Diyarbakır’da 14-15 Ocak tarihlerinde Özgür Kadın Hareketi (TJA) tarafından “Sessizlik zinciri: Kadın siyasi mahpusların etrafındaki duvarları yıkmak” konulu uluslararası bir konferans düzenlendi. Konferansın yaşattığı duygu; acılarımızın ortak ve evrensel olduğu, ama aynı zamanda mücadelemizin de aynı inanç ve kararlılıkla devam ettiği oldu.
İki gün süren konferans, egemenlerin tüm dünyada neredeyse aynı yöntemlerle ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi verenlere büyük bir hınçla saldırdığını, hapsettiğini, katlettiğini bir kez daha gözler önüne serdi. Ortadoğu’dan, Latin Amerika’dan, Avrupa’dan katılan kadın tutsaklar, yaşadıklarını anlattıklarında hiç yabancısı olmadığımız uygulamaları ve yine hiç yabancısı olmadığımız direnişlerini dinledik.
“Anlatılan bizim hikayemiz”di
Örneğin “İrlanda Cumhuriyet Ordusu” IRA militanı olmaktan 14 yıl hapiste kalan Martina Anderson’un anlattığı Brixton ve Durham Cezaevleri’ndeki hücreler, 12 Eylül’de kaldığımız hücrelerden farksızdı. “Hücrelerde tuvalet yoktu, 40 kadın her sabah geceden kalan vücut sıvılarımızı atmak için koşturuyorduk, özellikle adet dönemlerinde koku çok ağırdı. Her kış kanalizasyon sistemi tıkanır ve tüm atıklar biz mahkumların yediği yemeğe akardı.”
Neredeyse her gün karşılaştıkları sözlü cinsel tacizler, soyarak aramalar, Alman faşisti Mengele benzeri doktorların yaptıkları da benzer nitelikteydi. İstemediği halde ameliyata alınması, yarı baygın halde çıplak biçimde cezaevi arabasına bindirilmesi, gün boyu kan kaybettikten sonra rahminin alındığını öğrenmesi… “Doktor Ölüm” adını verdikleri jinekoloğun bilerek rahmine zarar verdiğini, IRA’lı kadınlara yaşattığı işkencenin aynı zamanda çocuk yapmalarını engelleme girişimi olduğunu anlatırken, şovenist saldırganlığın sözde demokratik Avrupa’da da aynı vahşilikle sürdüğünü gördük.
Filistin’den gelen Kifaf Afifi ise, İsrail’in Gazze saldırısına duyduğu öfkeyle başladı sözlerine. “İnsanın vatanına, toprağına bağlılığının karşılığı katliam olmamalı” dedi. 11 yaşında iken “Sabra ve Şatilla” katliamını yaşadığını ve Şatilla kampında çektiklerini anlattı: “Her birimizi bir yere topladılar, kadınlar, erkekler, gençler, çocuklar… Kepçeyle kocaman bir çukur kazdılar ve insanları diri diri gömdüler, hepsi gözlerimin önünde oldu… Babamı ve üç erkek kardeşimi o katliamda kaybettim, ne ölülerine ne dirilerine ulaşabildik.”
Afifi, sonraki yıllarda üç kardeşini daha kaybediyor. Yaşadıkları üzerinden 14 yaşında FKÖ’ye katılıyor, 16 yaşında hapsediliyor. 7 yıl süren hapislik yaşamını ise şöyle anlatıyor:
“Esir düştüğümde ilk ve tek Filistinli kadın bendim, 2 yıl tek başına hücrede kaldım… Ajan olmayı kabul etmediğim için bana sürekli işkence yaptılar. Rahmimin içine elektrik veriyorlardı, her türlü tacizde bulunuyorlardı… Bir gün benden İsraillilerin kullandığı tuvaleti temizlememi istediler. Tuvalette bir demir parçası gördüm, ‘İsrail’e ölüm’ yazdım. ‘Ölümüm davama bir kazanç olacaksa hoş geldi’ yazdım. Ondan sonra demir çubuğu aldım hücreme girdim. 4 saniye sonra kapıyı açtılar saçlarımdan tutup beni yerlerde sürüklediler. Isındıkları bir soba vardı, beni o sobada yaktılar. Yılbaşı öncesiydi o soğukta bir hafta dışarıda bıraktılar.”
İspanya’nın BASK eyaletinin bağımsızlık mücadelesine katıldığı için 20 yıl hapiste kalan İtziar Martinez, çocuğunu üç yaşına kadar hapiste büyüttüğünü anlattı. Hapiste doğup büyüyen çocuklarımızı hatırladık. Annesini veya babasını konuşturabilmek için şubeye getirilen, ya da daha annesinin karnında iken işkenceyle karşılan, yıllarca annesiz-babasız büyüyen, hatta katledilen çocuklarımızı…
Filipinler’den, İran’dan, Güney Kürdistan’dan, dünyanın dört bir yanından gelen tutsak kadınların anlattığı hemen her şeyde bizden bir parça vardı. O yüzden kimse yabancılık yaşamadı, çok hızlı biçimde kaynaşıldı, kucaklaşıldı…
Filistinli Kifaf’ın gözleri dolarak anlattıkları, ön sırada beyaz tülbentleriyle oturan Kürt annelerini de ağlattı. Aralarından biri, (Fince Akman) sahneye fırlayıp ona sarıldı. Dakikalarca öyle kaldılar. Konferansın en duygulu anlarından biriydi.
Bir diğer duygusal an da, 30 yıl hapis yattıktan sonra yakın zamanda tahliye olan 5 Kürt kadının sahneye çıkıp katılanları selamlamasıydı. 20’li yaşlarda hapse girip 50’li yaşlarda çıkan ve inançlarından bir şey kaybetmeden dimdik duran bu kadınlar, ayakta alkışlandı; bunu fazlasıyla hak etmişlerdi.
“Aynı memeden emmişiz dostlar,
sizlere kanım kaynıyor”
Hangi ırktan, ulustan, mezhepten olursa olsunlar, insanlığın özgürlüğü ve eşitliği için mücadele edenlerin ruhsal birliği konferansa hakimdi. Uzun zamandır eksik olan enternasyonal birlik ve dayanışmanın hazzı sardı tüm katılımcıları. Şairin dediği gibi “aynı anadan doğmuş, aynı memeden emmiştik”, “kan kardeştik” birbirimizle…
IRA davasından yattıktan sonra milletvekili seçilen, sonra Avrupa Parlamentosu’nda görev alan Martina Anderson’a “12 Eylül” kitabımızı hediye ederken, “nereden nereye” demekten kendimizi alamadık. IRA militanları 1981’de ölüm orucuna başladığında, bizler 12 Eylül hapishanelerinde tutsaktık. Eylemlerini gün gün takip etmiş, yüreğimiz ağzımızda nasıl sonuçlanacağını beklemiştik. “Biz özgürlük kuşlarıyız, bizleri demir kafeslerde tutamazlar” diyen Bobby Sands bizi çok etkilemişti. O sıralar Mehmet Fatih Öktülmüş Sağmalcılar Cezaevi’nde tutukluydu, onunla aynı koğuşta kalanlar, Fatih’in de büyük bir dikkatle eylemi takip ettiğini yazmışlardı mektuplarında.
Şimdi Bobby Sands’ın yoldaşıyla karşı karşıyaydık. Ona “12 Eylül” kitabını ve IRA’nın eylemini anlatan bölümü gösterdiğimizde, çok duygulandı. Bobby Sands’ın kendisinden çok daha fazla oy alarak içerdeyken milletvekili seçildiğini söyledi. Biz de Bobby Sands ve yoldaşlarının Türkiye’deki komünist ve devrimci tutsaklara esin kaynağı olduğunu, sonrasında Diyarbakır ve İstanbul’da ölüm orucu eylemlerinin başladığını söyledik.
Türkiye’deki komünist tutsaklar olarak IRA militanlarıyla güçlü bir duygu bağımız olmuştu. Onların ölüm haberlerini gazeteden okuduğumuzda gözyaşlarımızı tutamadık. Sonrasında eylemlerimizde yaşattık, kitaplarımızda anlattık, onları hiç unutmadık. Yaklaşık 40 yıl sonra kitabı yoldaşlarına ulaştırıyor, İrlanda’ya gönderiyor olmak, gerçekten güzel bir duyguydu…
Benzer bir duyguyu Filistinli Kifaf’la da yaşadık. Sabra ve Şatilla katliamı olduğu sırada, bizler faşist yaptırımlara karşı direndiğimiz için tecrit odasına atılmıştık. Kitap, gazete, mektup, görüş, her şey yasaktı; ama koğuştaki dostlarımız sayesinde elimize ulaşan gazetelerden takip ediyor, Filistin halkının çektiği acıları yüreğimizde hissediyorduk. Zorunlu sürgüne gönderilenler “yine geleceğiz, bizi bekleyin” diyordu. Bu sözler, Siyonizm’in Filistin halkını yenemeyeceğinin ilanıydı. Hepimizi çok etkilemişti, içimizde Arap ulusundan bir yoldaş onlar için bir şiir yazmıştı.
Şatilla katliamında 11 yaşında olan ve yıllarca Şatilla kamplarında kalan Filistinli Kifaf’la karşı karşıyaydık şimdi. Ne yazık ki, ona bunları anlatacak bir tercüman yoktu yanımızda. Fakat “Hücreler” kitabımızı hediye ettik; Türkiye’den Filistin’e dayanışma duygularımızla Filistin halkının direnişini selamlayarak…
“Bizim de günümüz gelecek”
Konferansta ders niteliğinde başka ortak yanlarımız da vardı. Ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesi veren pek çok örgüt, 2000’li yılların başında “barış” veya “çözüm” adı altında egemenlerle masaya oturmuştu. Fakat sonrasında beklenen “barış” gelmemiş, hatta eskisinden daha kötü bir tablo ortaya çıkmıştı. Bask, Katalonya, Kolombiya vb. ülkelerden katılımcılar (kimi canlı yayınla konferansa katıldı) “barış görüşmeleri”ni yürüten heyetteki yoldaşlarının şimdi hapiste olduklarını söyledi.
Bizde de öyle değil mi? “İmralı heyeti” içinde yeralanlar, hatta “akil insan” diye kendilerinin belirlediği kişiler bile hapis yatmadı mı, çoğu halen hapiste tutulmuyor mu?
Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin “barış” görüşmelerinin ne kadar sahte olduğu kadar, nasıl birlikte hareket ettiklerinin görülmesi bakımından çarpıcı bir tablo serilmişti gözümüzün önüne. 1990’ların ortalarında başlayıp 2000’lerde iyice yayılan “barış-çözüm” süreçleri, son yıllarda tamamen bitti. Ciddi bir değişiklik olmadığı gibi (çoğunda daha kötüye gitti) süreci yürüten örgüt temsilcileri ya hapsedildi, ya katledildi.
Emperyalistler ve işbirlikçileri tüm dünyada ortak hareket ediyorlar! Yürüttükleri politikalar bile aynı! Ne var ki, onlarla mücadele edenler, birleşik tarzda hareket etmiyor!
Konferansın olumlu yanlarından biri de bu gerçeğin yüzümüze vurulmuş olmasıydı. Acılarda ortaklaşmak yetmiyordu; örgütlenme ve mücadele biçimlerinde de ortaklaşmak gerekiyordu.
İkinci gün, “medya, sanat, hukuk, siyaset” başlıkları altında dört birim oluşturuldu. Buralarda sorunlar ve çözüm yolları tartışıldı, eleştiri ve öneriler sıralandı. Bunlar konferansa sunuldu ve ortak bir metin haline getirilmesi kararlaştırıldı. Kadın tutsaklar başta olmak üzere politik tutsakların yaşadığı sorunları gündemde tutması ve birlikte mücadeleyi örebilmek için “uluslararası ağ” oluşturmak dahil, çeşitli biçimlerin devreye sokulması istendi.
Politik tutsaklar üzerinde baskılar artarak sürüyor. Tecrit başta olmak üzere birçok hak gaspı yaşanıyor. “İdare ve gözlem kurulu” adı altında tutsaklar keyfi biçimde cezalandırılıyor, tahliyeleri geldiği halde bırakılmıyor. Tutsakların sorunlarına daha fazla sahip çıkmak, onları yalnız bırakmamak gerektiği çok açık. Bu doğrultuda örgütlenmeleri ve mücadeleyi büyütmek ve ortaklaştırmak, yakıcı öneme sahip.
* * *
IRA militanı olarak yıllarca hapis yattıktan sonra, Sinn Fein’in temsilciliğini üstlenen Martina Anderson, konuşmasını İrlandalıların çok sevdiği bir sözle bitirdi: “Bizim de günlerimiz gelecek!”
Stalin de ikinci emperyalist savaşın sürdüğü, Nazilerin Moskova kapılarına dayandığı günlerde; “Bizim sokaklarımıza da bayram gelecek” demişti. Keza katliamlarla sürülen Filistinliler “yine geleceğiz” diyerek kararlılıklarını, geleceğe dair umutlarını ifade etmişlerdi.
En zor koşullarda bile güzel günlere olan inancı yitirmemek çok önemli. Buna inanıyor ve bunun için mücadele ediyoruz.