Klik çatışmalarında öne çıkan bir kavram: HUKUK

Son dönemde en sık kullanılan kavramlarından biri “hukuk”tur. “Hak, hukuk, adalet” en çok atılan sloganlardan olmuştur.

Burjuva klikler arasında sertleşen mücadele, çoğu kez “hukuk” üzerinden yürütülüyor… “Hukuka saygı”, “hukukun üstünlüğü”, “hukuk devleti” vb. üzerine bolca konuşuluyor. Bir “hukuk” sahtekarlığıdır gidiyor. Gerçekte ise, burjuva hukukun en temel kuralları dahi ayaklar altına alınıyor. Kendi kurallarını bile rahatlıkla çiğniyorlar.

Elbette en büyük hukuksuzluk, yine işçi ve emekçilere, ezilen halklara karşı yapılıyor. İşçi-emekçi direnişlerinde, en azgın devlet terörü uygulanıyor; iş cinayetleri, son yılların en üst düzeyine ulaşıyor, siyasi cinayetler, katliamlar, “zamanaşımı”na uğratılarak katiller aklanıyor vb… Bunlara çeşitli düzenlemelerle yapılan hak gasplarını, yoğun sömürü ve soygunu eklemek gerekir.

* * *

Hukuk, ‘hak’ın çoğulu olarak kullanılan, Arapça bir deyim. Toplumsal koşulların ürünü olan geleneklere dayalı ilişkileri anlatmak için kullanılıyor. “Analık hukuku”nda olduğu gibi. Ya da resmi mekanizmaların dayatmadığı belirli kişisel ilişkileri anlatmaya yarıyor. “Benim onunla hukukum var” sözünde olduğu gibi.

Fakat hukuk esas olarak, sözcüğün gerçek anlamının dışında kullanılıyor. Yaygın kullanımıyla hukuk, insanların davranışlarını düzenlemek için, devletin koyduğu kurallar toplamı, yasalar bütünü demek.

Buradan da anlaşılacağı üzere hukuk, yaptırım gücünü devlet gibi özel bir araçtan alan ve sınıflı toplumlara özgü bir üst yapı kurumu. Lenin, Devlet ve İhtilal adlı eserinde; “…koyduğu kurallara uymaya zorlamaya yetenekli bir aygıt olmaksızın hukuk hiçbir şey değildir” diyor.

Diğer yandan hukuk, mutlak ve değişmez bir şey de değil. İnsanlığın bugüne dek yaşadığı toplumları incelediğimizde, bu gerçeği çok net biçimde görebiliriz. Örneğin ilkel komünal toplumda, hukuk yoktur; insanlar arasındaki toplumsal ilişkileri düzenleyen “kurallar” vardır. Fakat bu “kurallar” yaptırım gücünü komünal üretim zemini üzerinde ortaya çıkmış geleneklerden almaktadır.

Komünal toplumun yerini ilk özel mülkiyet toplumu aldığı zaman, (köleci toplum) hukukun zemini de doğmuş oldu. Köleci üretim biçimi, köleci devletin yaptırım gücü ile, tüm topluma dayatılan kendi düzenleyici kurallarını üretmeye başladı. Bunlar öz itibarıyla, köleci egemenliği ve özel mülkiyeti koruyucu egemenlik aracı olan devleti yetkinleştirici ve giderek hayatın tüm alanlarını düzenleyen kurallardı.

Köleci aşamada, özel mülkiyetçiliğin en ileri düzeye ulaştığı Roma İmparatorluğu’nda hukuk da en ileri biçimine ulaştı. Bu, hukukun rolünü büyük ölçüde dine yükleyen feodal aşamadan da ileri bir düzeydi. “Roma hukuku, salt özel mülkiyetin egemen olduğu bir toplumdaki yaşama koşulları ve çatışmaların öylesine klasik hukusal dışavurumudur ki, daha sonraki tüm yasamalar, ona hiçbir özsel iyileşme getirememişlerdir.” (Engels, Anti-Dühring)

Özel mülkiyetçiliğin köleci, feodal, kapitalist özel mülkiyet şeklindeki evrimini, hukuk da bir üstyapı kurumu olarak, köleci, feodal ve burjuva hukuk şeklinde takip etti. Özel mülkiyetçiliğin en arı, en modern aşamasına ulaştığı kapitalist toplumda, hukuk da öz olarak Roma Hukuku’na dayanmakla birlikte, en modern biçimine, burjuva hukuka ulaştı.

Hukukun doğuşundan itibaren egemenler, ona “karşı çıkılmazlık” gücü vermeye, toplumdan soyutlayıp yabancılaştırarak tanrısallık katmaya çalışmıştılar. Gerçi burjuva toplum, onun tanrısal olmadığını teslim etti, fakat “eşitlik”, “özgürlük”, “demokrasi”, “insan hakları” gibi tamamen insancıl kavramlarla ona başka tür bir tanrısallık gücü vermeye çalıştı. Soyut bir kavram olarak hukuku meşrulaştırdı. Sanki sınıflarüstü ve ebedi bir ilke imiş gibi “hukukun üstünlüğü” safsatasını yaygınlaştırdı.

* * *

Sosyalizm ve sınıfsız komünist toplum, elbette kuralsız, anarşik bir toplum olmayacaktır. Ancak ekonomik ve siyasi egemenliği elinde bulunduran küçük bir sömürücü azınlık tarafından, tüm topluma dayatılan burjuva hukuktan tamamen farklı olacaktır.  Onun kuralları, aralarındaki her türlü eşitsizlik ve sömürünün ortadan kalktığı eşit ve özgür bireylerden oluşan bir toplumun üyelerinin aralarındaki sosyal ilişkileri düzenlemek amacıyla birlikte belirledikleri, daha çok moral öneme sahip değerler olacaktır.

Toplum halinde yaşamanın zorunlu kurallarına özel bir zorlamaya gerek kalmaksızın, bilinçli bir gönüllülükle uyulabilmesi için, önce sömürüyü ortadan kaldırmak gerekecektir. “Biliyoruz ki, toplum içindeki yaşama kurallarına bir saldırı oluşturan aşırılıkların derindeki toplumsal nedeni, yoksulluğa, sefalete mahkum edilmiş yığınların sömürülmesidir” der Lenin, Devlet ve İhtilal adlı eserinde. Yine aynı yerde; “sömürünün olmadığı, öfke uyandıran, hoşnutsuzluk ve başkaldırmaya yol açan, baskıyı gerektiren hiçbir şey olmadığı zaman, insanların toplum biçiminde yaşamanın zorunlu kurallarına uymaya ne kadar büyük bir kolaylıkla alıştıklarını görebiliriz” der.

Sömürünün ve sınıfların ortadan kalktığı, komünist toplumsal düzende, ona karşı düşmanca tutum ve faaliyetler içinde bulunan, bu nedenle baskı altında tutulması gereken herhangi bir sınıfsal gücün kalmadığı koşullarda, “toplumsal kuralları çiğneyen aşırılıklar” alabildiğine azalacaktır. Böyle bir zeminde tek tük bireylerin bozuklukları olarak ortaya çıkabilecek anti-sosyal davranışların önlenmesi ise, herhangi bir özel baskı gücü ve yaptırım gerektirmeksizin, “dövüşen insanların ayrılması” türünden müdahaleler derekesine inecektir.

* * *

Proletaryanın hedefi, özel bir baskı ve yaptırıma dayalı “hukuk”tan, birlikte yaşamanın kurallarına uymanın bilinçli bir alışkanlık halini aldığı “hukuksuzluk”a geçiştir. Ancak proletarya, bu tarihsel hedefine istese de bir çırpıda ulaşamaz. Kapitalist toplumdan miras kalan eşitsizlikleri, komünist topluma ve yeni insana yabancı düşünce, davranış ve alışkanlıkları kısa sürede ortadan kaldırması mümkün değildir. Bir de iç ve dış düşmanların sosyalist düzeni yıkma çabaları düşünülürse, devrimci proletaryanın burjuvaziyi iktidardan alaşağı ettikten sonra, kapitalizmden komünizme geçiş dönemi boyunca hukuka, yasaya, mahkemeye, yargıca, cezaya ihtiyacı olduğu anlaşılır. Fakat proletaryanın hukuku, yasaları, ceza yöntemleri, mahkemelerinin örgütlenişi ve işleyiş tarzı, burjuvazininkinden köklü ve gözle görülür farklılıklar gösterir.

Burjuva hukuku, emekçi kitleleri ezmenin ve baskı altında tutmanın bir aracıdır. Büyük bir ikiyüzlülükle “sınıflarüstü” ve “tarafsız” olduğunu iddia ederler, oysa sömürücü sınıfların çıkarlarını kollayan yasa ve kurallar bütünüdür. Proletaryanın hukuku ise, her şeyden önce, açık sözlüdür. O, sınıf karakterini ve amaçlarını asla gizlemez. Proletarya iktidarı altında hukuk, emekçi yığınların ve sosyalizmin çıkarlarını korumayı esas almıştır. Bu düzende sömürücü sınıflar ve sosyalizmin düşmanları için yararlanabilecekleri tek hak, yargılanabilme hakkıdır.

Sınıf karakteri ve amaçlarındaki farklılıktan dolayı burjuvazi ve proletaryanın “suç” anlayışı da temelden farklıdır. Burjuvazinin iktidarı, küçük bir sömürücü azınlığın büyük bir emekçi çoğunluk üzerindeki iktidarıdır. Özel mülkiyete halel getiren her türlü davranış, burjuvazinin gözünde en büyük suçtur. Burjuva sistem, sadece zayıf ve dengesiz değil, asalak karakterinden ötürü çürümüş bir egemenlik sistemidir. Geleceği olmayan bu güvensiz konumundan ötürü, hasımlarına karşı gaddar ve kıyıcıdır. Yine aynı nedenle, onun ceza anlayışı da intikamcıdır. Burjuvazinin ceza sistemi, koyduğu kurallara uymayanı ezmeyi, onu şahsında tüm topluma ders vermeyi esas alır.

Proletarya adaletinin ceza anlayışında ise, intikam duygusu yoktur. İşçi sınıfı, devrimin ve sosyalizmin düşmanlarına elbette acımasız davranır. Proletarya diktatörlüğü düzenine ve sosyalist rejime verdikleri zararın büyüklüğü ölçüsünde, en şiddetli cezaları uygulamaktan çekinmez. Ama burjuvaziden farklı olarak, proletaryanın adaleti, asıl olarak suç işleyen insanları eğiterek yeniden topluma kazanmayı amaçlar. Bu farklılık, ceza yöntemlerinde de kendisini gösterir. Örneğin, suç işleyenleri üretimden ve toplumdan tecrit ederek bir yere kapatıp zorunlu parazitliğe ve moral yıkıma mahkum eden burjuva hapis sisteminin yerini, proletarya diktatörlüğü düzeninde zorunlu toplumsal emek sistemi alır. Suç işleyenin topluma verdiği zarar, yine toplum için emek harcayarak karşılanmalıdır. Toplumdan tecrit edilmeleri zorunlu olduğu durumlarda dahi, suç işleyen insanlara kendilerini yenileme ve toplumla yeniden uyumlu bir ilişki kurma olanakları sunulmalıdır.

* * *

Sosyalist inşanın derinleşmesi, sosyalist toplumsal bilincin ve sorumluluk duygusunun gelişmesine paralel olarak, suç kavramı ve ceza yöntemleri de adım adım değişime uğrayacaktır. Örneğin ceza sisteminde ölüm ya da hapis cezası gibi fiziksel cezaların yerini, giderek suçun bir daha tekrarlanması halinde yürürlüğe giren şartlı ceza uygulamaları, toplumsal eleştiri ve kınama türünden moral cezalar alacaktır.

Burjuva adalet mekanizmasının örgütlenişinden farklı olarak, proletarya diktatörlüğünde yargıçlık, halkın üzerinde, özel ve ayrıcalıklı bir statü olmaktan çıkarılır. Proleter adalet mekanizmasının temel taşını oluşturan “halk mahkemeleri”nin yargıçları, işçi ve emekçi kitleler tarafından seçilir, görevlerini layıkıyla yerine getirmedikleri takdirde, yine kitleler tarafından her an görevden alınabilirler. Sömürücü sınıfların mensupları dışında her işçi ve emekçi, isterse yargıç olabilir. Kamu görevlilerinin ücretlerinin ortalama işçi ücretini aşmaması ilkesi, yargıç ücretleri için de geçerlidir.

Her ülkede değişik isimler alabilecek “devrim mahkemeleri” ise, sosyalizm düşmanları ile daha hızlı ve etkin bir mücadele amacıyla kurulurlar. Emperyalizm kuşatmasının sürdüğü koşullarda proletarya iktidarı bu mahkemelerden vazgeçemez. Ancak onun da faaliyetlerine her koşulda sosyalist rejimin yasaları yol gösterir. Açıklık ve kararlarının kitleler ve onun seçilmiş temsilcileri tarafından denetlenebilirliği ilkesi, devrim mahkemeleri için de geçerlidir.

“Hukuk”tan, “hukuksuzluk”a doğru ilerleme sürecinin derinleşmesine paralel olarak, bu mahkemelerin işlevleri de adım adım değişime uğrayacak, devlete gerek kalmadığı noktada, mahkemelere de gerek kalmayacak, birer yargı organı olmaktan çıkıp birer arabuluculuk komisyonu halini alacaktır.

Bunlara da bakabilirsiniz

“Yenidoğan çetesi” ve sağlıkta özelleştirme

Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece …

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …