Yerel yönetimler üzerine- III

Yerel yönetimlerin ortaya çıkışından günümüze kadar gelişim sürecini, tarihsel evrimi içinde önceki sayılarımızda işlemiştik. Yazımızın üçüncü ve son bölümünde dünyada ve ülkemizde “devrimci-halkçı” belediyecilik örnekleri üzerinde duracağız.

Paris Komünü, proletarya iktidarının ilk biçimi olmasının yanı sıra “devrimci-halkçı” belediyeciliğin de esin kaynağıydı. Sonrasında “belediye sosyalizmi”yle yerel yönetimlerin demokratikleşmesi yönünde bazı adımlar atıldı. 1917 Ekim Devrimi’yle sosyalizmin somut bir alternatif haline gelmesi, “belediye sosyalizmi”nin reformist niteliğini belirginleştirdi. Egemen sınıflar yükselen devrim tehdidi karşısında -başta Avrupa ve ABD olmak üzere- “belediye sosyalizmi”ne göz yumdular. Sonraki yıllarda gelişen “sosyal devlet” anlayışı da, “belediye sosyalizmi”nin genele uyarlanmış haliydi.

İkinci emperyalist savaş sonrası “sosyalist blok”un dünyanın üçte birini kaplaması, ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerinin büyümesi sonucunda, emperyalist-kapitalist sistem, “sosyal devlet” uygulamalarına hız verdi. Ardından ’68 hareketi, işçi ve emekçilerin de katılımıyla tüm dünyayı sarstı. Yükselen anti-emperyalist mücadele, kimi yerde devrimlere; kimi yerlerde solcu partilerin işbaşına gelmesine yol açtı. Bütün bunlar yerel ve merkezi düzeyde emperyalist-kapitalist sistemin reforme edilmesini şart kıldı.

‘80’lerden sonra ise, “sosyalist blok”un yıkılması, dünya ölçeğinde komünist ve devrimci hareketlerin gerilemesiyle, burjuvazi vahşi kapitalizmin azgın sömürü dönemini yeniden başlattı. Neoliberalizm adı verilen bu saldırganlıktan yerel yönetimler de payını aldı. Buna karşın sınırlı da olsa “devrimci-halkçı” belediyecilik örnekleri yaşandı. Merkezi yönetimin baskın olduğu ülkelerde bu örnekler, dar sınırlar içinde kalıyor ve ömürleri kısa oluyordu. “Eyalet” sistemiyle yönetilen ülkelerde ise, eyaletlerin görece özerk yapısı, “devrimci-halkçı” belediyeciliğin uygulanmasını kolaylaştıran, sınırlarını genişleten bir unsura  dönüştü. Bir de devrimci örgütlerin önderliğinde halk ayaklanmalarıyla veya devrimlerle yaratılan “kurtarılmış bölgeler”de kurulmuş yerel yönetimler sözkonusuydu. Dolayısıyla birbirinden farklı koşullarda yaşama geçen örnekler oldu.

Tarihten bugüne dünyada ve ülkemizde “devrimci-halkçı” belediyeleri incelerken, farklı nesnel ve öznel yönlerini gözardı etmeden, her birini kendi koşulları içinde ele almalıyız. Gerek tarihsel koşulları, gerekse ülkenin içinde bulunduğu durum, her yerel yönetimi özgün kılıyor çünkü.

 

Demokratik yerel yönetimlerin

ilk örnekleri

Kapitalizmin ilk geliştiği ülke İngiltere, kapitalist kentlerin ve yönetimlerin de laboratuvarı oldu. Yerel yönetimlerin demokratikleşmesini hedefleyen “belediye sosyalizmi” ilk olarak İngiltere’nin Birmingham ve Glasgow kentlerinde yaşama geçti. Oradan Avrupa’ya ve ABD’ye yayıldı.

Birmingham’da en başta gaz ve su şirketleri kamulaştırıldı, gaz fiyatlarının her yıl düşmesi sağlandı. Su dağıtım kapasitesi arttırıldı, yoksul mahallelere temiz su gönderildi; bu sayede salgın hastalıklar ve bebek ölümleri azaldı. Barınma sorununu çözmek için, varolan konutlar iyileştirildi, yeni konutlar yapıldı. Daha önemlisi, o güne dek kilisenin denetiminde olan eğitim, kamuya ait ve parasız hale geldi. Toprak ve işgücü reformları gerçekleşti. Bu uygulamalar, hastalık ve suçun azalmasını beraberinde getirdi.

Glasgow’da 1832-1848 yılları arasında ortaya çıkan kolera salgını, kent halkını perişan etmişti. İlk olarak su hizmetleri 1855 yılında belediyeleştirildi. Bunu 1869 yılında gaz, 1872 yılında ulaşım, 1890 yılında elektrik izledi. Ardından tramvay işletmesi, özel şirketin elinden alındı ve belediye kendi tramvaylarını üretmeye başladı. “Belediye sosyalizmi”nin halk arasında “gaz ve su sosyalizmi” olarak tanınmasının kaynağı, asıl olarak İskoçya’nın en büyük şehri Glasgow’daki belediyeciliktir. Glasgow’un bir önemi de, kentsel bir hareketin ülke düzeyine yayılması ve genel düzenlemelere yol açmasını sağlamasıdır.

Fransa’da belediyelerin halkın seçtiği temsilcilerden oluşan meclislerle yönetilmesi, 1830’ları buldu. Fransa’nın en küçük yerel yönetim birimi, belediye (komün) şeklinde oluşmuştu. Belediye sayısının çokluğu, hizmetlerin götürülmesinde zorluk yaratınca, belediyeler arası ittifak gelişti; ardından belediye birliklerinin yasalaşması sağlandı. Toplumsal belediyeciliğin esin kaynağı olan Komün’ün şehri Paris, bu tarihsel gelişimden ve başkent statüsünden dolayı özel bir konuma sahipti. 1929 ekonomik krizi, konut sorunu başta olmak üzere belediyeleri sosyal politikalar üretmeye zorladı. Belediye fırınları ve sağlık hizmetleri, bu dönemde gelişti.

İtalya’da ise, 1888 yılında belediyelerde seçim yapılmasını öngören yasanın çıkmasının ardından, İtalya İşçi Partisi ilk belediyesini kazandı. Buna karşın 1922-43 yılları arasında işbaşına gelen faşist yönetimler, yerel yönetimlerin yetkilerini kısıtladılar. İkinci emperyalist savaştan sonra yerel özerklikler için anayasal değişiklikler yapıldı, “toplumcu belediyecilik” yeniden ve daha ileri düzeyde gelişti. Bunun en somut örneği ‘70’li yıllarda İtalya Komünist Partisi’nin yönetime geldiği Bologna’da yaşandı. “Kızıl Bologna” adını alan bu örnekte, karar alma süreçlerine mahalle meclislerinin doğrudan katılımı sağlandı. Yönetim, arazi spekülasyonlarını önlemeyi, ranta dayalı ekonomiyi sınırlamayı başardı. Sendikalar ve kooperatifler öncülüğünde sosyal üretim ve tüketim örgütlenmesine yöneldiler. Yanı sıra devrimci bir eğitim programı gerçekleştirdiler; zorunlu olmayan derslere mevcut öğrencilerinin yarısı katıldı.

ABD’de, 20. yüzyılın başlarında Amerika Sosyalist Partisi, ülkenin 353 kentinde yerel yönetimleri kazandı. Avrupa’da “gaz ve su sosyalizmi” ABD’de “kanalizasyon sosyalizmi” adını alacaktı. En uzun sosyalist yönetim, (1910’dan 1960’a kadar) Wisconsin eyaletinin Milwaukee şehrinde oldu. 1923 yılında ülkenin ilk toplu konut projesini (Garden Homes-Bahçeli Evler) başlattılar. Sokak aydınlatmasının belediyeleşmesi sağlandı; kamusal pazar yerleri kuruldu, şehrin limanları geliştirildi, su arıtması yapıldı. İkinci paylaşım savaşı sonrası şehirdeki siyah nüfus artınca, siyahilerin haklarını da savundular. Eyaletten gönderdikleri temsilciler sayesinde, merkezi düzeyde bir çok hakkı yasalaştırmayı başardılar. (İşçi tazminatı, sendika mülklerinin vergiden muaf tutulması, kadınların maaşlarını doğrudan almaları ve çalışma saatlerinin azaltılması.)

Gerek Avrupa’da gerekse ABD’de yerel yönetimlerin sol partiler eliyle “toplumcu-halkçı” bir karakter kazanması, ülke genelinde hak ve özgürlüklerin gelişiminde önemli bir rol oynamıştır. 19. yüzyılın ortalarından 20. yüzyılın sonuna dek uzanan bu dönemde, Paris Komünü’nden Ekim Devrimi’ne, gelişen ulusal-sosyal kurtuluş hareketlerinden sosyalizmin dünya çapında zaferine kadar sürece damgasını vuran tarihsel gelişmeler, hem “toplumsal belediyecilik” hem de “sosyal devlet” uygulamalarının zeminini oluşturmuştur. Bunu asla unutmamak gerekir.    

 

Dünyada “toplumcu-halkçı

belediyecilik” örnekleri

‘80’li yıllara kadar dünya genelinde yerel yönetimlerde “toplumcu belediyecilik” yaygındı. Neo-liberalizmle birlikte özelleştirme furyası belediyeleri de saracak ve “toplumcu belediyecilik” yerini “neo-liberal belediyecilik” anlayışına bırakacaktı.

‘80’li yıllar dünya genelinde “beyaz terör yılları” oldu. Başını ABD’nin çektiği emperyalist-kapitalist sistem, kitlelerin elde ettiği hak ve özgürlükleri gaspedebilmek için büyük bir saldırı başlattı. Bir çok ülkede faşist darbeler yapıldı. Türkiye dahil, dünyanın dört bir yanında neo-liberal ekonomiye geçiş, bu zemin üzerinden sağlandı. Devlete ait her şey, özel şirketlere yok pahasına satıldı. Sermayenin kural tanımaz biçimde dünyada serbestçe dolaşımının önü açıldı. “Sosyal devlet”i rafa kaldırdılar; vahşi kapitalizme yeniden dönüldü.

Bu değişim, yerel yönetimlerin yapısını da değiştirdi. Kentler, kamuya ait kaynakların emperyalist tekellere peşkeş çekildiği birimlere dönüştürüldü. Yerel yönetimleri bir işletmeye çevirdiler. Yerel yöneticilerin görevi de, işbirlikçi tekeller aracılığıyla bölgesini emperyalist tekellerin önüne sermek oldu. Çöp toplamaktan yemek hizmetlerine kadar her şeyi özel sektöre devrettiler. “Vatandaş” yerini “müşteri”ye bıraktı ve kent halkı, parası kadar hizmet alır hale geldi.

’89 yılında “sosyalist blok” yıkılınca, dünya ölçeğinde sosyalizmin prestiji sarsıldı; ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerine vurulan darbelerle komünist ve devrimci örgütler güçsüzleşti. Bu durum, sosyal-demokrat, reformist partileri sağa kaydırdı, neo-liberalizmin bir parçası haline getirdi. Geçmişte “belediye sosyalizmi”nin başını çeken partiler, faşist ve gerici partilerle adeta aynılaştı. Artık yerel yönetimlerde “toplumcu belediyecilik” yapmak için bile daha radikal hareketlere ihtiyaç vardı.

1980’den bu yana dünya genelinde geriye gidiş devam ediyor. Faşizm ve dinci-gericilik baskın halde. Buna karşın pek çok yerde direnişler gerçekleşti. “Devrimci-halkçı belediyecilik” örnekleri yaratıldı. Özellikle Latin Amerika’da ‘90’lardan itibaren birçok halk ayaklanması yaşandı, sol partiler yerelde ve merkezi düzeyde işbaşına geldiler. Fakat sınıfsal bir perspektife sahip olmadıkları için, en fazla “kimlik siyaseti” yaptılar. Diğer yandan “yerelde iktidar” olmanın sınırları, kendini bir kez daha gösterdi. Ulusal ve enternasyonal düzeyde birlikte hareket yaratılamayınca, yerel iktidarların ömürleri de kısa sürüyordu. Bunlardan öne çıkanları şöyle sıralayabiliriz.

Brezilya-Porto Alegre: Brezilya’nın en büyük eyaletlerinden birinin (Rio Grande do sol) başkenti olan Porto Alegre, zaten devrimci bir geleneğe sahiptir. “Topraksız Köylüler Hareketi”nin de önemli bir merkezidir. Brezilya İşçi Partisi, 1989 yılında Porto Alegre’de yönetimi kazandı. O sıralar belediye borca batmıştı, kaynak yetersizliğinden dolayı hizmet yapamaz haldeydi. Yeni yönetim, belediye kaynaklarını sadece halkın temel ihtiyaçlarına harcadı; vergi reformu yaptı ve yolsuzlukların önünü aldı. Bu tedbirlerle iki yıl içinde borçları bitirdiler.

Sonraki yıllarda kentteki okul sayısını üç kat, sağlık merkezi sayısını ise beş kat arttırdılar. Toplu taşıma yaygınlaştı, ülkedeki en iyi toplu taşıma ödülüne layık görüldü. Çöplerin toplanmadığı, içme suyunun ulaşmadığı tek bir mahalle kalmadı.

Elbette asıl başarısı, halkı yönetime katmak oldu. O zamana kadar sadece şikayetçi konumda olan halk, söz hakkını kullanıyor, sorumluluk üstleniyordu. Zaten “toplumcu belediyecilik” anlayışının “hizmet belediyeciliği”nden en önemli farkı; halkı “hizmet” alan edilgen konumdan, “hizmetleri belirleyen ve denetleyen” bir düzeye yükseltmektir.

Porto Alegre’yi 16 bölgeye ayırdılar. Coğrafi ve sosyal kriterlere göre kent meclisleri oluşturuldu. Bu meclisler, belediyeye ait her konuyu tartışıp öneriler sundu. Ayrıca şehir planlama düzenlemeleri, halk sağlığı, eğitim gibi konularda gruplar oluşturuldu. Her bölgeden seçilen temsilcilerle “Belediye Bütçe Konseyi” kuruldu. Eyalet memurları konseyi bilgilendiriyor ve kararlar halka açık toplantılarda, delegelerin oylarıyla belirleniyordu. Böylece kamu kaynaklarının bölgesel ihtiyaçlara göre dağıtılması sağlandı. Her bölgenin nüfusu ve alt yapısı esas alındı. Bölge ne kadar fakirse, yıllık bütçedeki payı o kadar arttı.

Porto Alegre’yi öne çıkaran bu “katılımcı bütçe” uygulamasıdır. Fakat bütün bu uygulamaların burjuva demokrasisi sınırları aşmadığını bilmek gerekiyor. Üstelik geneli kapsamadığı ve iktidarı yıkmayı hedeflemediği için de giderek bürokratikleşti. Öyle ki, Porto Alegre’deki “katılımcı bütçe” uygulaması, Dünya Bankası tarafından “iyi yönetişim modeli” olarak gösterildi.

Buna rağmen sonraki yıllarda devlet tarafından kriminalize edildi. Porto Alegre’nin yerel yöneticileri hapse atıldılar. Elbette dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu durum, güç dengeleri, sınıf mücadelesinin düzeyi burada devreye giriyor. Yapılanlar, bir kentle sınırlı kalmayıp ülke genelinde sempati uyandırıyor ve meşruiyeti artıyorsa, yanı sıra yasal düzenlemelerle pekiştiriliyorsa, kalıcılaşması veya uzun sürmesi mümkün olabiliyor. Fakat düzen-içi her kazanımın, korunması için bile mücadele etmek gerektiğini unutmadan…   

Meksika-Zapatistler: 1994 yılında Meksika’nın Chiapas eyaletinde silahlı ayaklanma ile dört belediye ele geçirildi. Meksika devletinin göstermelik uzlaşı çabaları yeniden şiddete dönüşünce, Zapatistler (EZLN) 1995’te 38 yerde Zapatista özerk belediyesi kurulduğunu ilan etti.

Zapatistlerin yerel yönetimleri, halk ayaklanmasıyla “kurtarılmış bölge”lerde gerçekleştiğinden, Porto Alegre gibi seçimle gelen belediyelerden doğal olarak farklıdır. 300 bin kişinin yaşadığı Zapatista topraklarında karar alma mekanizması aşağıdan yukarıya doğru halkın katılımıyla gerçekleşmiştir. Ve bu dönemde “ikili iktidar” sözkonusudur. Kendi hukukları vardır. Para ve hapis cezası yerine, işlenen suçun verdiği zararın karşılanması getirilmiştir. En ağır ceza ise, Zapatista topraklarından temelli atılmaktır.

Zapatistler, yerli bir hareketti ve temel meselesi toprak olduğu için, yerli halklara su kaynaklarını ve tarım alanlarını kollektif bir şekilde kullanma ve idare etme hakkı verilmişti. Belediyelerin tüm idari işleri gönüllülerce yürütülüyordu, maaşlı çalışanı yoktu. Halktan vergi alınmıyor, komite ve konsey üyelerinin ihtiyaçları, o kişileri seçenler tarafından karşılanıyordu. Gelen bağışlar ve yardımlar bir yerde toplanıp “Zapatista Dağıtım Komiteleri” tarafından dağıtılıyordu. Temel ihtiyaçlar, kooperatiflerden alınarak Zapatista marketlerinde satılıyordu. Ayrıca her tür sağlık hizmeti ücretsiz verilmekteydi.

Bu uygulamalara karşın Zapatistler esas olarak kültürel haklara odaklandılar. Halkın toprak ve özgürlük talepleri yeterince karşılanmadı. Daha önemlisi, emperyalist tarım politikalarına karşı etkin bir mücadele yürütmediler. Bu durum küçük-üreticilerin yoksullaşmasını getirdi. Geçim sıkıntısı yaşayan köylüler, diğer bölgelere göç etmeye başladı. Zapatistlerin köylüyü yalnız bıraktığı eleştirileri arttı ve kitle desteği azaldı.

Bu çözülmeyi fırsat bilen egemenler, 2008 yılında paramiliter güçleri Zapatista bölgesine soktular, evleri ve tarlaları tahrip edip bazı liderleri kaçırdılar. Sonrasında Zapatistler barışçıl bir harekete dönüştü. Silahlarını sadece paramiliter güçlere karşı savunma amaçlı kullanacaklarını açıkladılar. Meksika genelinde politik bir güç olmayı başaramadıkları gibi, yerelde de güç kaybettiler. Halen varlıklarını korumakla birlikte ilk çıkışlarındaki devrimci özelliklerini yitirdiler. Ve ulusal hareketin sınırlarını bir kez daha göstermiş oldular.

Hindistan’da Naksalitler ve Kerala: Hindistan, eyaletleri, birlikleri, özel statülü bölgeleriyle ve bunların farklı hukuksal işleyişle, karmaşık idari yapıya sahip bir ülke. Bir de “Naksalitler” olarak bilinen Hindistan Komünist Partisi’nin (HKP-Maoist) etkinliği, yerel yönetimlerde çok farklı uygulamaları ortaya çıkardı. Öyle ki, Hindistan’ın 600’den fazla yönetim bölgesinin yaklaşık 200’ünde Naksalitler değişik düzeyde etkin durumda. (Naksalit ismi, Batı Bengal’in Naksalbari kasabasında 1967 yılında başlayan radikal köylü ayaklanmasından geliyor. Sonrasında kırsal bölgelerdeki radikal Maoist hareketlerin hepsine Naksalit deniyor.)

2006 yılından sonra yedi eyalete ait çok sayıda bölgede devlet otoritesi zayıflıyor ve fiilen Naksalitlerin yönetimine giriyor. Ve bu bölgeye “kızıl koridor” diyorlar. Bu koridorun bir ucu Nepal’e dayanıyor. Ülkenin en yoksul kesimleri buralarda yaşıyor. Yoksulluğun boyutunu anlamak için şu bilgi yeterlidir: 1995-2005 yılları arasında devletin tarım politikasından dolayı iflas eden 200 bin çiftçi, bu bölgede intihar ediyor!

Naksalitler önderliğinde bölge halkı, devletin tarım politikasına direnince, emperyalist tekellerin ve işbirlikçilerinin hedefi haline geliyorlar. Hindistan devleti de tekeller için her şeyi yapıyor. Köylüleri zorla göç ettiriyor mesela. Bir kısmını silahlandırıp Naksalitlere karşı paramiliter güç haline getiriyor. 2009 yılında “yeşil av” dedikleri bir operasyona girişiyorlar. SriLanka’da Tamil Kaplanları’na uygulanan katliama benzer bir saldırıyla Naksalitleri bitirmeyi amaçlıyorlar. Ama Naksalistler önderliğinde direnen halk, bu saldırıları da püskürtüyor. Üstelik Lalgarh bölgesi, bir çok hizmeti kamulaştırarak kendi yönetimini kuruyor ve tam 7 ay komün hayatını sürdürüyor. Lalgarh Komünü, askeri bir operasyonla bastırılmasına rağmen “Lalgarh ruhu” kırılamıyor.

Sonrasında Nekalitler, Chhattisgarh eyaletinde bu “ruhu” yaşatıyorlar. Fiili yönetim, iç içe geçmiş konsey sistemiyle çalışıyor. Kurumsal bir bina olmadan yönetiyorlar. Bölgedeki toprakları köylülere dağıtıyor ve topraksız köylü bırakmıyorlar. Taban fiyatlarını da yıla ve mahsule göre belirliyorlar. Ülkenin en zengin katmanlarından gelen, ünlü kolejlerde okuyup emperyalist metropollerde yüksek öğrenimini tamamlayan bazı bilim insanları ve aydınlar da yönetime destek veriyor. Binlerce gönüllü çalışmalara katılıyor.

Hindistan’da öne çıkan başka bir yerel yönetim örneği, Kerala’dır. Hindistan’ın en güneyinde yeralan Kerala, “sol cephe” önderliğinde yaratılmıştır. Uzlaşmacı “sol cephe” hükümetlerinden farklı olarak, demokratik katılım ve taban örgütlenmesiyle önemli işler başarmışlardır. Kerala’da 1987 ile 1991 yılları arasında merkezi ve eyalet hükümetlerinden bağımsız gelişen “Yeni Demokratik İnsifatif” (YDİ) hayata geçirilmiştir. YDİ, okur-yazarlık kampanyasıyla öne çıkar. Bu kampanya sayesinde Kerala’da okuma-yazma oranı yüzde 100’e ulaşır. Okuma-yazma önündeki en önemli engelin görme bozukluğu olduğunu tespit edince, onbinlerce gözlük dağıtılır. YDİ’ye bağlı “Bilim Hareketi” ise halk arasında bilimsel düşünceyi yaymaya çalışır. Buna sanat grupları da eşlik eder. YDİ’nin bir başka başarısı da, alt kastlardan insanları öğretmen yapmasıdır ki, egemen algıyı ve düşünce biçimini kırmak bakımından çok anlamlıdır.

Kerala’da petrol ve doğalgaz rezervi bulunmadığından, ısınma ihtiyacı ormandan karşılanmaktadır. Hindistan’daki geleneksel ocaklar ise ciddi hastalıklara yol açar. Yönetim, orman rezervlerini ve halk sağlığını korumak için, ekolojik ocaklar tasarlar; düşük maliyetlerle evlere kurarlar. Böylece yıllık maliyetin 20 katı tasarruf sağlanır. Bu başarıda, mühendislerin köylülere ocakları nasıl yapacaklarını öğretmeleri ve onlara birlikte yapmaları önemli bir rol oynuyor. Ayrıca köylülere harita okur-yazarlığı öğretirler. Bölgedeki kaynakları tespit edebilmenin yolu, bölgeyi en iyi bilen köylülerden geçmektedir çünkü. Böylece köylüler, alternatif ekonomik kaynak planlamasının bir parçası haline gelir. Bütün bu uygulamalar sonucunda, yüzde 300’lere varan verimlilik elde edilir. Daha önce topraktan geçinemediği için işsiz kalan binlerce kişiye iş alanı açılır.

Sonuçta Hindistan, yasal ve yasadışı bir çok yerel yönetim biçiminin yaşama geçtiği bir ülkedir. “Devrimci-halkçı belediyeler” yaratırken, incelenmesi gereken zengin bir deneyime sahiptir.

 

Türkiye’de “devrimci-halkçı

belediyecilik” örnekleri

1973 seçimlerinde Ankara, İstanbul gibi büyük şehirleri kazanan sosyal-demokrat adayların uyguladıkları “toplumsal belediyecilik” örneklerini, geçen sayımızda anlatmıştık. ‘70’li yıllarda yükselen sınıf mücadelesi, CHP gibi bir devlet partisini bile “ortanın solu”na yerleştirmiş, yerel yönetimlerde önemli değişimler yaratmıştı. Fakat mücadelenin sertleşmesi, düzen sınırlarının ötesine taşması, egemenleri korkuttu. “Toplumsal belediyecilik”in öne çıkan isimleri ’77 seçimlerinde aday gösterilmediler ve CHP’nin yerel yönetim çizgisi daha geriye çekildi. 12 Eylül sonrası ise “toplumsal belediyecilik” anlayışından tümden koptular.

12 Eylül ve Özal dönemi, yerel kaynakların emperyalist tekellere akıtıldığı neo-liberal belediyecilik dönemidir. ’89 yerel seçimlerinde sosyal-demokratlar yeniden yerellerde yönetimlere gelmiştir, fakat “toplumcu belediyecilik”ten eser yoktur artık. Sosyal-demokrat belediyeler de özelleştirmeye dayalı yerel yönetim anlayışını sürdürdüler. ’94 seçimlerinde Refah Partisi, 2000’lerde AKP, yerel yönetimleri ele geçirdi; özellikle AKP döneminde neo-liberal belediyecilik zirve yaptı, özelleştirme rekorları kırıldı.

Türkiye’de “devrimci-halkçı belediyecilik” denildiğinde ilk akla gelen isim Fatsa’dır. Fatsa, “toplumcu belediyecilik” anlayışından farklı olarak halkın katılımını üst düzeye çıkarmıştır. Aynı zamanda egemenlerin “devrimci belediyecilik” anlayışına tahammülsüzlüğün en açık göstergesidir. 12 Eylül’ün provasıdır. Dolayısıyla devrimcilerin bir belediyeyi ele geçirmesi ve kısa süredeki başarıları kadar, kazanılan mevzilerin korunması konusunda da öğretici derslerle doludur.

Fatsa deneyimi: Ordu’nun küçük bir ilçesi olan Fatsa, 14 Ekim 1979’da Fikri Sönmez’in (Terzi Fikri) belediye başkanı olmasıyla, ülke çapında tanınır hale geldi. Fakat ne yazık ki ömrü çok kısa sürdü. 270 gün (yaklaşık 9 ay) sonra, 11 Temmuz 1980 tarihinde gerçekleşen “nokta operasyonu” ile yok edildi.

1977 yerel seçimlerinde Fatsa’yı CHP’nin adayı kazanmıştı. İki yıl sonra belediye başkanı ölünce, ara seçim gündeme geldi. Fikri Sönmez, Mahir Çayan’ın yoldaşıydı, bölgede sevilip sayılan doğal bir önderdi. Seçimlere bağımsız olarak girdi, tüm partilerin oy oranlarının iki katı bir oyla açık ara başkan seçildi.

O yıllarda devrimci hareketlerin gücü, Fatsa dahil her yerde artıyordu. Seçimlerden önce Fatsa’da “direniş komiteleri” vardı; Fikri Sönmez bu komitelere dayandı. Halkın söz ve karar hakkı, bu komiteler aracılığıyla sağlandı. Seçimlerden sonra Fatsa’nın 7 mahallesinde 11 halk komitesi kuruldu. Yüzlerce kişiden oluşan halk komiteleri, kendi içinde 5 ila 11 kişilik “yürütme” seçtiler. Bunların görevi, halk komitelerinde alınan kararları belediye yönetimine iletmekti. “Halkla İlişkiler” bölümüne ulaşan talepler önce başkana bildiriliyor, başkan da meclisle görüşerek belediye kararı haline getiriyordu.

Fatsa’da en önemli çalışma, “çamura son” kampanyası ile yapılmıştır. Fatsa sokakları yıllardır süren kanalizasyon çalışmaları nedeniyle delik deşiktir ve her tür hastalığa açıktır. Belediyenin olanakları yeterli değildi, Fatsa halkı bu işi üstlendi. Kimisi traktörünü, el arabasını, özel aracını verdi; kimisi işgücünü kullandı. Her köyden onar kişi geldi. Öğrenciler de kazma-kürekle çalışmaya katıldılar. Çevre belediyeler araçları ve işçileriyle destek verdi. Sonuçta 5 yılda yapılamayanlar, 15 günde tamamlandı; tüm sokaklar tertemiz oldu. Bu kampanya, halkın sorunlara sahip çıkma bilincini ve kendine güvenini arttırdı.

Belediyenin bir diğer etkinliği, kültür şenliğidir. 8-14 Nisan tarihleri arasında gerçekleşen halk şenliği, öncekiler gibi “fındık ya da hamsi güzeli seçmek” için değildi; halkı bilgilendirmeyi ve katılımını amaçlıyordu. Fatsa çocuk korosu, amatör tiyatro grupları kurulmuş, yaşlıların katılacağı etkinlikler düzenlenmişti. 7’den 70’e herkesin katıldığı şenlikte, Fatsalılar hem gelen katılımcıları ilgiyle izlediler, hem de kendi yeteneklerini sergileme olanağı buldular.

Ayrıca “karaborsaya, tefeciye, rüşvete son” kampanyası düzenlendi. Fatsa’da ısınma amacıyla kullanılan fındık kabuğuna ulaşımda engellerin yıkılması ve uygun fiyatla halka dağıtımı sağlandı. Karaborsaya düşen yağ, mazot, çimento gibi ürünler, ayrım gözetmeksizin ihtiyaç sahiplerine ulaştırıldı. Ayrıca otobüs terminali, yeşil alan ve yeni caddeler hizmete girdi. Kahvehanelerde kumar oynanmaması için caydırıcı önlemler alındı ve kumara son verildi. Kaçak elektriğe, su kullanımına, yapılara izin verilmedi, bunu yapanlara yaptırımlar uygulandı. Belediye meclis toplantıları halka açık yapıldığından, meclis üyelerinin kayırmacılık yapması, rüşvet alması engellendi.

Kısacası Fatsa’da çok kısa sürede önemli işler başarıldı. Ama dönemin başbakanı Demirel “orada ayrı bir cumhuriyet var” dedi. Çünkü halk, komiteleri aracılığıyla kenti yönetmeye başlamış, kendi gücüyle her sorunu çözeceğini görmüştü. Belediyenin topladığı gelirler, kendisine hizmet olarak dönünce, gelirlerin toplanmasında titizlik göstermiş, belediyeye yardım etmişti. Dahası, demokrasinin seçimden ibaret olmadığını, halkın yönetime katılması ve denetlemesi gerektiğini yaşayarak öğrenmiş, kendine güveni artmış, örgütlenme ve bilinç düzeyi yükselmişti. Egemenleri asıl korkutan buydu.

Cunta şefi Kenan Evren, 12 Eylül sonrası bir röportajında şunları söylüyor: “Orada Terzi Fikri diye biri çıkmış, ‘devlet benim’ diyor… Komite kurmuş, Fatsa’yı o komite yönetiyor. Ne yapılıp yapılmayacağının kararını halk veriyor. Veya halk adına o komite… Devlet otoritesi sıfır. Devlet kanunları Fatsa’da işlemiyor.”

Onun için Demirel, faşist katliamların gerçekleştiği sırada “Çorum’a değil, Fatsa’ya bakın” diyerek hedef gösterecektir. Ona göre Fatsa bastırılmazsa “yüz Fatsa daha çıkar.” 12 Eylül öncesi toplumsal hareket düşünüldüğünde, bu tespit yanlış sayılmaz. Egemenler Fatsa örneğinin yayılmasını istemezler. Ve her aşamada saldırıya geçerler. Daha seçimler olmadan Fikri Sönmez’e dönük, sivil faşistlerce birkaç kez silahlı saldırı düzenlenmiş, seçimlerin yapılması engellenmeye çalışılmıştır. Seçimlerden sonra ise, belediyeye verilen ödeneğin kesilmesi, Fatsa’daki tekel bayilerine mal gönderilmemesi gibi yöntemlerle zorda bırakmak istenmiştir. Vali değiştirilmiş, atanan faşist vali, çevre ilçelerdeki sivil faşistleri örgütleyerek devletin operasyonlarına zemin hazırlayacak provokasyonlar yaptırmıştır.

Ve son olarak 12 Eylül’den üç ay önce “nokta operasyonu” adı altında büyük bir saldırıya girişilir. Bu operasyonda yüzlerce kişi gözaltına alınır, ağır işkencelerden geçirilir. Aralarında belediye başkanı Fikri Sönmez de vardır. İşkenceler ve cezaevi yaşamı sonucu hastalanan Sönmez, 4 Mayıs 1985’te cezaevinde ölür.

Fatsa’ya yapılan operasyona karşı ciddi bir direniş sergilenmemesi, askeri-faşist darbe hazırlığı içindeki egemenlere cesaret vermiştir. Oradaki kötü sınav, 12 Eylül yenilgisinin de habercisidir.

İzmir-Dikili: Osman Özgüven, 1984-1994 ile 2004-2013 yılları arasında Dikili’de belediye başkanlığı yaptı; ’73-’77 döneminde CHP’li belediyelerin “toplumcu belediyecilik” anlayışını yaşama geçirmeye çalıştı. Bireysel çabalarıyla ‘70’li yılların belediyeciliğini 2000’li yıllarda taşımaya gayret etti.

İnşaat mühendisi olan Özgüven, başkan seçildiğinde inşaat malzemeleri satan dükkanını kapattı, ticari faaliyetlerine son verdi. Başkanlık döneminde hiç bir mal varlığı edinmedi, halen emekli maaşıyla geçindiği söylenir. Türk-Yunan ilişkilerini geliştirip Ege’deki dostluk kapısını aralayan kişi olarak da tarihe geçti. Ulusal ve uluslararası festivallerle Dikili’yi tüm dünyaya tanıttı.

Dikili’de ulaşımı ücretsiz hale getirdi. Ekmeği, o dönemki fiyatın yarısına sattı, üstelik bundan zarar edilmediğini de gösterdi. Suyun yaşam hakkı olduğunu savundu, 10 tona kadar sudan para almadı. Bundan dolayı yargılandı. Ayrıca halk sağlığı merkezlerinde tahlilleri 1 TL gibi sembolik ücretlere indirdi. Ambulanslar hastaları İzmir’e ücretsiz taşıdı. Bir gezici kütüphane kurarak evlere kitap servisi yaptı vb…

Bu tür uygulamalardan dolayı adı “Komünist Osman”a çıktı. Hatta bu isimle belgeseli çekildi. Yaptıkları, o dönemki sosyal-demokrat belediyelerden çok farklıydı. AKP’nin FETÖ’cü damgası vurarak devrimci-demokrat kişileri kamudan tasfiyesinden o da nasibini aldı; yargılandı, görevden alındı.

Osman Özgüven’in en önemli eksikliği, belediyeyi “halk komiteleri-meclisleri” gibi halkın doğrudan katılımını sağlayacak örgütlenme modeliyle yönetmemesi; kişisel çabasıyla halkçı düzenlemeler yapmasıdır. Devrimci belediyecilikle bu noktada ayrılır. Oysa egemenleri en fazla korkutan, halkın yönetmeyi öğrenmesi; kendi örgütleri aracılığıyla söz, karar ve yetki sahibi olmasıdır. Bunun olmadığı yerlerde yapılan iyileştirmeler, buza yazılan yazı misali kaybolmaya mahkumdur. Aslolan halkın bilinç ve örgütlülük düzeyinin yükselmesidir. Devrimci belediyeciliğin kıstası da budur.

Dikili’de yapılanlar, CHP’nin yerel yönetim anlayışını aştığından, partisi tarafından sahiplenilmedi. Dahası Osman Özgüven’in çizgisini sürdürmek isteyenler, CHP yönetimince aday yapılmadı. Dikili örneği kişisel çabalarla yapılanların sınırlarını da göstermiş oldu.

Dersim-Ovacık: Fatsa sonrası “devrimci-halkçı belediyecilik” anlayışı Ovacık’ta yaşam buldu. “Sosyalist Meclisler Federasyonu” (SMF) üyesi olan Fatih Mehmet Maçoğlu, 2014’te Ovacık belediye başkanı oldu. Yasal engelleri aşabilmek için TKP adına seçimlere girmişti, o yüzden TKP’nin ilk belediye başkanı olarak bilindi; “Komünist Başkan” olarak anılmaya başlandı.

Ovacık modeli, en çok kooperatifleriyle öne çıktı. Bölgede yetişen kuru fasulye, nohut gibi ürünlerin organik bir şekilde yetiştirilmesi ve ülkenin dört bir yanına satılması, kooperatifler sayesinde mümkün oldu. Devlet hazinesine ait 650 dönümde yapılan üretimle elde edilen ürünler, aradan tefeci ve tüccarı çıkararak az bir karla satıldı. Bu faaliyet “üretici belediyecilik”in yaşama geçmesi, üreticiden tüketiciye sağlıklı gıdaların doğrudan ulaşımı bakımından önemliydi. Elde edilen kazanç, çiftçilere pay edildikten sonra, üreticiye tohum desteği, yeni makineler alma, yoksul öğrencilere burs verme şeklinde dağıtılıyordu. Yanı sıra iş insanlarından da bağış alınarak “burs ağı” genişletildi. Dersim’de yoksul öğrencilerin okuma oranının yükselmesinde ve sınavlarda büyük başarı göstermelerinde bu çabanın rolü büyüktür.

Halkla doğrudan ilişki kuruldu. Belediyenin kapıları açıldı, isteyen herkesin belediye başkanıyla görüşmesine olanak sağlandı. Başkan, korumasız biçimde halkın içinde dolaştı, makam aracını kullanmadı. Su fiyatları düşürüldü. Belli saatlerde merkezden ilçelere ücretsiz belediye otobüsleri koyuldu. Ayrıca belediye binasının içinde 10 bin kitabın yeraldığı bir kütüphane açıldı.

Daha önemlisi, belediye bütçesi şeffaf hale geldi. Gelir ve giderler belediye binasına asılarak herkesin görmesi sağlandı. Madenler başta olmak üzere bölgenin kaynaklarının emperyalist tekellere peşkeş çekilmesine karşı duruldu, doğanın korunmasının önemli bir parçası haline geldi.

Maçoğlu, 2019’da Dersim’de başkan oldu. Dersim’de önceki dönem HDP kazanmış, sonra kayyum atanmıştı. Kayyum, 74 milyon borç bırakmıştı. Borçlardan dolayı belediye, İller Bankası’ndan para alamaz oldu. Çalışanlarının bile maaşlarını ödeyemez hale geldi. Üstelik yurtdışından yapılan yardımlar bloke edildi. Çok sınırlı kaynaklarla, 5 yıl içinde bu borcun yaklaşık 3’te 2’sini ödemeyi başardılar.

Bu zor şartlar altında kente hizmet sunmaya çalıştılar. Yol, park, bahçe vb hizmetleri ihalelerle değil, kendi öz gücüne dayanarak yaptılar. Örneğin 1 milyon TL’ye mal olacak bir yolu, halkın katılımıyla 300 bin TL’ye bitirdiler. Üstelik en az 3 hafta sürecek bir işi, iki günde yaptılar. Maçoğlu bu çalışmaların bizzat içinde yer aldı. Ovacık’ta köylülerle birlikte tarla ektiği gibi, Dersim’de işçilerle birlikte yol yaptı. Yanı sıra Dersim’de ürün çeşitlerini arttırarak kooperatifleşmeyi sürdürdüler. Belediye işçilerinin çalışma saati 7 saate düşürüldü, ücretleri yükseldi. 8 Mart, tatil günü ilan edildi, kadınlara her ay regl izni verildi. Dersim festivali yeniden canlandırıldı vb…

Gerek Ovacık’ta gerekse Dersim’de “devrimci-halkçı belediyecilik” yönünde önemli işler yapıldı. Fakat komite-meclis türü biçimlerle halkın yönetime katılımının sağlanması, kitlelerin örgütlenme-bilinç düzeyinin yükseltilmesi, uygulamaların sonrasında da sürecek biçimde kalıcı hale getirilmesi bakımından zayıf kaldığı söylenebilir.

 

Sonuç yerine

Sıraladığımız örnekler dışında gerek dünyada gerekse ülkemizde pek çok “toplumcu” veya “devrimci-halkçı” belediyecilik örneği yaşanmıştır. Biz burada öne çıkan, fark yaratan deneyimler üzerinde durduk. Mesela ülkemizde Dersim’in Mazgirt, Pertek, Hozat gibi ilçelerinde, Hatay’ın Samandağ, Aknehir Beldesi’nde, Artvin-Hopa’da, Rize’nin Fındıklı ilçesinde halkçı uygulamalar yapan yerel yönetimler oldu. Fakat bunlar verdiğimiz örneklerin gerisinde kalan veya tekrarı olan örneklerdi.

Ayrıca Kürt illerinde ‘70’li yıllarda Diyarbakır, 2000’lerden sonra birçok il ve ilçede Kürt hareketinin kazandığı yerel yönetimler sözkonusudur. Bu yönetimler ulusal bir karakter taşıdığı için, yapılanlar esas olarak kültürel haklarla sınırlı oldu. “Çok dilli belediyecilik” ve “kadın sığınma evleri” öne çıktı. Halkçı uygulamalar yönünden ise, bir model yaratılamadı. 

Şüphesiz hepsinden çıkarılması gereken olumlu-olumsuz tonlarca ders var. Temel bazı noktaların altını bir kez daha çizmek gerekirse:

En başta seçimle işbaşına gelen yerel yönetimlerle, halk ayaklanmaları ile “kurtarılmış bölgeler”de gerçekleşen yönetimler arasındaki farkı ayırt etmek gerekiyor. Fakat merkezi iktidar ele geçirilmediği sürece -yerelde iktidar olunsa bile- sınırlı ve kısa ömürlü olacağı, sosyalist bir belediyeciliğin yapılamayacağı görülüyor. Yerel yönetimler asıl olarak kapitalizmin vahşiliğini törpüleme, sınırlama görevini yerine getiriyorlar.

İkincisi, yerellik temelinde gelişen toplumsal mücadeleler, özellikle ekonomik ve politik krizlerin olduğu zamanlarda ortaya çıkıyor. Böyle anlarda toplumsal tepkilerin ilk dışavurumu yerellerde oluyor, alternatif politikalar oralarda deneniyor. Fakat kapitalist üretim sürecinin dışına çıkılmadığı koşullarda, ya sönümleniyor, ya da yenilgiye uğruyorlar. Hatta sistem içerisine soğruluyor, onun bir aracına dönüşüyorlar.

Üçüncüsü “toplumcu” veya “devrimci-halkçı” belediyeler, halkın örgütlenme ve bilinç düzeyini yükseltmezse, katılımı ve denetimi zayıflatırsa, zaman içinde bürokratlaşıp diğer belediyelerle aynılaşıyor. Başlangıçta yarattıkları umut, sonrasında derin bir hayal kırıklığına dönüşüyor. Böyle bir durumda, karşı-devrimin saldırısı karşısında zayıf düşüyorlar, halk tarafından sahiplenmiyorlar.

Bu deneyimlerin özü; kapitalist sistemde yerelde yapılan iyileştirmelerin sınırlı kalmaya mahkum olduğudur. Bir belediyeyi sosyalistler kazansa bile, oraya sosyalizm gelmeyecektir. Fakat kar amaçlı, rantçı belediyecilik yerine halkçı-devrimci belediyecilik mümkündür ve yapılmıştır. Bunu yaparken, halkta rehaveti ve muhtaçlığı değil, hak alma bilincini geliştirmeli ve merkezi yönetime karşı mücadeleyi örgütlemelidir. Ekonomik taleplerle siyasal taleplerin içiçeliğini göstermeli, bunları birleştirmelidir. Dolayısıyla yerel siyaset, ulusal ve uluslararası siyasetle birlikte ele alınmalıdır. Yerel şovenizme, mikro milliyetçiliğe düşmeden, mekan fetişizmi yapmadan, ülke içinde ve dünya çapında birlikler oluşturmalıdır.

Devrimci-halkçı belediyeciler, kendilerini varolan yasalarla sınırlamazlar. Önlerine çıkan yasal-yasadışı her tür engeli aşmakla, yasaları fiilen delmekle karşı karşıyadırlar. Yasaları değiştirmek de ancak bu şekilde verilecek bir mücadeleyle mümkün olur.

Yerel yönetimler, hak ve özgürlükler mücadelesinin önemli bir parçasıdır. Bu yönetimlerin iyileştirilmesi, halkın yararına çalışır hale getirilmesi; komünist ve devrimcilerin kitlelerle bağlarını güçlendirmeye, özgürlük alanlarını genişletmeye de yarar. Her reform mücadelesinde olduğu gibi, kitleler kendi deneyimleriyle eğitilir, gerçekleri daha net görmeye başlar. Tabi ki, devrim ve sosyalizm hedefinden şaşmadan, yerel yönetimleri devrimin kaldıraçları olacak şekilde değerlendirmek koşuluyla…

Yerel yönetimlere bu bakışaçısıyla talip olunmalı, bugüne dek yaşanan deneyimler ışığında daha ileri adımlar atılmalı, devrimci-halkçı belediyecilik örneklerine yenileri eklenmelidir.

Kaynakça

*İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu–Engels

*Seçme Eserler III – Lenin

*Demokrasi Arayışında Kent – Kürşat Bumin

*Yerel Yönetimler-Ruşen Keleş, FehmiYavuz

*Devrimci-halkçı YEREL YÖNETİMLER- A Kerim Gültekin, İbrahim Gündoğdu

*Toplumcu Belediyecilik–Derleyen: İhsan Kamalak, Hüseyin Gül

*Hindistan’da Toplumcu Bir Deneyim: KERALA – Thomas İsaac

*Belediye sosyalizmini hatırlamak – İhsan Gülhan, Sendika org

*Walton,‘Belediye Sosyalizmi’ geleneğini diriltmeye geliyor – Joshua Kluever

*Yerel yönetimler tarihine genel bakış – Tamer Uysal

*Yerel yönetimler okulu – İlhan Tekeli

*Sosyal belediyecilik nedir, Sosyalist belediyecilik nedir – Aziz Kacaimamoğlu

*Kooperatifler ve Yerel Yönetim–Metin Yeğin

*Yerel yönetimlere yaklaşım üzerine – Proleter DEVRİMCİ DURUŞ sayı:Ocak 2015

Bunlara da bakabilirsiniz

Suriye düştü; şimdi yeni bir Ortadoğu

27 Kasım günü HTŞ’nin Halep saldırısı ile başlayan süreç, 10. gününde tamamlandı. 7 Aralık günü …

İşçi sınıfının önderi: Hamit Tekin (1934-1979)

Hamit Tekin (Hamido) doğal işçi önderiydi. Yıllarını işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine vermiş bir proleter devrimciydi. …

Kartal’da “İnsanca yaşamak istiyoruz” mitingi yapıldı

İstanbul Emek Barış ve Demokrasi Güçleri 8 Aralık’ta Kartal Meydanı’nda “İnsanca Yaşamak İstiyoruz” talebiyle miting …