AKP döneminde ekonomi yönetme tarzı genel olarak “üretimi yoket-sıcak para ile refah yanılsaması yarat” olarak özetlenebilir. Sıcak para akmaya devam ederken çok sorun değilmiş gibi görülen bu yönetme tarzı, ömrünü doldurduktan sonra, kitleler açısından daha ağır, daha yoğun ve sarsıcı bir ekonomik krizi beraberinde getirdi.
Bugüne kadar Erdoğan’ın en önemli sıcak para kaynağı, kamuya ait kurum ve kaynaklarının satışa çıkartılmasıydı. Öyle ki AKP hükümetleri döneminde yapılan özelleştirmelerin miktarı, TC tarihindeki toplam özelleştirme tutarını aşmıştı. (AKP’ye kadar olan dönemde özelleştirmelerden elde edilen para 8 milyar dolar iken, AKP’nin işbaşına geldiği 2002 ile 2020 yılları arasında 60.4 milyar dolar olmuştu. Bu sürede 220 kamu kuruluşu satıldı.) Ve “sata sata bitirdiler” sözü, ağızlara pelesenk oldu.
Mayıs 2023 seçimlerinin ardından, sıcak para arayışları yeniden hız kazandı. Maliye Bakanı Mehmet Şimşek ülke ülke gezerek para bulmaya çalıştı; ancak olmadı. Erdoğan’ın para arayışındaki en önemli hedefi ise Körfez ülkeleri oldu. Türkiye ekonomisi güven vermediğine ve kimse karşılıksız para vermeyeceğine göre, satacak kaynaklar da ustalıkla seçildi.
Mesela bir futbol maçını sattı Erdoğan. Galatasaray ile Fenerbahçe arasında oynanacak “Süper Kupa” maçı Suudi Arabistan’a satıldı. TFF (Türkiye Futbol Federasyonu) ile Suudi Arabistan Futbol Federasyonu arasında yapılan anlaşmaya göre, Süper Kupa finalini kazanacak takım 2.8 milyon euro, kaybeden takım ise 2 milyon euro alacaktı. TC’nin kuruluşunun 100. yılında bu önemli maçın Türkiye topraklarında değil de Suudi Arabistan’da oynanmasına izin veren TFF’nin, devletin ve bu duruma karar veren diğer kurum ve kişilerin(!) ne kadar alacağına ilişkin ise açıklama yapılmadı.
Maçın Suudi Arabistan’da oynanmasına karşı yükselen büyük tepkilere rağmen bu karardan dönülmedi. Ancak takımların alana Atatürk’ü anan pankart ve formalarla çıkmak isteği, şeriatçı Suudilerin engeline takılınca; üstüne bir de sahada maç öncesi standart olan İstiklal Marşı’nın okunmayacağı duyurulunca, takım yöneticileri tavır koymak zorunda kaldılar. Sonuçta oyuncular maça çıkmadı, maç fiilen iptal edilmiş oldu. Bu maç karşılığında Suudilerden büyük para bekleyen Erdoğan ise, maçın iptaline ilişkin önce muhalefeti suçladı; “Türkiye’nin çıkarlarına ilişkin açık bir sabotaj” olduğunu söyledi, “İslam düşmanlığı”ndan sözetti.
Üstelik olay, Erdoğan’ın Suudilerle ilişkileri yeniden güçlendirmeye çalıştığı bir dönemde gündeme gelmişti. Erdoğan’ın Suudilerle yakınlığının bir nedeni, şeriatla yönetilen ülkelerle ideolojik bağlarının olması iken; diğer nedeni de devlet gelirlerinin yüzde 90’ını petrolden elde eden bu ülkenin parasal kaynaklarına duyduğu ihtiyaçtı. 2015’te başa geçen Suudi Kralı Selman ile Erdoğan arasındaki ilişkiler, bu tarihten itibaren hızla arttı, ekonomik ve askeri alanda güçlendi. Cihatçı çetelerin Suriye’deki savaşlarını organize eden AKP yönetimi, bu çetelerin finansmanı konusunda Suudilerden destek alıyordu. 2018 Ekimi’nde Cemal Kaşıkçı’nın Suudi Arabistan’ın İstanbul konsolosluğunda öldürüldüğü dönemde, ilişkiler mecburen geriledi; ama Erdoğan’ın çabaları sayesinde kesilmedi. 2022 yılında Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman Türkiye’ye geldi; 2023’te Erdoğan Arabistan’a ziyaret gerçekleştirdi. Bu ziyaretler, Suudiler için olduğundan daha fazla Erdoğan için önemliydi; Suudiler kadar önemli bir para kaynağını korumak, onlardan aldığı para miktarını artırmak istiyordu. Sonuçta Erdoğan’ın çabalarına rağmen oynanamayan Süper Kupa maçı, Erdoğan’ın Suudilerden maddi beklentileri konusunda, buzdağının görünen yüzüydü.
Birleşik Arap Emirlikleri’ne (BAE) enerji alanında verilen “kapitülasyonlar” da Erdoğan’nın satış listesindeydi. BAE’ye 2023 Temmuz ayında yapılan ziyarette imzalanan 50 milyar dolarlık “stratejik ortaklık çerçeve anlaşması”nın içeriği yeni ortaya çıktı. Meğerse imzalanan “stratejik ortaklık”, stratejik enerji kaynakları ile ilgiliymiş. Bu anlaşma, Türkiye’nin yenilenebilir ve temiz enerji kaynaklarını (deniz-üstü rüzgar projeleri, karasal rüzgar ve güneş enerjisi projeleri, hidroelektrik santral projeleri, şebeke ve iletim projeleri, termik santral projeleri) kurma-işletme hakkını BAE’ye veriyor ve bu yatırım alanlarını BAE dışındaki her ülkeye ve şirkete kapatıyor. Tüm bu projeler, Türkiye tarafından BAE’ye ihalesiz, kayıtsız-şartsız teslim ediliyor; üstelik Türkiye projeler için finansman sağlamayı da taahhüt ediyor. Ruhsat, izin, ÇED raporu gibi konularda sağlanacak destek ve kolaylıklar da işin tuzu-biberi olarak anlaşmada yer alıyor. Üstüne bir de Maliye Bakanı Şimşek, bu kapitülasyon niteliğindeki peşkeş için BAE’ye “minnettarız” açıklaması yapıyor.
Erdoğan’ın her dönem bir şeyler satmayı başardığı bir başka Körfez ülkesi de Katar. Mesela 2015 yılında Katar, Türkiye’nin en büyük dijital yayın platformu Digitürk’ü, yasal boşlukları değerlendirerek satın aldı. Aynı yıl Türkiye Katar’da askeri üs kurdu. 2019 yılında Erdoğan, Sakarya’da bulunan Tank Palet Fabrikası’nın yüzde 49 hissesini Katar’a sattı. Kasım 2020’de Katar, Borsa İstanbul’un yüzde 10’luk hissesini satın aldı. Aslında 2015 yılında Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) ile Borsa İstanbul arasında imzalanan anlaşma ile, Borsa İstanbul’un yüzde 10’luk hissesini EBRD satın almıştı. Ancak ABD’de yargılanmış olan Halkbank eski yöneticisi Hakan Atilla, 2019 yılında Borsa İstanbul Genel Müdürü olarak atanınca, EBRD hissesini satarak bu alandan çekildi. Avrupa’nın sattığı hisseleri, Katar satın aldı. 2022 yılında Katar’da oynanan Dünya Kupası maçları için, yeterli personeli olmadığını söyleyen Katar, Türkiye’den 3 bin polis istedi.
Bunlar Katar’la ilgili ilk anda sayabileceğimiz, hepsi medyada uzun süre tartışılmış ve tepki toplamış satışlardan bazıları. Ancak belli ki Katar sermayesi, Erdoğan’ın her dönem öncelikli başvurduğu para kaynaklarından biri olmaya devam ediyor.
Parası da ekonomisi de “kara” olanlar
Ülkelerin ekonomik tablolarını değerlendiren kurumlardan birisi, FATF (Mali Eylem Görev Gücü). FATF, “kara para aklama ve terörün finansmanında riski yüksek olan”, işbirliği yapmayan ve mücadelede eksiklikleri bulunan ülkeleri, “uluslararası finansal sistemi tehdit ettiği için” tespit ederek listeleyen bir kurum. Bu başlıklara ilişkin en kötü durumda bulunan ülkeler, FATF’nin Kara Liste’sine girerken, riskli bulunan ülkeler de Gri Liste’ye alınıyor. İnterpol, Dünya Bankası, Avrupa Merkez Bankası gibi kurumlar, bu listelemede FATF’ye veri sunuyor.
Türkiye Ekim 2021’den bu yana, FATF’nin Gri Liste’sinde yer alıyor. Yani FATF değerlendirmesine göre Türkiye kara paranın aklanması ve terörizmin finansmanıyla mücadelede yeterince çaba göstermiyor. Aslında tüm veriler, Türkiye ekonomisindeki kara para varlığını ortaya koyuyor.
Mesela yeni patlak veren “fenomen skandalı”na bir bakalım. Hiçbir vasfı-eğitimi-sermayesi olmayan gencecik insanlar, 2-3 yıl gibi kısa bir sürede devasa servetlere kavuşuyorlar; şirketler kuruyor, etrafa dolarlar-altınlar saçıyor, lüks otomobiller-villalarla “takipçileri”nin gözlerini kamaştırıyorlar. Kaynağı belirsiz bu müthiş ihtişamın arkasında, kara para aklama faaliyetinin olduğunu görmek zor değil. Olay patladıktan sonra “fenomenler” tutuklanıyor, ama onlara bu parayı verenler de, bu paranın kaynağı da, arka plandaki kirli ilişkiler de itinayla gözlerden gizleniyor.
Yine fonda “güzel kadın”ların rol aldığı bir başka kara para aklama örneği, “Fatih Terim fonu” örneğinde olduğu gibi saadet zincirlerinde ortaya çıkıyor. Futbolcular başta olmak üzere bir kesim, yüzbinlerce dolarlık servetlerini, kayıtsız-belgesiz, pastane köşelerinde çantalar içinde birilerine teslim ediyor ve yüzde 30-40’lara varan faizler bekliyorlar. Vaadedilen faizin “saadet zinciri” adı verilen Ponzi sisteminden geleceği açık, ama yatırılan anaparanın kaynağı nedir, bilinmiyor. Bu kadar serveti yasadışı bahislerden mi, yoksa kirli alanlardan mı elde ediyorlar da, bankacılık sistemine-kayda sokmadan yasadışı bir faizin peşinden koşuyorlar, belli değil.
İçişleri Bakanlığı döneminde Soylu’nun bütün suçlularla fotoğrafları yayınlanıyordu. Bakanlık değiştikten sonra, Soylu’nun “ekibi”nin tasfiyesi tam gaz sürdü. Üstüste “çeteler çökertiliyor” (Gerçi bazı çetelerin çökertildiği haberleri bir-iki ay arayla tekrar tekrar basında yer alıyor; nasıl oluyorsa!) çete liderleri yakalanıyor. Hatta İnterpol tarafından aranan çete liderleri peşpeşe İstanbul’da yakalanıyor, tutuklanıyor. Hemen hepsinin de, TC vatandaşlığı aldığı, TC pasaportu taşıdığı ortaya çıkıyor. Bir yanıyla, bu çete liderlerinin tek başına (ya da en fazla 2-3 kişiyle birlikte) yakalanması, aslında çetenin faaliyetlerinin sürmeye devam edeceğini, yapılan operasyonun “şov” olmaktan ileriye gitmediğini gösteriyor. Diğer yandan, “ev alana vatandaşlık” kampanyaları ile, her ülkenin çetesinin, suçlusunun, kaçakçısının artık rahatlıkla “TC vatandaşı” olabildiği ortaya çıkıyor. Ve belli ki, onların tüm yasadışı faaliyetlerinin Türkiye’de sürmesine göz yumuluyor.
Uyuşturucu ticareti ise son yıllarda Türkiye ekonomisinin en önemli gelir kalemi haline gelmiş durumda. Türkiye artık “dünya uyuşturucu trafiğinin merkezi” olarak tanımlanıyor. Dünya genelinde uyuşturucunun yüzde 80’i Afganistan’da üretiliyor ve dünya pazarlarına Türkiye üzerinden gönderiliyor. Keza Latin Amerika kaynaklı uyuşturucunun dünyaya dağılımı da yine Türkiye üzerinden yapılıyor. Ukrayna’daki savaş, Asya’dan Avrupa’ya uzanan uyuşturucu rotasının da Türkiye’ye dönmesine sebep olmuş.
Avrupa Uyuşturucu ve Uyuşturucu Bağımlılığı İzleme Merkezi (EMCDDA), koronavirüs salgını sonrasında, Türkiye’de ele geçirilen eroin miktarının rekor düzeyde arttığını açıkladı. Rapora göre 2020 yılında Türkiye’de 13,4 ton eroin ele geçirilirken, 2021’de 22,2 tonu aştı. Latin Amerika kökenli kokainin Türkiye’de yakalanma rakamları da astronomik bir rekoru ifade ediyor. Türkiye’nin resmi rakamlarına göre, 2014’te 393 kilo kokain yakalanmışken, 2021’de bu rakam 2.8 tona çıktı.
Konuyla ilgili olanlar, yakalanan her 1 kilo uyuşturucuya karşılık, 10 kilo uyuşturucunun yakalanmadığını belirtiyorlar. Yani 9 kilo yakalanmadan geçip gidiyor. Keza tonlarca uyuşturucu yakalanan operasyonlarda tutuklu sanık bulunmuyor. Türkiye’ye gelmek üzere Latin Amerika’dan yola çıkan bazı gemiler, yola çıkmadan önce ya da yolda başka ülkelerde yakalandığında, “alıcı”nın kim olduğu açıklanmıyor. Yakalanan uyuşturucunun kaynağına gidilmiyor, bu ticareti yapan, yardım eden, onay veren, göz yuman, pay alan hiç kimse açığa çıkmıyor. En başta Süleyman Soylu hakkında dava açılması gerekirken, bu yönde hiç bir adım atılmıyor. Öyle olunca da uyuşturucu ticareti “normalleşerek” devam ediyor. Yakalanan birkaç kişinin ardından aynı çark, aynı biçimde dönmeyi sürdürüyor.
Ve bu çark, Türkiye’yi mafyaların, çetelerin, kara paraların, kara faaliyetlerin merkezi haline getiriyor.
Üretim ekonomisinden
kara para ekonomisine
Son 20 yılda ülke ekonomisi adım adım ve sistemli biçimde çökertildi. Tarım başta olmak üzere üretimden giderek uzaklaşıldı; en temel gıda ürünlerinde bile dışarıya bağımlı bir ekonomik yapı oluşturuldu. Öyle ki Türkiye fındık, fıstık, kayısı, şeftali, incir gibi birkaç gıda kalemi dışında, tüm gıda ürünlerinde ithalat yapıyor. Buğday gibi stratejik bir tarım ürününde, Türkiye dünyada en çok ithalat yapan 3. ülke konumuna yükseldi.
Diğer taraftan, üretim eksikliği ile oluşan ekonomik olumsuzluklar, ülkeye yoğun sıcak para girişi ile kapatıldı, görünmez hale getirildi. Başlangıçta özelleştirmeler sıcak para ihtiyacını büyük oranda karşılarken, özelleştirilecek kalemlerin azalması ve finanse edilmesi gereken kesimlerin çoğalması (sarayın devasa rakamlara ulaşan bütçesi, garanti ödemeli köprüler, havaalanları, hastaneler vb) yasal yollardan bu paranın tedarikini zorlaştırdı. O koşullarda yasadışı paraya duyulan ihtiyaç arttı. Mafyalaşma ve çeteleşme bu koşullarda güç kazandı.
Yanısıra, 2011’den buyana Suriye topraklarında yürütülen savaş, bir başka yasadışı gelir kalemine dönüştü. Kuzey Irak petrolünün ve Suriye’de IŞİD’in kontrolü altında olan petrolün Türkiye üzerinden yasadışı biçimde dünya pazarlarına gönderilmesi, önemli bir kara para kaynağı oluşturdu. Keza cihatçı çetelerin beslenip eğitilmesi ve savaştırılması için, Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez’den ve Batılı emperyalistlerden gelen para ve silahlar da bir başka kara para kaynağını oluşturdu.
AKP yönetimleri, bu sürecin yasal dayanaklarını da adım adım ördü. 2003 yılında, başa gelir gelmez, “nereden buldun” uygulamasına son verdi. Ardından 2008 yılında yurtdışında yerleşik kişilerin bankalar vasıtasıyla döviz transfer etmeleri yasal hale getirildi; yurdışından bireysel döviz kredisi kullanmak, kara para aklama yöntemlerinden biriydi. 2006 yılından bu yana, Türkiye’de “vergi cenneti” ülkelerin listesi yayınlanmadığı için, bu ülkelerle kurulan ilişkiler yasal olarak sürdürülebiliyor. (Mesela Malta’da kurulan tabela şirketler üzerinden, Türkiye’den Çalık, Cengiz, Rönesans Holding gibi birçok kişi ve şirket, kara para aklayabiliyor) 13 yılda 7 defa “Varlık Affı” çıkartılan Türkiye’de, ülke içinde ya da dışındaki tüm kayıtdışı paranın vergisiz ve sorgusuz olarak kayda girmesi sağlandı.
Oluşan tablo, Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün dünya genelinde hazırladığı Yolsuzluk Algılama Endeksi’nde de açıkça kanıtlandı. 2022 Ocak ayında yayımlanan tabloya göre, Türkiye 180 ülke arasında 101. sırada yer aldı.
Ekonomik krizin yükü emekçilere
2023 yılını, son 22 yılın en yüksek enflasyonuyla kapattık. Son iki yıldır asgari ücret, belirlendikten birkaç ay sonra açlık sınırının altına düşüyor. İşsizlik ve yoksulluk çığlaşarak büyüyor. Gelecek belirsizliği, hangi düzeyde eğitim almış olursa olsun, tüm gençlerin en büyük sorunu. İşçi ve emekçiler, özellikle de genç işsizler, çok ağır çalışma koşulları altında açlıkla sınanıyor; yaşam savaşı veriyorlar. Milyonlarca emekli “ölüm sınırı”nda yaşama mahkum edilmiş durumda.
Bu koşullarda çaresizleşen insanların, çetelerin ve mafyaların ağına düşmesi, onlara insan kaynağı oluşturması kolaylaşıyor. Hatta bazı kesimler için kaçınılmaz hale geliyor.
Oysa sadece ekonomik koşulların düzelmesine değil, insanca yaşam koşullarına da ihtiyacımız var. AKP yönetiminin önünü açtığı yolsuzluk ve çeteleşmeyle gelen ekonomik refah, aynı zamanda yozlaşmayı ve çürümeyi de beraberinde getiriyor.
Bu nedenle, “insanca yaşama” hakkı mücadelesi, ekonomik koşulların düzeltilmesi kadar, siyasal-toplumsal koşulların düzeltilmesi ile de içiçe geçmektedir. Laik-bilimsel-anadilde eğitimden işsizlik sorununun çözümüne, ücretlerin artmasından çalışma saatlerinin düşürülmesine kadar, her alanda topyekun mücadelenin yükseltilmesinden başka çıkış yolu görünmemektedir.