İsrail’in Gazze’ye saldırısı, birçok tartışmayı yeniden alevlendirdi. Bunlardan biri, Hamas’ın gerici karakterinden dolayı Filistin halkına destek verilip verilmeyeceğiydi. Buna dair görüşlerimizi, son olarak 12 Ekim 2023 tarihli “Gazze’den başlayan Filistin direnişi ve etkileri” başlıklı yazımızda ifade ettik. Diğeri, İsrail gibi çok iyi korunan, dünyaca ünlü istihbarat örgütüne sahip olan bir devlete Gazze’den füze atılmasının mümkün olamayacağı; İsrail’in, kendi saldırganlığına zemin hazırlamak için buna göz yumduğu ya da bizzat kendisinin yaptığı şeklindeydi. Hamas’ın kuruluş döneminde ABD ve İsrail tarafından desteklendiği de hatırlatılarak bu tezler güçlendirilmeye çalışıldı.
Bu tür tezler, esasında ezilen halkların, işçi ve emekçilerin mücadelesine duyulan güvensizliğin ürünüdür. Özellikle teknolojik gelişmeler abartılarak, emperyalizm ve işbirlikçilerinin her şeyi kontrol altında tuttuğu, onları yenmek şöyle dursun darbe bile vurulamayacağı düşünülmektedir. Buna bir de “ABD’nin yenilmezliği” miti de eklenince, her şeyin ABD kontrolü altında ve onun onayıyla yapıldığı sanılmaktadır.
Biz bu savları 11 Eylül 2001’de ABD’ye yapılan uçaklı saldırı döneminde, keza Türkiye’deki 15 Temmuz darbe girişimi sırasında sıkça duyduk. Ve 20 yılı aşkın süredir bunların yanlışlığını, yaşanan somut olaylar üzerinden ortaya koyuyoruz. Çünkü son 20 yılda ABD’nin artık eski gücünde olmadığını, “tek kutuplu dünya”nın yıkıldığını, Çin ve Rusya’nın başını çektiği emperyalist bir kamp oluştuğunu ve üçüncü emperyalist paylaşım savaşının başladığını gösteren pek çok gelişme oldu.
Bunlardan biri de 2006 yılında İsrail’in Lübnan’a yaptığı saldırı sonrası yenilmiş olmasıdır. Yani İsrail ilk kez yenilmiyor! Sadece Hamas değil, Hizbullah karşısında da büyük bir yenilgi aldı. Bu gerici örgütler (Hamas, Hizbullah) başta İran olmak üzere Çin ve Rusya’dan destek alıyorlar elbette. Fakat arkalarında halkın desteği olmasaydı, sadece emperyalist destekle ABD ve İsrail’i yenmeleri mümkün olamazdı.
2006 yılında İsrail-Lübnan savaşı cereyan ettiği dönemde yayınladığımız “Savaşın askeri boyutu” başlıklı yazıda (PDD Eylül-Ekim 2006) “gerilla savaşı” taktiğini ve tarihte en güçlü orduların bu savaşa yenildiğini anlattık. Yazıda ortaya koyulan gerçekler, Gazze saldırısıyla birlikte yeniden başlayan tartışmalara yanıt niteliğinde olduğu için kısaltarak yayınlıyoruz.
SAVAŞIN ASKERİ BOYUTU
İsrail’in Lübnan saldırısı, savaşın askeri yönünü daha fazla ön plana çıkardı. Dünyanın en güçlü ordularından biri olarak bilinen İsrail ordusunun Lübnan’da uğradığı hezimet, en güçlü orduların bile halkın direnişi karşısında nasıl çaresiz kaldığını ve yenilgiye mahkum olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. 1967 Arap-İsrail savaşında, İsrail ordusunun 6 günde elde ettiği üstünlükle, 36 gün süren son Lübnan saldırısında içine düştüğü durum sıkça karşılaştırıldı ve nedenleri üzerine birçok yorum yapıldı.
Bu durum, her şeyden önce “yenilmez” olarak nam salan İsrail ordusunun yenilebileceğini göstermesi bakımından büyük bir önem taşıyordu. Sadece Arap halkında değil, tüm ezilen halklarda, kendi gücüne güven duygusunu kuvvetlendirdi, çok büyük bir moral sağladı. Esasında Irak’ın işgaline karşı direnişle birlikte dirilen bu duygu, Lübnan’la iyice pekişti. ABD’nin Irak’ta yaşadığı hezimeti, İsrail de Lübnan da yaşamış oldu.
İsrail’in Lübnan yenilgisinin nedenleri üzerine birçok görüş ileri sürüldü. Yeniden gerilla savaşı “halk savaşı” gibi kavramlar tartışılmaya başladı. Egemenlerin dilinde “asimetrik savaş” olarak ifade edilen halkla bütünleşmiş gerilla savaşının, her tür işgal ve ilhak girişiminde karşı en etkili savaş yöntemlerinden biri olduğu bir kez daha kanıtlandı.
Irak’ta, Filistin’de ya da Lübnan’da bu mücadelenin önderliğini İslamcı örgütlerin yapması, emperyalist-Siyonist işgale karşı halkların topyekun direnişini ve bu direnişin zaferini gölgeleyemez, gölgelememeli. Bu örgütlerin ideolojik-siyasal gericiliğini, bir emperyaliste karşı farklı emperyalist veya gerici devletlere dayandığı gerçeğini yadsımadan ve bu çizgileriyle, halkların gerçek kurtuluşlarına asla hizmet etmeyeceklerini bilerek, ama diğer yandan kazanılan zaferin ve yarattığı etkinin önemini de gözardı etmeden soruna yaklaşabilmeliyiz. İşgale, saldırıya, haksızlığa uğramış bir halkın, birbirine kenetlenip direnişe geçtiğinde ve silahlı mücadele biçimleriyle zenginleştirdiğinde, en güçlü orduları bile dize getireceğinin bir kez daha kanıtlanması olarak ele almalı ve çeşitli boyutlarıyla incelemeliyiz.
Somut durumda bu direnişlere kim ya da kimlerin önderlik yaptığından bağımsız olarak elde edilen zafer, ezilen halkların hanesine yazılmıştır çünkü. Bize düşen görev, halkın kendi gücüne güven duygusunu pekiştirmek, kazanılan deneyimleri genelleştirmek ve yeni direnişlere taşımaktır. Tabii bu direnişlerin önderliğini komünist ve devrimcilerin yapacağı bir güce ulaşmayı esas alarak ve o yönde yoğun çaba göstererek…
Gerilla savaşının doğuşu, evrimi
18.yüzyılın son çeyreğinde başlayıp 20. yüzyılı boylu boyunca kaplayan gerilla savaşları, her döneme ve her ülkenin durumuna göre zenginleşerek günümüze dek ulaştı. Küçük, zayıf ve güçsüz olanın, daha büyük ve kuvvetli olana karşı giriştiği savaş tarzı olarak ortaya çıkan gerilla savaşı, sonrasında geliştirildi ve yaygınlaştı…
Tarihteki örnekleri tüm ayrıntılarıyla inceleyerek gerilla savaşını teori düzeyine çıkaran Marks ve Engels, bu savaşı “düzenli orduya” karşı “dağınık avcı düzeni” olarak tanımlar. Savaşları incelemesindeki titizliği ile, isminin önüne “general” sıfatı da alan Engels, “Devrimci İspanya” adlı makalesinde, Napolyon ordusunun düştüğü durumu bir rahibin sözleriyle şöyle aktarır: “Fransız güçlerini yıpratan ne savaşlar ne de çarpışmalardı. Fakat izlendiğinde, halkın arasında kaybolan ve hemen arkasından yenilenmiş güçlerle yine ortaya çıkan, gözle görülmez bir düşmana karşı yapılan sonu gelmez çatışmalar, Fransızları tüketti. Masallardaki sivrisineğin öldürünceye kadar eziyet ettiği aslan, Fransız ordusunun tam benzeridir.” (Partizan Savaşı, Yar yayınları, sf. 49)
Gerilla savaşında düzenli ordu, düzensiz ve hareketli savaşçılarla yer değiştirdi. İkinci olarak, devletin zorla savaş alanında tutulan ordusu, yerini gönüllü savaşçılara bıraktı. Üçüncüsü, düzenli ordunun zor kıpırdayan askeri düzenlenişi yerine, küçük gruplar halinde örgütlenmelere, “milis” tarzına geçildi. Dördüncüsü, düzenli ordunun emir komuta zinciri, katı askeri kuralları yerine, basit askeri kurallar yerleşti. Beşincisi, gerilla güçleri, kendi öz çıkarları için, bağımsızlıkları için savaşıyordu. Ve en önemlisi, bu savaşçılar halkın içinden geliyordu, halkın desteğine sahiptiler. Bütün bunlar, bu yeni savaş tarzının, gerilla savaşının üstünlükleriydi ve o büyük, yenilmez sanılan orduları perişan eden de bu üstünlükleriydi.
Amerikan halkının İngiltere’ye, İspanya halkının Napolyon istilasına, Fransız halkının Prusya işgaline karşı yürüttükleri savaşın “ortak paydası” bağımsızlık savaşı olmasıydı. Bu savaşlar, işgalci güçlere karşı tüm bir ulusun kendi ülkesini savunma savaşıydı. Bağımsızlığını kazanmak isteyen halkın alışageldik savaş yöntemleriyle yetinmemesi gerekiyordu. Başka türlü dönemin “imparatorlarını” ve devasa ordularını yenmek mümkün değildi çünkü. Engels, gerilla savaşını, “değişmiş bir insan ögesine özgü yeni savaş yöntemi” olarak değerlendirdi. Bunun da elbette toplumsal-tarihsel bir altyapısı vardı. “Değişmiş insan ögesi” değişen üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin, yeni bir toplumsal dönüşüme zorlaması, feodalizmden kapitalizme geçişin bir ürünüydü. Bu değişim, askeri alana, savaş stratejisine de yansıdı.
Bağımsızlık savaşlarına önderlik eden, o dönemde ilerici bir karakter taşıyan burjuvaziydi. Fakat gerilla savaşının kitle temelini, toplumun en alt kesimleri oluşturuyordu. Öyle ki, hırsızlar, yan kesiciler, asker kaçakları, bu savaş biçiminin vazgeçilmez unsurlarıydılar. Bu durum başlangıçta önemli bir üstünlük sağlarken, sonrasında savaşın yozlaşmasının da nesnel zeminini oluşturdu. Bir nevi “çete örgütlenmesi” içinde hareket etmeleri, bir süre sonra amaç yitimine uğrayıp kişisel çıkarları ön plana geçirmelerine ve yozlaşmaya neden oldu. Tam bu noktada, gerilla savaşında önderliğin rolü belirleyici hale geldi. O yüzden Marksist-Leninistler biçim olarak gerilla savaşını alırken, özsel bir değişime tabi tutarak onu uygulamışlardır.
Marks ve Engels döneminde yabancı işgale karşı bağımsızlık savaşı olarak öne çıkan gerilla savaşı, Lenin ve Stalin döneminde devrimci iç savaş ve sosyalist anavatan savunmasında düzenli ordunun tamamlayıcısı olarak değişim gösterdi ve bu savaşların kazanılmasında önemli bir rol oynadı…
Lenin, 1905 Devrimi sırasında Moskova Ayaklanması’nda Paris Komünü’nün barikat savaşları ile müfrezeler biçiminde örgütlenmiş beş-on kişilik ekiplerin gerilla tarzı harekatı birleştirdi. “Moskova Dersleri” adlı makalesinde bunu, “yeni bir barikat savaşı taktiği” olarak belirtir. Menşevikler, 1905 Devrimi yenilgisinden “silahlara sarılmamalıydık” sonucunu çıkarırken, Lenin “aksine silaha daha fazla sarılmalıydık” dedi.
Özellikle 2. Emperyalist Savaş sürecinde Alman faşizminin saldırılarına karşı yürütülen mücadelede gerilla savaşı tarihsel bir yere sahiptir. Bugün bile işgale karşı direnen her şehrin Stalingrad, direnen her liderin Stalin ile özdeşleştirilmesi boşuna değildir. Hitler Almanyası’nın sosyalist Sovyetler Birliği’ne saldırısı üzerine, Stalin 3 Temmuz 1941’de Sovyet halkına şöyle seslenmiştir: “Tarih, yenilmez orduların hiçbir zaman varolmadığını ve asla varolmayacağını göstermiştir… Hitler’in faşist ordusu da aynı şekilde yenilebilir ve yenilecektir. Tıpkı Napolyon ve Wilhelm’in orduları gibi…” (age, sf. 212) Hitler ordusunun ‘yenilmez’ sayılmasını, o güne dek ciddi bir direnişle karşılaşmamasına dayandırıyor; “yalnızca bizim topraklarımızda ciddi bir direnişle karşılaştı” diyordu. “Düşmana ne tek bir lokomotif, ne tek bir vagon, ne bir kilogram buğday, bir litre yakıt bırakmamalıyız… Götürülemeyecek bütün değerli malzemeler, mutlak biçimde yok edilmelidir” talimatını veriyor, Sovyet halklarını düşmana aman vermeyecek biçimde örgütlenmeye çağırıyordu…
Anna Strong “Stalin Dönemi” adlı kitabında o yılları şöyle anlatıyor: “Almanlar, ‘yumuşak sivil geri’ bulamıyorlardı. Karşılaştıkları şey, gerilla olarak örgütlenmiş ve düzenli Rus birlikleri ile işbirliği halindeki kolektif çiftçiler oluyordu… Sovyet taktiğinde ordu ile halkın faaliyeti eşgüdümlüydü. Kullanılan slogan; ‘cephe yalnız topların gümbürdediği yer değildir, her çiftlik, her atölye cephedir’ şeklindeydi.” (sf. 140)
Faşist “yıldırım savaşı” taktiğine karşı Sovyet stratejisi, “bütün halkın savaşı”ydı. Ve Stalingrad, böyle bir ruhla yaratıldı… Bu sosyalizmin, sosyalist ruh ile donanmış halkın zaferiydi.
Böylece ML ustaların elinde gerilla savaşı, proleter sınıf içeriğini kazandı ve ML bakışaçısıyla geliştirilerek kullanıldı. Gerilla savaşlarının önderliği de burjuvaziden proletaryanın eline geçmiş oldu…
İkinci emperyalist savaş boyunca faşist işgal altındaki birçok ülkede gerilla savaşı yaşama geçirildi. Ulusal kurtuluş mücadelesi veren ülke halklarınca da kullanıldı. Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde peş peşe meydana gelen devrimlerle, gerilla savaşı tüm dünyaya yayıldı…
“Sivrisineklerin bunalttığı aslan”-
ABD ve İsrail ordusu
11 Eylül sonrası ABD, yeni emperyalist savaşı başlattığını tüm dünyaya duyurdu. ABD Başkanı Bush, “Ya bizden yanasınız, ya karşı taraftan” diyerek, herkesi safını belirlemeye çağırdı. Ve bu savaşın 50 yıl sürebileceğini ekledi…
Kendinden önceki ‘imparator’ların çöküşünden aldığı dersle “önleyici vuruş konsepti”ni geliştirmişti, zirvedeyken saldırmayı, böylece ezilen halklardan ve rakip emperyalistlerden gelebilecek olası hücumları baştan bertaraf ederek, uzun yıllar zirvede kalmayı planlıyordu. İdeolojik argümanları da hazırdı: Teröre karşı mücadele! Tıpkı diğer ‘imparator’lar gibi o da ‘barbarlar’a ‘medeniyet’ götürecekti!.. Bu savaşın merkezi de Ortadoğu olacaktı. Çünkü Ortadoğu, enerji kaynakları ve geçiş yolları bakımından stratejik önemde bir bölgeydi ve ‘dünya imparatoru’ olarak kalabilmek için, bu bölgenin mutlak hakimi olmak gerekiyordu.
Afganistan’la başladı ilk ısınma turları. 11 Eylül’ün “faili” olarak ilan edilen “El Kaide” ve onun lideri Usame Bin Ladin aranıyordu sözde. Afganistan’ın dağı-taşı bombalanmaya başladı. Ama ne Bin Ladin yakalanabildi, ne de direniş tamamen kırılabildi. Oysa Afganistan, ABD açısından ‘kolay lokma’ idi. Hem içeriden işbirlikçilere sahipti, hem de NATO’dan karar çıkartılmış, böylece AB’li emperyalistlerin de desteğini almıştı. Buna rağmen elde edilen zafer ‘Pirus zaferi’ olmaktan kurtulamadı. Çünkü Afgan direnişçiler, daha sonra eylemlerini arttıracak, işgal kuvvetleri ise başkent Kabil’in dışında denetimi elde tutmakta zorlanacaklardı.
Ardından ABD ‘ikinci hedef’ olarak belirlediği Irak’a yöneldi. “Zurnanın zırt dediği” yer de burasıydı. Başını Fransa’nın çektiği, Almanya’nın da buna eklemlendiği bir Fransa-Almanya ekseni oluştu. Bunlar, ABD’nin Irak işgaline karşı çıkıyor, BM’den böyle bir kararın çıkmasına engel oluyorlardı. II. emperyalist savaş sonrası “galiplerin” oluşturduğu “uluslararası hukuk” ve onun en önemli kurumu olan Birleşmiş Milletler, ABD’nin başlattığı yeni savaşta, ayağına takılan pranga oluyordu. O, bir önceki savaşın kurumuydu ve artık aşılmalıydı. “BM eskide kaldı, artık gerekli mi değil mi tartışılmalı” diyordu Bush. Ve kendine zorluk çıkaran AB emperyalistlerine “AB mi kaldı, işte ikiye böldüm” diyerek bir parçasını kendi yanına çektiğini ilan ediyordu. ABD, diğer emperyalistlerin muhalefetine ve “uluslararası hukuk”a rağmen Irak savaşını başlattı.
“Aslan” kükremişti bir kez! Herkes hizaya girmeli, ABD’nin yanında saf tutmalıydı! Yoksa ezilip geçilirdi! “Reel politika” bunu gerektiriyordu! Böyle söylüyordu ‘uzmanları’, ‘savaş stratejistleri’ ve tüm çanak yalayıcıları… Başta İngiltere olmak üzere kimi emperyalistler ve ABD’ye bağımlı birçok devlet, hemen ABD’nin arkasına geçiverdiler. Ama Irak, ABD’nin estirdiği bu rüzgarı kesti. Havasını söndürdü ve “büyü” bozuldu!
Irak’ın Afganistan olmadığı, Saddam’ın elinde ‘kimyasal silahlar’ bulunduğu, bunu ABD’ye karşı kullanacağı söyleniyor ve Irak ordusunun büyük bir direniş göstereceği varsayılıyordu. Ama öyle olmadı. ABD, Irak hükümeti ve ordu içinden kimilerini satın alarak bir ay gibi kısa bir sürede Bağdat’a ulaştı. Ve Bush, Irak savaşının zaferle tamamlandığını açıkladı. Oysa savaş, ondan sonra başlayacaktı…
Irak halkı, Saddam’ın ordusunun bu kadar hızlı biçimde yenilgisinin şokunu atlatır atlatmaz, kendi direniş biçimlerini yarattı. İşgal ordusu tarafından aşağılanıp işkence görmektense, ölmeyi göze alarak büyük bir mücadele başlattı. İşgal ordusuna dönük suikastlar, sabotajlar gerçekleştirdi. İntihar eylemleri, neredeyse her gün yapılan rutin-sıradan eylemler oldu. Sadece işgal ordusuna değil, onların işbirlikçilerine de yöneldiler. Kukla hükümetin bakanları, parlamenterleri, güvenlik güçleri, Iraklı direnişçilerden paylarına düşeni aldılar…
Irak’ta ABD, tıpkı Napolyon ordularının İspanyol halkı karşısında düştüğü durumu yaşadı. Napolyon, İspanya ordusunu yenmişti, ancak halk dağılan ordu mensuplarını da içine alan küçük birlikler halinde örgütlenip savaşı sürdürmüştü. İspanya’daki gerilla savaşında Napolyon ordusunun düştüğü durumu bir Fransız papaz “masallardaki sivrisineğin öldürünceye kadar eziyet ettiği aslana” benzetmişti, şimdi ABD’nin Irak’taki durumu da buydu. Aynı şeyi Lübnan karşısında hezimete uğrayan İsrail ordusu için de söylemek mümkün.
Irak direnişinin dersleri ve yöntemleri, işgal altında bulunan tüm halklara moral ve cesaret verdi. Filistin’de, Kürdistan’da benzer yöntemler devreye girdi. Bir kez daha en büyük ve en son teknolojiyle donatılmış orduların, direnen bir halk karşısında çaresiz kaldığı görüldü…
Ve Lübnan…
İsrail’in Filistin örgütlerinin eylemlerinden kurtulmak bahanesiyle inşa ettiği “güvenlik duvarı”, 25 Haziran 2006’da Filistinli direnişçiler tarafından filmleri aratmayacak biçimde aşıldı. Son derece gelişmiş teknolojik sistemlerle donatılmış “güvenlik duvarı”nı tünel kazarak geçen Filistinli direniş örgütleri, Gazze’deki bir İsrail kontrol noktasına baskın düzenleyerek 2 askeri öldürüp birini kaçırdılar.
İsrail, sözde kaçırılan askeri kurtarmak için Filistin’e saldırıya geçti. Bir kez daha Filistin topraklarını bombardıman yağmuruna tuttu. Daha ileri giderek geçen yıl seçimleri kazanıp hükümet kuran Hamas’ın bakanlarını, milletvekillerini gözaltına aldı, tutukladı. Amaç; Hamas hükümetini düşürmek ve Filistin halkının direnişini kırmaktı.
Bunun üzerine 12 Temmuz’da Hizbullah, sınır noktasına baskın düzenleyerek 8 İsrail askerini öldürdü, ikisini kaçırdı. Filistin’deki eylemin bir benzerini gerçekleştirerek İsrail’e meydan okudu ve şimşekleri üzerine çekti. Böylece İsrail ordusunu, iki cephede birden savaşmaya zorladı.
İsrail, ABD’nin “Büyük Ortadoğu Projesi” için hazır kuvvet olarak zaten bekletiliyordu… Önceki savaşlarda kolay zafer elde etmenin rahatlığı ve güveni ile aynı anda Filistin ve Lübnan’a karşı savaşmakta bir sorun görmedi. Fakat bu kez umduğu gibi olmayacaktı. Karşısında önceki savaşlardan dersler çıkararak kendini yenilemiş çok güçlü bir direniş vardı.
12 Temmuz-14 Ağustos tarihleri arasında 35 gün süren İsrail-Lübnan savaşında ortaya çıkan çarpıcı sonuçlar, bir kez daha gerilla savaşının üstünlüklerini ortaya koydu ve en güçlü orduların dahi böyle bir direniş karşısında yenilmeye mahkum olduğunu gösterdi.
İsrail’in yenilgisini, İsrail Genelkurmay Başkanı Dan Halutz’un havacı olduğundan, savaş planını hava üstünlüğü üzerine kurmasına bağlayanlar vardır. Ya da Hizbullah’ın başarısını, İran’dan sağlanan füzelere, silahlara borçlu olduğu iddia edilmektedir. Bunların hiç biri gerçek neden değildir, olamaz.
İsrail’in 1967’den beri uyguladığı savaş taktiği, II. Emperyalist Savaşta Nazi ordularının “yıldırım savaşı”ndan, NATO güçlerinin Sırbistan’a giriştiği saldırılardan, ABD’nin Körfez savaşı ve son olarak Irak işgalinden farklı değildi. Engels, “askeri taktik, askeri tekniğin düzeyine bağlıdır” der. II. Emperyalist Savaş ve sonrasında büyük askeri uçakların yapımı ve bunlarla ağır bombardımanların yapılabilmesi, savaşlarda hava kuvvetlerinin önemini arttırmıştır. Öte yandan havadan bombardıman ile asker ve araç zayiatı en alt düzeyde tutulmaktadır. Fakat hiçbir savaş, salt hava kuvvetlerinin üstünlüğü ile kazanılmaz. Hele ki, bir işgal sözkonusu ise kara harekatı zorunludur. O yüzden havadan yoğun bombardımanın arkasından kara harekatına geçilir. İsrail de son Lübnan saldırısında daha önceki Araplarla savaşında olduğu gibi bunu denemiştir.
Planın ilk aşaması, havadan imha ve topyekun tahriptir. Bu çerçevede, Güney Lübnan’a açılan tüm ulaşım kanalları, altyapısı tahrip edilmiştir. Bununla Hizbullah’ın lojistik desteklerinin kesilmesi ve bölge halkının Hizbullah’a karşı isyan etmesi amaçlanmıştır. İkinci hedef ise, Hizbullah önderlerinin katledilmesi, Hizbullah karargahı ve irtibat merkezlerinin tahrip edilerek örgütün felç edilmesiydi. Ardından hızlı bir kara operasyonu ile imhadan kurtulan direniş merkezleri temizlenecek, yakalananlar, Guantanamo benzeri bir kampta toplanıp yargılanacaklardı. Ancak İsrail’in planı tutmadı. Ve son 50 yıla damgasını vuran savaş taktiği de çöktü.
Hizbullah, İsrail’in savaş taktiğini çok iyi incelemiş ve karşı önlemlerini almakta gecikmemişti çünkü. Yoğun bombardımandan mümkün olan en az zararla çıkabilmek için güçlerini gizledi. İlk saldırı dalgası geçer geçmez Katyuşa füzeleri ile karşı saldırıya geçti. İsrail’in sınır kasabalarına füze fırlattı. Dünyanın en sağlam zırhlısıyla kaplı İsrail’in Mirkava tankları ile ateşgücü yüksek, gözleme ve koruma yeteneğine sahip Saar tipi iki savaş gemisi, isabet alıp kullanılamaz hale geldi. Öte yandan başta MOSSAD olmak üzere tüm istihbarat birimleri, boşa düştüler. Direnişçiler savaş başlar başlamaz, her tür elektronik cihazla ilgilerini kesti. Telefon, internet gibi teknolojik aletler üzerinden değil, eski biçimde kuryeler üzerinden bağlantıya geçtiler. Böylece burjuvazinin son yıllarda en gelişkin olduğu ‘teknik takip’i ve onun sayesinde gerçekleştirdikleri ‘nokta vuruşları’ imkansız hale getirdiler. İsrail istihbarat birimlerinin kolay yoldan satın alıp örgütledikleri ajan-muhabir ağını da tıkadılar. Elde edilen bilgilerin çoğu, eksik ya da yanlış çıktı.
Bunun üzerine İsrail savaşın ikinci safhasına, kara harekatına geçti. Zırhlı araç ve tanklarla Güney Lübnan’ın orta kısmına daldı, Bint Cibel yöresine doğru ilerlemeye başladı. Fakat Lübnan halkının kararlı direnişi, İsrail’in keşif avcı koluna büyük kayıplar verdirdi. Dört gün boyunca ancak 1300 metre ilerleyebildiler. Direnişçiler, gerilla taktiği ile düzenli ordu taktiğini birleştiren bir savaş tarzı izliyordu. Bazı savunma noktalarını ölümüne savundular, göğüs göğse çatışmalara girdiler. Bu direniş karşısında tutunamayan İsrail komutanı, “biz milislerle değil, nizami özel birliklerle, İran’ın seçkin kuvvetleriyle çatışıyoruz” diyerek, yenilgilerinin gerçek nedenini gizlemeye çalışırken, bir yandan da ne denli ciddi bir dirençle karşı karşıya olduklarını itiraf ediyordu.
Burjuvazinin kendi içinde ittifakı, teknoloji transferi gibi, direniş örgütlerinin de birbirlerinden öğrendiği, birbirlerine aktardığı birçok yöntem, araç vardır. Lübnan’daki direniş örgütleri de bunu kullandılar. Vietnam örneğinden yola çıkarak yapılan yeraltı tünelleri, kamuflaj ve gizlenme yöntemleri, bunların başında geliyor. Düşmanın istihbarat ağını çökertirken, harekat planlarını öğrenip karşı atağa geçmek de bunlar arasındadır. Kuşkusuz ellerindeki silahların da önemi büyüktür. Zırhlı araçlar, toplar, havanlar, tanksavar ve uçaksavarın olması, önemli bir avantajdır. Ancak İsrail ordusu gibi Ortadoğu’nun en büyük ordusunu, silah üstünlüğü ile değil, birleşik bir halk hareketini yaratmakla, düşmanın zayıf yanlarını öğrenip ona göre hareket etmekle tesirsiz hale getirebilmişlerdir. Savaş sanatında ustalık ve teknik olarak da güçlenmek, bunların üzerine oturan ve pekiştiren bir rol oynamıştır. (Hizbullah’ın elinde 13 bin adet İran yapımı Katyuşa füzesi olduğu ve bu füzelerin 20 km menzili bulunduğu; diğer füzelerden Fecr-3, 45 km, Fecr-5 75 km menzilli oldukları, ayrıca 100-200 km arasında menzili olan Zelzal füzelerinden de dört-beş adet bulunduğu bildirilmektedir.)
Gerilla savaşının düzenli orduya göre daha hızlı ve esnek hareketi, İsrail ordusunu zor durumda bırakan faktörlerden biridir. Hizbullah’ın savaşla birlikte ‘yatay örgütlenme’ye ağırlık verdiği, “her noktanın bir savaşçısı, her mevzinin bir savunanı olur” ve “mevzilerin kendine yeterliliği” türünden esnek savunma taktikleri geliştirdiği söyleniyor. Bu sayede onca bombardımana rağmen direnişçilerin lojistik destekleri tükenmedi ve her bölgede direniş örgütlenebildi. Direnişçiler, muharebe alanını İsrail askerlerine terk etmeden savaştılar. Savunma ve saldırı taktiklerini iç içe geçirdiler. Tuzaklar kurarak, beklenmedik baskınlar gerçekleştirdiler. İsrail birlikleri hangi mevzilerde direnileceğini, hangisinde çatışma olacağını kestiremedi ve sürekli kayıp verdi.
İsrail’in artan kayıpları ve savaşın uzaması, bunun karşısında kural tanımaz savaşını en vahşi yöntemlerle yürütmesi, sivil halkın, özellikle de çocukların katledilmesi, başta Arap halkları olmak üzere dünya halklarında İsrail’e olan tepkileri arttırdı. Bu tepkiler, başlangıçta Hizbullah’ı suçlayan devletleri bile İsrail’in vahşetini kınamaya zorladı. BM üzerindeki basınç arttı. Lübnan savaşının temel amaçlarından biri olan “Hizbullah’ın silahsızlandırılması”ndan vazgeçmek zorunda kaldılar. Askeri başarısızlık, politik başarısızlığı da koşullamıştı. İsrail halkının da muhalefeti artmış, İsrail devleti zor durumda kalmıştı.
İsrail ordusu, Lübnan’dan çekildiğinde, resmi açıklamaya göre; 150 İsrail askeri ölmüş, 200’den fazlası yaralanmıştı. 40 Mirkava tankı imha edilmiş, 30 tank da tahrip olmuştu. 4 helikopter, 2 savaş hücumbotu, 1 savaş uçağını kaybetmişti. Bu, İsrail askeri tarihinde görülmemiş bir zayiat demekti. Buna karşılık, İsrail’in kuralsız savaşında 1200 Lübnanlı ölmüş, 2500 kişi yaralanmıştı. Bunların yüzde 45’i çocuktu. 145 köprü yıkılmış 600 kilometrelik yol tahrip edilmiş, Beyrut, Sur, Sayra gibi önemli tarihi kentler büyük zarar görmüştü. Hizbullah’ın İsrail’in sınır kent ve kasabalarına fırlattığı 2 binden fazla füzeyle ise, 200 ev, 30 işyeri, 20 fabrika yerle bir olmuş, ayrıca binlerce ev, onlarca işyeri ve ticaret merkezi ve fabrika zarar görmüştü. Toplamda, bir milyonu aşkın kişi evini, memleketini terk etmek zorunda kalmıştı. Bu mülteci dalgasının, II. Emperyalist Savaştan sonra en büyük dalga olduğu belirlendi.
Savaşın ekonomik bilançosu, daha da ağırdı. İsrail’in günlük operasyon masrafının 30-40 milyon dolar, günlük zarar ziyan faturasının ise 250 milyon dolar olduğu söyleniyordu. Hizmet ve turizm sektörü ise, İsrail’e düşen füzeler nedeniyle felç olmuştu. (Ki bu iki sektörün milli hasıladaki payının yüzde 60’ın üzerinde olduğu bildirilmektedir.)
İsrail yenilginin nedenlerini
arıyor
Hiç ummadığı bir yenilgi ile karşı karşıya kalan İsrail, o günden bu yana bunun nedenlerini sorguluyor. Savaşın sürdüğü günlerde patlak veren skandallarla da birleşen bu sorgulama, İsrailli yetkilileri oldukça zorluyor. Başbakan Ehud Olmert ve Genelkurmay Başkanı Dan Halutz topun ağzında.
İsrail Genelkurmay Başkanı’nın iki İsrail askerinin Hizbullah tarafından kaçırılmasından birkaç saat sonra, borsadaki hisse senetlerini sattığı ortaya çıktı. Bir İsrail gazetesinin verdiği habere göre, Genelkurmay Başkanı’nın sattığı kağıtlar, 27.9 bin dolar değerinde. Tel Aviv Borsası, İsrail’in Lübnan’a saldırısının başlamasıyla birlikte ilk üç gün düşüş yaşadı. Bunu önceden bilen İsrail ordusunun üst düzey komutanlarının bu durumdan maddi kazanç sağlamaya çalıştıkları anlaşıldı. Öte yandan Başbakan Ehud Olmert’in Kudüs’te SİT alanında satın aldığı evle ilgili haksız kazanç sağladığı haberleri de yeniden gündeme geldi.
Askeri yenilgi ile birleşen devletin üst düzey kademesindeki bu yolsuzluk ve çürüme, siyasi bunalımı da beraberinde getirdi. İsrailli generaller ise, Hizbullah’ın askeri gücünün umulandan çok daha ürkütücü olduğunu itiraf ediyorlar. Bir İsrail gazetesinde “Savaşın Hataları” başlığı altında, Hizbullah ve lideri hakkında yeterli istihbarat yapılmadığı yazıyor. İsrail Savunma Bakanı, Hizbullah tehdidinin boyutu konusunda uyarılmadığını belirterek, İsrail ordusunu suçluyor. Kısaca ordu, istihbarat teşkilatına ve hükümete, hükümet ise, orduya yükleniyor. Her kurum, topu diğerinin üstüne atıyor. “Yenilgiler yetim kalır” sözü, bu kez İsrail şahsında somutlanıyor…
İsrail, gerek Filistin’de, gerekse Lübnan’da kaldırdığı taşları ayağına düşürdü. Önce 1982’de kasap Şaron önderliğinde FKÖ’yü, Filistin topraklarından sürmek için saldırdı. Hizbullah, bu saldırı sonrası kuruldu ve güçlendi. Yıllarca FKÖ’yü ve onun lideri Arafat’ı etkisizleştirmek için çalıştı. Ve 1990 Oslo barış sürecine tepki olarak Hamas doğdu. FKÖ geriledikçe, Hamas güçlenmeye başladı. İsrail, 2004’te nokta operasyonla Hamas’ın liderini öldürdü. 2006’da Hamas, tek başına hükümet kuracak güce ulaştı. Son olarak Filistin’e ve Lübnan’a saldırdı, Hamas ve Hizbullah’ı dünyanın en popüler örgütleri haline getirdi. Dahası, “yenilmez İsrail ordusu” imajını yitirdi.
Şimdi İsrail, nerede yanlış yaptığını bulmaya çalışıyor. Oysa kuruluş aşamasından itibaren öylesine yanlışlıklarla kuruldu ki, -Önce İngiltere, sonra ABD’nin çıkarları doğrultusunda Ortadoğu’ya bir kama olarak sokulması- sorunun yanıtı, bugünkü savaşın çok ötesindedir. O yüzden son yenilgiye dönük askeri-teknik yönden eksikliklerini ne kadar doğru saptasalar da, işin tarihsel-siyasal boyutunu ortaya koymadıkça, ne gerçekleri tam olarak ifade ederler, ne de nihai yenilgiden kurtulabilirler.
(…)
Her yenilgi sonrasında olduğu gibi şimdi “günah keçileri” aranıyor, “kurbanlar” isteniyor. Bu arada gerçekleri ortaya koyan itiraflar da yapılmıyor değil. İsrail Kara Kuvvetleri Komutanı Tümgeneral Benjamin Gantz, Lübnan savaşı üzerine yapılan bir röportajda, “22 yıl Lübnan’da kalan, araziyi ve düşmanı iyi tanıyan İsrail Silahlı Kuvvetleri gibi dünya çapında bir ordunun nasıl böyle bir durumu yaşadığı” sorusuna şöyle yanıt veriyor: “Lübnan aynı, fakat bu savaş tamamen farklı bir savaş türü idi. Burada son teknolojik silahları sahip, bizim hava harekatımızı ve savaşma usullerimizi bilen ve gizlenme konusunda ustalaşmış bir düşmanla karşı karşıyaydık. Düşman gömülmüş ve gizlenmişti. Bu onlar için büyük bir avantajdı…” “Süveyş Kanalı’nı üç günde geçen ve Şam’a dört günde ulaşan İsrail ordusu için 10 hafta çok değil mi” sorusuna ise, “Geçmişle karşılaştırmayı bırakmalıyız ve nesil farkını dikkate almalıyız. İyi silahlandırılmış, ölümüne savaşan fanatik bir düşmanı, oldukça geniş bir bölgeden üç günde, yedi günde hatta bir ayda temizleneceğini düşünenler, bu yeni savaş türünü anlamamışlardır. Klasik, güce karşı güç savaşına girmedikçe, teslim olmak için fanilalarını sallayan uzun düşman askeri kuyruklarını görmeyeceğiz.” (Röp: Barbara Opal, Defence News Dergisi 28 Ağustos 2006, Çeviri: Cihangir Dumanlı, Cumhuriyet Strateji Eki, 18 Eylül 2006)
İsrail üst düzey subaylarının, ayakları suya değmişe benziyor. O kendine güvenli, rahat halleri gitmiş, yerini endişe ve korkuya bırakmıştır. Bütün bunlar üzerine İsrail’de yayınlanan bir gazete şunları yazıyor: “İsrail muharebeyi kaybetti… Bundan sonra Nasrallah’ın veya Bin Ladin’in kellesini de getirse, şu acı gerçeği değiştirmeyecektir: Biz kaybettik, onlar kazandı! Biz vurucu ve caydırıcı gücümüzü yitirdik. Artık her aklına esen bize füze sallayabilir.” Asıl korkulan budur. Yahudiler için en güvenilir yer olarak kurulan İsrail’in, gerçekte en güvenilmez topraklar olduğunun bir kez daha görülmesidir.
İsrail’de artan iç sorgulamaların en önemli nedeni, hiç kuşkusuz İsrail askerlerinin ve halkının tepkileriydi. İsrail’de vatana ihanet suçlamasını göze alarak sivillerin bombalanmasını reddeden savaş pilotları vardı. Cephedeki askerler, “muğlak hedefler peşinden sersem sersem dolaştık durduk. Karargah, kararsız davrandı” diyordu. Bazıları ise, “yeterli eğitim almamış insanlarla cepheye koştuk” diye yakınıyordu.
İsrail halkı kendilerini aldatılmış ve terk edilmiş hissettiler. Hizbullah’ın Katyuşa füzeleriyle sürekli bombaladığı İsrail’in kuzeyinde yaşayan ve İsrail’in yüzde 12’sini oluşturan bölge halkı, savaş boyunca sığınaklardan çıkamadı. İsrail hükümeti, şimdi bu bölgeye yeterli desteği sunmamakla suçlanıyor. Zaten buralara çok önceden özellikle Müslüman-Arap ve Hıristiyan kökenli İsraillilerin yerleştirildiği söyleniyor. İsrail’in “Arapları Araplara kırdırma” politikasının bir sonucu olarak bu hazırlığın yapıldığı belirtiliyor. Tabi bu durum, bölge halkının İsrail devletine olan tepkisini iyice arttırdı… Öte yandan bölgede başta Hayfa olmak üzere ülke ekonomisinin kalbi olan sanayi şehirlerinin bulunmasının, hükümetin bu bölgeyi resmen “savaş alanı” ilan etmemesindeki en önemli faktör olduğu belirtildi. Bir süredir kan kaybetmekte olan İsrail ekonomisinin, buradaki üretimi tümden durdurarak felç olacağı, o yüzden hükümetin bu kararı alamadığı açığa çıktı. Ona rağmen 500’e yakın fabrikanın kepenklerini indirdiği, üretimin yüzde 70’inin durduğu, bunun da İsrail ekonomisini ciddi bir tehlike ile karşı karşıya bıraktığı söyleniyor.
Filistin ve Lübnan saldırıları süresince, İsrailli savaş karşıtlarının eylemleri eksik olmadı. İsrail Komünist Partisi, Hizbullah’ın direnişini haklı ve meşru bulduklarını açıkladı. Hizbullah ve Hamas’ın politik çizgisine karşı olduklarını bildiren İsrail Komünist Partisi MK’sı, her iki örgütün de işgale karşı savaştığını, yoksul halkın desteğini aldıklarını belirtti. Bu yönleriyle İsrail halkının, devrimci ve demokratlarının iyi bir sınav verdiğini söyleyebiliriz.
Lübnan savaşının öğrettikleri…
Lübnan savaşının ortaya çıkardığı gerçekler, sadece İsrailli yetkililerce sorgulanmıyor. Burjuvazi kendi adına sonuçlar çıkartırken, ezilen halklar da bu deneyimlerden öğrenmeye çalışıyor. Kısaca, her sınıf ve kesim, savaşı kendi cephesinden değerlendiriyor, geleceğe hazırlık yapıyor…
Gazeteci-yazar Faik Bulut, Hizbullah’ın İsrail’e karşı savaş taktiklerini şöyle yorumluyor: “Hizbullah öncelikle İsrail ordusunun savaş taktiklerini gözlemlemiş. Buna göre, İsrail ordusu kısa süreli yıldırım savaşı denilen türden düzenli çatışmalarda çok başarılı… Hizbullah, son çatışmalarında değişik taktikler uyguladı. Coğrafi durumundan yararlandı… Geniş alan manevraları ve çöldeki meydan muharebelerine alışmış İsrail’in mecburen tek sıra dizili tanklarından bir veya birkaçını tahrip etti. Yol tıkandı, artçı kuvvetler şişkinlik yarattı. Arka sıradaki bütün araçlar ve birlikler atıl kaldılar, kolay hedef teşkil ettiler. Tankların peşi sıra gitmesi gereken avcı kolları ve piyade birlikleri bu kez en önde yürüyüp güvenliği sağlamaya çalışırken avlandılar.” (Cumhuriyet Strateji, 11 Eylül 2006)
İsrail’in en büyük yanılgısının, bu savaşın daha önceki Arap savaşlarında olduğu gibi kısa sürede zaferle biteceğini sanmasında, birçok askeri uzman birleşiyor. Bugüne dek Arapların ABD-İsrail ittifakına karşı tüm savaşları, klasik nizami (düzenli) orduların savaşı şeklinde cereyan etmişti… Filistin’de Hamas, Lübnan’da Hizbullah, klasik savaşın dışına çıkarak gerilla savaş taktiklerini uyguladılar. ABD ve İsrail ordusunu zor durumda bırakan da savaşın bu yeni şekliydi.
Bir Hizbullah gerillası; “İsrail, savaşta ve strateji konusunda her zaman sabırsızdır. Biz ise günlerce, haftalarca, aylarca bekleyebiliriz” diyor ve ekliyor: “İsrailliler, hareket eder ve mutlaka bir yanlış yapar. Biz de bunu kaçırmaz ve onları vururuz… Ülkemizi işgal ederlerse, 1982’de yaşadıkları hüsranı yeniden yaşarlar” diyor. Ve bu savaşın sadece İsrail’e karşı değil onların işbirlikçilerine karşı da verilen amansız bir mücadele olduğunu söylüyor. (Evrensel, 31 Temmuz 2006)
Bir Lübnanlı ise şöyle anlatıyor: “Arazide iken üniformalarımızı giyeriz. Fakat sivillerle birlikte olduğumuzda normal kıyafetlerimizle dolaşırız… Her gerillanın ve her bölgenin numarası vardır, bölgelerdeki operasyonlara ve gerillaların görevlerine göre bu numaralar değişir. Her bölgenin bir komutanı vardır. Ve bu komutanların emrindeki adamlar, en az 3-4 köyü korumakla görevli olurlar.” (Evrensel, 7 Ağustos 2006)
Görüldüğü üzere İsrail-Lübnan savaşı, iki ülkenin egemenleri ve onlar adına savaşan ordular arasında cereyan etmedi. İsrail ordusuna karşı direnen bir halk ve örgütleri vardı. 35 gün süren savaş boyunca, Lübnan ordusunun ortalıkta görünmediği biliniyor. Öyle ki, İsrail saldırısı sonrasında Lübnan’ın bir ordusu olup olmadığı sorgulanmaya başlandı. Oysa Lübnan’da 60 bin kişilik bir ordu var ve bu ordu, Lübnan halkından kesilen paralarla besleniyor. Ama İsrail ordusu Lübnan’a girdiğinde, bin kişilik polis-asker ortak gücünün komutanı, garnizonda İsrail askerlerini ağırlayıp onlarla çay içti. Savaş boyunca Lübnan ordusunun esamisi okunmadı, İsrail askerleri çekildikten sonra ortaya çıkabildiler.
Bugün Irak’ta, Afganistan’da, Filistin’de, Lübnan’da, kısaca işgal altındaki bölgelerde, iki ülke ordusunun savaşı değil, işgal ordusu ile direniş örgütlerinin ve onunla bütünleşmiş halkın savaşı yaşanıyor. İşgale uğrayan ülkelerin işbirlikçi yönetimleri sayesinde, bu ülkedeki ordular ya baştan teslim oluyor, ya da kısa sürede dağılıyor. Buna karşın emperyalist-Siyonist işgali kabullenmeyen halk direnişe geçiyor. Ve kendi örgütlerini yaratıyorlar.
Bizim dilimizde; gerilla savaşı, direniş hareketi, silahlı ayaklanma olarak geçen halkın bu silahlı savaşım türleri, bugün emperyalistler tarafından; “düşük yoğunluklu savaş”, “asimetrik savaş” ve son olarak da “dördüncü nesil savaşı” gibi isimlerle tanımlanmakta ve bu durumla nasıl baş edecekleri üzerine yoğunlaşmaktadırlar.
Savaşı adlandırmadaki farklılık bile, kitlelerin belleklerinde önemli bir yer tutan kavramları unutturma çabasıdır. Fakat nasıl adlandırırlarsa adlandırsınlar, direniş savaşlarının özü aynıdır. Bu öz de, mücadeleyi zamana yayarak hasmı beklemediği yöntemlerle, beklemediği zamanda ve yerde vurmak, iradesini kırmaktır. Her dönem teknolojik yenilikler, ilk olarak ordularda yaşama geçmiştir. Ancak her defasında, güçsüzü temsil eden direnişçiler, güçlünün hassas noktalarını belirleyerek bu noktalara darbeler vurarak güçlenmiş, güç dengesini değiştirmeyi başarmışlardır.
Lübnan halkının İsrail ordusuna yaşattığı zor anlar, bir kez daha emperyalist-kapitalist devletlerin ordularını düşündürmeye ve buradan sonuçlar çıkararak kendilerini yeniden organize etmeye yöneltmiştir. Bu güçlere karşı düzenli ordu ile baş edemeyeceklerini gördüklerinden, orduyu küçültmeyi ve kirli savaş yöntemlerini daha fazla kullanmayı önlerine koydular. Direnişçi örgütlerin bulundukları coğrafyayı iyi bilmesi, küçük ve esnek birimler kurup vur-kaç taktiği izlemeleri karşısında daha geniş istihbaratı ve özel timleri öne çıkardılar. Düzenli orduların elindeki modern füze savunma sistemlerinin (Patriot, Arrow, vb.) uzun menzilli füzelere karşı oluşu, kısa ve orta menzilli füzelerde etkili olamaması, bu tür füzelere karşı savunma sistemini geliştirmeyi hedeflediler vb…
Kısaca, burjuvazinin tüm akıl hocaları, son yıllarda gelişen direniş hareketleri ve gerilla savaş taktikleri üzerine uzun uzun düşünmekte ve karşı ataklar geliştirmektedir. Yine bunların hesaplarına göre; iki ülkenin ordusu arasında geçen bir savaşta, saldırgan taraf, yani işgalci güç, savaşı kazabilmesi için saldırdığı ülkenin asker sayısının 3 katı çıkarma yapmak zorundadır. Eğer saldırıya uğrayan taraf, gerilla savaşı başlattıysa bu oran 1/7’ye çıkar. Yani 10 bin civarında olduğu söylenen Hizbullah’ın askeri gücüne karşılık, İsrail’in 70 bin asker göndermesi gerekirken, 30 bin kişilik bir ordu ile savaşa girmesinin yetmediği söylenmektedir. Fakat İsrail ordusu, 70 bin kişiyle de saldırsa, direnişe geçen bir halkın üzerinde hakimiyet kuramayacağı, yaşanan önceki savaşlarla kanıtlanmıştır. Savaş sürerken direnişe katılanların sayısı sürekli artmaktadır çünkü.
Öte yandan işgal ordularının artan askeri gücü, ekonomik ve siyasi faturayı da ağırlaştırmakta, ödedikleri bedeli büyütmektedir. Keza savaşın uzaması, iğrenç yöntemlerini çok daha fazla deşifre etmekte, kitle desteğini hızla yitirmelerine yol açmaktadır. Bütçenin büyük kısmını yutan askeri harcamalar ve savaş döneminde uygulanan ‘savaş ekonomisi’, halkın yaşam koşullarını çekilmez hale getirir. Halk bir an evvel savaşın bitirilmesini ister. İçteki savaş karşıtlığı ve hoşnutsuzluk, ayaklanmalara ve devrimlere kadar gidebilir. Böyle bir durumda işgal ordusu geri çekilse de, çekilmese de kaybetmiştir.
Kısacası, emperyalizmin askeri stratejistlerinin kurdukları tüm denklemler, sorunludur ve çözüm önerileri, kendi içinde paradokslarla doludur. Kesin olan; bugüne dek geliştirilen hiçbir askeri taktiğin, halk hareketini durdurmaya yetmediği, bundan sonrakilerinin de yetmeyeceğidir… Ne sayısal ne de teknolojik üstünlük, özgür, eşit, sömürüsüz ve savaşsız bir dünya isteyen ve bunun için savaşan “insan faktörü”nü yenebiliyor, onun yerini alabiliyor.
ABD’nin Irak’ta, İsrail’in Lübnan’da bataklığa saplanması ve yenilmezlik unvanlarının sarsılması, bu devletlerin havlu attığı ve savaştan geri çekilecekleri anlamına gelmemektedir. Savaşın yeni aşamaları, çok daha kanlı ve zorlu geçecektir. Elde edilen başarılar, hiç kimsede rehavete ve kolay zafer beklentisine yol açmamalıdır.
Burada önderliğin rolü devreye girmekte, devrimci ve komünistlere düşen görevler büyümektedir. Hamas, Hizbullah gibi örgütlerin ideolojik-siyasal duruşları ortadadır. Bunların direnme menzilleri bellidir. İşgale ve savaşa karşı, komünist ve devrimcilerin daha aktif mücadeleye atılması, direnen halklara önderlik etmesi şarttır…