6 Şubat depreminin yıldönümünde, depremin kendisi kadar acıtan, yaralayan bir tehdit ile karşılaştı depremzedeler. Erdoğan, 3 Şubat günü Hatay’da yaptığı konuşmada, “merkezi yönetimle yerel yönetim elele vermezse, o şehre herhangi bir şey gelmez. Hatay’a geldi mi? Hatay garip kaldı” dedi.
Erdoğan’ın sözleri bir yanıyla doğruydu; gerçekten de Hatay’a karşı özel bir ambargo uygulanmış, kendi kaderine terk edilmişti. Diğer taraftan, söyledikleri yanlıştı; Adıyaman’da da, depremden sarsılan diğer kentlerde de hala çadırlarda kalan, deprem sonrasında hayatı düzelmeyen insanlar vardı.
Yine de sözler öylesine acımasızdı ki, hepimiz bir kere daha yüreğimizin, benliğimizin en derinliklerine yerleşmiş olan dehşet günlerini hatırladık. Hatay, depremin en fazla yıktığı, devlet yardımının en az geldiği kentti.
Sokaklarda sadece kendi insanlarımız vardı; komşularımız, arkadaşlarımız… Karın yağması Hatay’da az görülür; deprem gecesi kar yağıyordu Hatay’ın üzerine… Sadece birkaç saat önce capcanlı hayatların yaşandığı, şimdi sadece moloz görüntüsü olan yığıntıların üzerine… Canını zor kurtarmış, incecik kıyafetiyle, terliksiz çorapsız dışarı fırlamış, şimdi enkazın altında kalan yakını için panikle yardım etmeye, yardım bulmaya çalışan insanların üzerine…
Basında dikkatler asıl olarak Maraş’a çevrilmişti. Hatay’ın çaresizliğini, terkedilmişliğini öğle saatlerinde öğrendi kitleler. Sonrasında büyük bir sahiplenme, büyük bir seferberlik oluşturuldu.
Depremin ilk anlarından itibaren Hatay’daki devrimciler, demokratlar, reformist partiler sokaklardaydı. Kendileri de depremzedeydiler; ama enkaz altında kalana yardım etmek, arama-kurtarma çalışmalarına katılmak, sağ kalanların yaşamını organize etmek, gıda vb. bulmaya çalışmak, asıl olarak onların görevi haline gelmişti. Ne belediye vardı ortalıkta, ne de yardım edecek resmi bir kurum…
AFAD depremin ilk yarım saatinde, tabloyu ortaya koyan bir rapor hazırlamış, devlete vermişti. Ama yardımlar, depremde bile öncelikle yandaşlara gidiyordu. Osmaniye’ye inen yardım uçaklarını, depremde hasar görmeyen Antep merkezine kurulan çadırları gördük ekranlarda. Ama Hatay yoktu listede, Maraş-Pazarcık yoktu…
Aynı gün İstanbul’dan ve başka kentlerden, gönüllüleri taşıyan otobüsler, yardım taşıyan tırlar kaldırıldı. Büyük bir dayanışma ruhu ve seferberlikle, halktan yardım yağdı deprem bölgelerine…
Devlet neredeydi?
“Devlet yoktu” deniyordu depreme ilişkin değerlendirmelerde. Aslında “devletin yardımı yoktu” demek daha doğru. Çünkü devlet bütün gövdesiyle deprem bölgesindeydi. Yardım etmek için değil ama, engellemek için!..
Önce gelen yardımları engellemek için şehir kapılarına barikatlar kurdu. Hatay’a gelen yardımlar, Adıyaman’a ve başka bölgelere yönlendirildi. Sonrasında doğrudan AFAD depolarına alındı yardım tırları. Aylar sonra başka illerde semt pazarlarında satılan bazı kıyafetlerin ceplerinden, gıda paketlerinin içlerinden notlar çıkmaya başladı; depreme yardım için gönderilmiş yazılı notlar…
İş makinaları engellendi mesela. Kepçe operatörleri kepçelerini alarak deprem bölgesine gelmiş; “giriş izni verilmediği için 20 saattir kent sınırında bekliyoruz” diye röportajlar vermişlerdi televizyonlara. En kritik, en yaşamsal, insanların kurtulma ihtimalinin en yüksek olduğu ilk günlerde, kepçeler, vinçler, hiltiler, iş makinaları yoktu depremzedelerin yanında. Elleriyle, tırnaklarıyla, sağdan soldan buldukları basit el aletleriyle enkaz kazarak yakınlarına ulaşmaya çalıştılar.
Sonrasında da vardı devlet. Özel harekat kıyafetleriyle, ellerinde otomatik silahlarla yollarda devriye geziyorlardı mesela. Kendi dükkanını, evini boşaltmak, eşyalarını güvenceye almak isteyenleri darpediyor, tutukluyorlardı. Ara sokaklarda PÖH’ler insanlara işkence yapıyordu.
Cihatçı çeteler dükkanları yağmalarken yoktular ama. Yine çeteler, tekbir sesleriyle “baraj patladı, kaçın” diye bağırarak kitlenin üzerine koşarken yoktular!..
Depremzedelere yardım etmeyen devlet, birbirine yardım eden, dayanışma ruhuyla ayakta kalmaya, toparlanmaya çalışan kitleyi dağıtmak, Antakya’dan kaçırmak için her yöntemi kullanıyordu.
Sonra yasaklar koymak için bütün gövdesiyle oradaydı. Evini boşaltmak gibi en temel şeyler için bile izin almak gerekiyordu. Sevgi Parkı’na kurulan çadırlar da devletin yasak kapsamındaydı. Enkazdan çıkan annenin, bebeğini emzirmesi de yasaklanmıştı mesela; önce DNA testi yapmasını istemişti devlet. Depremde korkmuş, üşümüş, acıkmış, bütün hücreleriyle paniği hissetmiş olan bebek, ancak DNA testinden sonra kavuşabildi annesine…
Depremzedelerin evlerine, zeytin bahçelerine, ata topraklarına el koymak da devletin işiydi. Canını zor kurtaran insanlar, malını da kurtarmaya çalışıyordu devletin açgözlülüğünden. Hazine arazileri dururken, zeytinliklerin gaspedilmesine engel olmaya çalışıyorlardı. Devlet tapuları gaspediyordu bir telefon mesajıyla.
Şehrin kalbinde oturan emekçilerin bir daha oraya dönememesi için, zenginler, yandaşlar ve Suriyeli çeteler taşınıyordu kente pervasızca. Rant elde etmek için depreme dayanıksız bina yapılmasına, “imar barışı” adı altında niteliksiz yapıların imar almasına onay veren devlet, daha büyük rant elde etmek için, depremden bile faydalanıyordu.
“Devlet enkaz altında kaldı” diyorlar ya; devlet evlerimizi yıkandı aslında, enkaz altında kalan ise bizdik! İşçi ve emekçiler, devrimci-demokratlar dayanışma ile ayağa kalkmaya çalışırken, devlet kendi gerçek rolü, gerçek göreviyle oradaydı!
Biz bize yeter miyiz?
Devletin bu umursamazlığı, devrimci-demokrat kesimlerin “biz bize yeteriz”, “dayanışmayla ayağa kalkacağız” gibi kampanyalarının da daha güçlü bir biçimde yürütülmesini getirdi.
Elbette deprem bölgesinde olmayan kitleler, bütün güçleriyle, bütün olanaklarıyla, çoğu zaman kredi kartını kullanarak, birkaç aylık maaşlarını yatırarak malzeme satın almış ve deprem bölgesine göndermişlerdi. Binlerce gönüllü, depremzedelerle aynı çadırları, aynı yemekleri paylaşarak, aynı enkazların içinde acıları ortaklaştırarak çalışma yürütüyorlardı. Yanısıra gerici çetelerin, yağmacıların saldırıları da yine dayanışma ile kurulacak ortak direniş komiteleri ile çözülmesi gereken sorunlar arasındaydı.
Ancak bu yeterli değildi. İlk şok atlatıldıktan, ilk yaralar sarıldıktan sonra, dayanışmanın gücü kadar eylemin gücü de gerekliydi deprem bölgelerinde. Çünkü dayanışma en fazla günlük sorunları çözmeye yetiyordu. Diğer taraftan, yerel ya da merkezi yönetimin çözmesi gereken devasa sorunlar sözkonusuydu.
İlk günlerde kentte hiç ışık yoktu mesela. Bir ay boyunca, kent ışıklandırması yok denecek kadar azdı. Elektrik tesisatının hızla yenilenmesi ve çadır bölgeleri başta olmak üzere kentin tamamen aydınlatılması gerekiyordu.
Birkaç gün içinde, insan bulunan her yerde çöp dağları oluşmaya başladı. Yemek başta olmak üzere pek çok ihtiyaç, tek kullanımlık plastik malzemelerle karşılandığı için, çöp konusu en önemli sağlık sorununa dönüştü. Birkaç hafta içinde, dışarıdan gelen belediye ekiplerinin çöp arabaları gezmeye ve düzenli çöp toplamaya başlayınca, belli bir rahatlama oldu.
Sonra toplu ulaşım… İnsanların özel araçlarının bile çoğu enkazdan hasar görmüş olduğu için, ulaşım en büyük soruna dönüşmüştü. Toplu taşıma zaten yoktu. Bu nedenle hastaneye gitmek, başka bir ilçedeki akrabasının yardımına koşmak gibi en temel insani ihtiyaçları karşılamak, büyük bir soruna dönüşüyordu.
Çadır azdı, konteyner yoktu; kışın ayazında ısınmak, uyumak, tuvalete gitmek gibi en temel şeyler için büyük bir mücadele gerekiyordu. Bunların her biri için, hem belediyeden hem de devletten talepte bulunmak, bu talepleri eylemle ifade etmek lazımdı.
Bunlar ve benzeri sorunlar, dayanışma ile değil, ancak eylemle çözülecek sorunlardı. Kızılay’ın Ahbab’a parayla çadır satmasının hesabını eylemle sormak, toplu ulaşımın hızla hayata geçmesi için belediyenin önünde protesto düzenlemek, henüz bütün cenazelerin çıkarılmadığı binaların enkazının kaldırılmasını engellemek için kitle seferberliği yaratmak gerekiyordu. Depremzedelerin artık ilk şoku atlattığı, dışarıdan gelen belediyelerin bazı önemli görevleri üstlendiği ve depremzedelerin günlük yaşamını bir biçimde idame ettirecek yardımlara ulaştığı koşullarda; enkazların kaldırılma biçimi, kayıpların aranması, kalıcı ve güvenli konut hakkının savunulması, yıkılan mahallelerin yerinde dönüşümü, toplu taşımanın işletilmesi, içme suyunun sağlanması, yeni hastaneler açılması gibi talepler daha önemli, daha zorunlu hale gelmişti.
Dayanışma faaliyetleri devam ederken, temel yaşamsal ihtiyaçlar için kitleler sokaklara dökülmeli, alanlarda taleplerin haykırmalıydı. Dayanışma faaliyetlerinin gücü, böylesine bir yıkımı düzeltmek için yeterli değildi, olması da mümkün değildi. Daha da önemlisi, dayanışmanın böyle bir gücü olsa bile, öncelik, bu taleplerin devletten, bizim vergilerimizle oluşturulmuş bütçeden talep edilmesi, hak alma bilinciyle hareket edilmesi gerekiyordu.
Ne yazık ki bu konuda ilk yönlendirme devrimcilerden gelmedi; zeytinliklerin gaspına öfkelenen kitlenin doğal bir eylemi olarak patlak verdi. Sonrasında bunu güçlendirme ve yaygınlaştırma çalışması da yürütülmedi.
Büyük bir felaket yaşadığında, o felaketin dışında kalan kitlenin ilk tepkileri daha duygusal, daha sahiplenicidir. Ancak araya zaman girdikçe, kendi ihtiyaçları, kendi yaşamının zorunlulukları devreye girer. Bugüne dek ne kadar çok konu için “unutursak kalbimiz kurusun” sloganı atılmıştır. Ama yine de unutulur, geriye itilir. Bu, yaşamın doğası gereği böyledir.
Bir taraftan, felaketin yaşandığı ilk anlarda bütün içtenliğiyle maddi olanaklarını ortaya koymuştur insanlar; ancak sonuçta onlar da dar gelirli, yoksuldur. Aylar boyunca sürecek bir yardım faaliyetini kaldıramazlar. Diğer taraftan, devletin görevlerini üstlenmenin yarattığı bir yorgunluk da çıkar ortaya. Bunların sonucunda, herkes kendi yaşamına geri dönerken, felaketi yaşayan “unutulmuş” olduğunu düşünerek daha da karamsarlaşır.
Salt bu noktadan bile, depremzedelerin yapması gereken, eylemli bir faaliyetle seslerini duyurmaktır. Yardım isteyerek değil, kendi acılarını-mağduriyetlerini göstererek değil, taleplerini haykırarak, haklarını isteyerek, devleti zorlayarak… Eylem yapan, direnen depremzedelerin “unutulması” da mümkün olmayacaktır.
Sorunları mücadeleyle çözeceğiz
Bugün Hatay’da ve genel olarak deprem bölgelerinde devasa sorunlar varlığını sürdürüyor.
İlk sorun elbette konut. Bu konuda nüfusun tamamı büyük sorun yaşıyor. Önemli bir kesim hala çadır ya da konteyner kentlerde kalıyor. Hapishane gibi çevrilmiş alanlara kimlik göstererek girilen, yemek kalitesinin giderek düştüğü, can ve mal güvenliğinin sağlanamadığı bu alanlarda, yabancılarla dip dibe yaşamak çok büyük bir sorun. Sağlam binalarda kiraya çıkmak isteyenler, fahiş kiralar ödüyorlar. Antakya merkezinin tamamına yakını rezerv alan ilan edildiği için, bu alandaki konutları sağlam olan kişiler, belirsizlikten dolayı onarım yapıp içine giremiyor. Evi yıkılacak olan, sonrasında bir ev sahibi olup olmayacağını bilmiyor. AKP’ye yandaş olmayanlar, TOKİ konutlarında kendilerine ev verilmeyeceğini düşünüyor. Demografik yapının değiştirilmesi politikasına büyük bir öfke duyuyor.
Yıkılan konutların durumu ise herkesin en büyük yarası. İnsanlar ranta kurban edildi, enkazların altında yüzbinlerce kişi kaldı. Ama o binaların yıkılma nedenleri araştırılmıyor. Binayı yapan müteahhitten belediyeye, kolon kesen dükkan sahibinden imar affı çıkaran cumhurbaşkanına, denetim yapan görevliden mühendise kadar çok geniş bir kesim yıkımların ve ölümlerin sorumlusu. Ama bir yılda, ailelerin özellikle peşine düşüp bulduğu, yakalattığı üç-beş müteahhit dışında kimse yargılanmadı, hesap sorulmadı.
Ulaşım bir başka büyük sorun. Yollar yapılmıyor, toplu taşıma yapılmıyor, hastaneye ya da okula gitmek katlanılmaz bir çileye dönüşmüş durumda. Doğru düzgün çalışmayan toplu taşıma nedeniyle saatlerce yolda beklemek, ya da güvenlik riski oluşturacak biçimde otostop çekmek gerekebiliyor. Okula gitmek isteyenler, yaşlılar yollarda güvenlik sorunu yaşıyorlar.
200 bin kişi konteynerlerde, onbinlerce kişi çadırlarda yaşamaya devam ediyor. Her yağış su baskını getiriyor. İnsanlar ısıtmaya çalıştıkları çadırlarda yanıyor. Yaz-kış her türden böcek, yılan, fare, yatakların, yemeklerin, yaşamların içinde dolaşıyor.
Depremin hemen ardından yapılan enkaz kaldırma çalışmaları, yoğun ve kesif bir toz bulutunun kenti kaplamasına neden oluyordu. Sonrasında enkazı “yerinde ayrıştırma” dönemi başladı. İş makinaları ve araçlarla gelip, enkazın içinden para edecek demir, mobilya parçası, tesisat, kablo gibi her şeyi alıyor, kalan moloz yığınını ise taşımakla uğraşmıyor, orada bırakıyorlardı. Bu nedenle kesintisiz bir toz, bir yıldır ciğerleri zehirliyor; depremzedeler sürekli asbest soluyorlar.
En önemlisi kayıplar… İnsanlar enkazdan sağ salim çıkardıkları yakınlarına ulaşamıyorlar. Çocukların, bebeklerin akıbeti insanı dehşete düşürüyor. Bilinci açık ve hafif yaralı olarak enkazdan çıkan yetişkinlerden bile bir daha haber alamamış olmak, en korkunç ihtimalleri akla getiriyor.
Depremzede çocukların bir kısmının tarikatlara verildiği ortaya çıktı mesela. Ailesinin aradığı çocuklar, tarikatların elinde tutuluyor olabilir elbette. Keza yakın zamanda ortaya dökülen Epstein Belgeleri, uluslararası fuhuş çetesini de düşündürüyor. Bu belgelerde, Türkiye de reşit olmayan kız çocuklarının fuhuşa zorlandığı, özellikle 1999 Marmara Depremi’nin ardından Türkiye’ye gelen ABD Başkanı Bill Clinton’un da bu ağın bir parçası olduğu, hatta deprem sonrası kaybolan çocukların Epstein fuhuş ağına taşınmış olabileceği iddia ediliyor. Organ mafyasından tarikatlara kadar her tür kötü ihtimal geliyor depremzedelerin aklına. Ve tüm bu gerçekler, kayıp yakınlarının feryatları içinde yükseliyor.
Üniversite sınavına girecek gençler, doğru düzgün bir eğitim alamıyorlar. Küçük çocuklar ise zaten annelerinin yakınından ayrılmak istemiyor. Çadırlarda eğitim son derece zor; binalar ise depreme dayanıklı değil. Eğitim, hem eğitimciler hem de öğrenciler açısından büyük bir açmaz halinde.
Hatay’da yaşamın kendisi bir mücadeleye dönüşmüş durumda.
* * *
6 Şubat gecesi birkaç dakika arayla peşpeşe yaşanan iki depremin büyüklüğünün 7.9 ve 7.8 olduğu açıklandı. TC tarihinin en büyük depremi olan 6 Şubat’ta 11 ilde ve Suriye’nin bazı kentlerinde büyük bir yıkım yaşanmış, resmi rakamlara göre 50 binden fazla insan yaşamını yitirmişti. Murat Kurum “130 bin kişi”nin öldüğünü ağzından kaçırdı ama, gerçek rakamın bundan çok daha büyük olduğunu biliyoruz. Depremden tam bir yıl sonra, Antakya merkezde bir cenaze daha bulundu mesela.
Devletin bütün yıldırma çabalarına, Hatay’ı boşaltma çabalarına rağmen, halk kendi toprağını, evini, yaşam alanını terketmiyor. Depremin ilk günlerinden itibaren, “Gitmiyoruz, Antakya’yı terketmiyoruz” dedi halk. En önemlisi buydu zaten. Yaralar, kendi toprağında, kendi yaşam alanında sarılacaktı. Göç çözüm değil, daha büyük sorun yaratıyordu. Bu nedenle gidenlerin büyük çoğunluğu geri döndü, yaşam mücadelesini, bildiği topraklarda vermeye başladı.
Deprem sonrasında hemen hiçbir konuda ilerleme sağlanamadı. Sorunlar çığ gibi, yaşlılar müthiş zorluklar yaşıyor, genç bir kuşak kaybolmuş hissediyor. Herkes kaybettiği yakınının acısını yüreğinde taşımayı sürdürüyor.
Diğer taraftan depremzedeler çok öfkeli! Terkedilmişliğine, kayıplarının bulunmamasına, halen altyapının kurulmamış olmasına öfkeli! Rant hesapları nedeniyle ölmelerine, ölümlerinden dolayı kimsenin hesap vermemesine öfkeli! Yeni rant hesapları için mülklerinin elinden alınmasına, evsiz kalmalarına, yapılan konutlara yandaşların ve zenginlerin doldurulmasına öfkeli!
Hatay halkı, hayatını geri istiyor. Öfkesini ortaya koyuyor. Ve bu doğrultuda mücadeleyi yükseltecek yol-yöntem arıyor…