye açıklama yaptığı, sonrasında hiçbir şey olmamış gibi yola devam ettiği pek çok örnek…

Can Atalay’ın hapiste kalması da benzer durumlardan birisi olabilir, “Anayasa’ya aykırı” olmasına rağmen hapiste kalmaya devam edebilirdi. Ancak burada AYM’yi zorlayan bir kitle baskısı ortaya çıktı. AYM bu kitle baskısını görmezden gelemedi ve uzun bir debelenmeden sonra “hak ihlali” kararını vermek zorunda kaldı.

Ama hemen devletin ve Erdoğan’ın “Gezi Korkusu” girdi devreye. AYM’ye ve tüm topluma, Can Atalay’ın hapiste kalması, Gezi Ayaklanması’nın bedelini ödemeye devam etmesi gerektiği hatırlatıldı. Gezi Ayaklanması, Türkiye tarihin en güçlü, en kitlesel, halk hareketiydi. Kitlelerin yıkıcı gücü harekete geçtiğinde, coşkun bir sel olup aktığında neler olabileceğini, hem devlet, hem hükümet, hem de kitleler görmüştü. İkinci bir Gezi Ayaklanması, sadece AKP’nin değil tüm burjuva partilerin, egemen sınıfların en büyük korkusuydu. Bu nedenle Can Atalay’ın hapiste kalması için her türden ihlalinin önü açıldı. AYM’den beklenen de, AKP politikalarıyla uyumlu şekilde karar vermesiydi.

Ancak hesaba katılması gereken başka unsurlar da vardı. En başta, deprem sonrası Hatay halkının AKP’ye öfkesi çok büyüktü. Keza ağır ekonomik kriz nedeniyle işçi ve emekçilerdeki patlama dinamikleri giderek yükseliyordu. Güçlü bir kampanya yürütülmemesine rağmen, TİP’in zaman zaman yaptığı eylemler ve farklı kesimlerin Can Atalay kararını protesto eden açıklamaları, cürmünden büyük etki yaratıyordu. Bütün bunların baskısıyla, Erdoğan’a bağlılığı ile bilinen AYM üyeleri, “hak ihlali” kararını almak zorunda kaldılar.

Yaşanan bir klik çatışmasının ötesinde, toplumsal muhalefetin gücüydü. Klik çatışmasını tetikleyen, bu güç oldu. MHP ve bazı AKP’liler karara büyük tepki gösterdiler. Yargıtay 3. Dairesi “AYM üyeleri hakkında suç duyurusu” yapacak kadar ileri gitti. Erdoğan açıkça taraf olduğu bu konuda kendini “hakem”liğe terfi ettirdi. Ve bütün bu tartışmaların içinde, Anayasa değişikliği için uygun bir zemin oluşturmaya çalıştılar.

Bu kargaşa içinde, CHP’nin “değişimciler”inin CHP’de bir değişiklik yaratmadığı da ortaya çıktı. Genel Başkan seçilir seçilmez, önüne bir bomba gibi düşen bu olay karşısında Özgür Özel “bu bir darbe girişimidir” dedi; sonra “darbeyi püskürtmek” için harekete geçenlerin “arkasında” olacağını ekledi. Ve “mecliste nöbet” gibi göstermelik bir eylem kararı açıklayarak, rutin yerel seçim çalışmalarını başlattı.

 

AYM’yi değil,

haklarımızı savunalım!

“Proleter devrim ve dönek Kautsky” adlı kitabında Lenin, “saf demokrasi” olmadığını, “burjuvazi için demokrasi”nin “proletarya için diktatörlük” anlamına geldiğini uzun uzadıya anlatmıştır.

Tıpkı “saf demokrasi” olmadığı gibi “saf hukuk” da yoktur. Burjuva hukuk sistemi, burjuvazinin çıkarlarını korumak için üretilmiş kararlar bütünüdür. Ancak tarih boyunca süren sınıf mücadeleleriyle bu hukuk sistemi içinde de, işçi ve emekçilerin faydalanabileceği bazı maddeler olabilmiştir. Buna karşın burjuva hukuk sistemi içinde her dönem adam kayırmacılık, rüşvet gibi, sömürücü sistemin özüne uygun olaylar yaşanır.

Ancak bugün geldiğimiz durum, bunun çok ötesine geçen bir çürüme, yozlaşma ve çığırından çıkma halidir. Son on yılda atanan hakim ve savcıların tamamına yakını liyakatsiz ve yandaş hakim-savcılardır. Bu hakimler, hukuk-içtihat-yargılama bilmeyen, avukatların talepleri karşısında “bunu nasıl yapacağım” diye soran, “3 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası veriyorum” diyen hakimlerdir.

Bugün artık en basit bir trafik kazasında ya da bireysel anlaşmazlıkta bile, rüşvet yedirmeyen taraf mahkemede haksız çıkmaya mahkumdur. Doğrudan AKP’li, MHP’li bazı isimler, mahkemelerde “iş takipçisi” olarak çalışmakta, onlarla görüşüp “payını” vermeden, hiçbir mahkeme kazanılmamaktadır.

Eğer AKP’li bir ismin taraf olduğu bir duruşma sözkonusuysa, kaybetmek kaçınılmazdır. Rabia Naz’ın katilinin AKP’li Nurettin Canikli’ye yakın biri olduğu herkes tarafından bilinir, ceza almaması için her şey yapılır. Pınar Gültekin’i, Gülistan Doku’yu, genel olarak kadınları katleden erkeklerin arkasında, ya MHP’li ya da AKP’li bir isim vardır. Kırmızı bültenle aranan çete lideri, Türkiye’den rahatlıkla dolaşabilmektedir. Kaymakamlar, belediye başkanları, devletin resmi “gri pasaport”uyla doğrudan insan kaçakçılığı yaparlar. Türkiye, dünyada uyuşturucu trafiğinin merkezi haline gelmiştir; uyuşturucu tacirleri pervasızca ortalıkta gezinir. İçişleri Bakanı Soylu’nun uyuşturucu kaçakçıları, mafya liderleri, tacizci patronlarla, makamında çekilmiş fotoğrafları ortalığı doldurur. Hapishanelerde tutsaklar, mahkeme tarafından verilmiş cezaları bittikten sonra bile tahliye edilmezler, keyfi gerekçelerle aylar, yıllar boyu hapis yatmaya devam ederler. Yeni infaz yasasıyla katiller birkaç ay yatıp tahliye olurken; gazeteciler, salt yazdıkları yazılardan dolayı yıllarca hapis yatarlar. Çocuk tecavüzleri örtbas edilir, açığa çıkanlar birkaç ay hapisten sonra tahliye edilir. Zorbalık, gaddarlık, taciz, hayatın her alanında yağmur gibi üzerimize yağar…

Örnekler sayısız ve her yerde karşımıza çıkıyor… AKP’nin yapmak istediği, burjuva hukukun bile tamamen rafa kaldırıldığı, “orman kanunu”nun hüküm sürdüğü, gücü yetenin-parası olanın toplumun üzerine çöktüğü, yoksulların hayatta kalma savaşı verdiği ve bunun için de güçlüye biat etmeye zorlandığı bir toplumsal sistemi yerleştirdiler. Çünkü ancak böyle bir toplum düzeninde biat kültürü yaygınlaşır, sınıf mücadelesi geriler, kitleleri sömürmek ve yönetmek kolaylaşır.

Yıllar içinde inşa etmeye çalıştıkları bu sömürü düzeni, AYM’nin Can Atalay kararı üzerinden bir kere daha görüldü. Ve böylesine hukuksuz, zorba bir düzene karşı mızmız muhalefet ile bir yere varılamayacağı da…

Can Atalay’ın ısrarla tahliye edilmemesi, Türkiye’de Gezi Ayaklanması ile doruk noktasına varan kitle hareketine, devrimci-demokrat muhalefete bir meydan okumadır.

Yapılması gereken ise, gerici-baskıcı-faşist anayasayı ve bugüne dek birçok hak gaspını onaylayan AYM’yi savunmak değil, hak ve özgürlükler mücadelesini yükseltmektir.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …