İşçi ve emekçiler açısından 1 Mayıs, her zaman yılın en önemli günü olmuştur. Yaşadığı sorunları ve taleplerini yüksek sesle ifade edeceği, gücünü ortaya koyacağı, dosta-düşmana kendinden söz ettireceği bir gündür 1 Mayıs… Tabii ki, işçi sınıfının temsilcilerinin, onun çıkarlarını savunan ve davasını güdenlerin de en fazla önemsedikleri gün…
1 Mayıs enternasyonaldir. Bu yönüyle dünya çapında bir öneme sahiptir. 1 Mayıs’a yaklaşırken, hiç bir ülkenin komünist ve devrimcileri, işçi ve emekçileri, sadece kendi ülkelerindeki gelişmelere bakmaz. 1 Mayıs’ı kendi ülkesi ve bölgesiyle sınırlamaz. Dünyadaki işçi-emekçi hareketini, ezilen halkların mücadelesini, egemen sınıfların tutumunu, devrim ve karşı-devrim güçlerinin durumunu inceler; 1 Mayıs’a nasıl bir süreçte gidildiğini bu geniş perspektifle analiz eder. Çünkü işçi sınıfı da, işçi sınıfı davası da evrenseldir. 1 Mayıs’ın kendisi evrenseldir.
Emperyalist-kapitalist sistemin dünyanın en ücra köşesine kadar sirayet ettiği, bir ahtapot gibi her yeri sardığı düşünülürse, ülkede yaşanan hiçbir şeyin dünyadaki gelişmelerden bağımsız olmadığı kendiliğinden anlaşılır. Sadece ülkede değil, bulunduğumuz şehirde, semtte, işyerinde yaşadıklarımız da dünyadaki gelişmelerden bağımsız değildir. Onun için 1 Mayıs’a nasıl bir dönemde girildiğini anlamak için evrenselden yerele, genelden özele gitmek gerekir. Öncekilerde olduğu gibi bu 1 Mayıs arifesinde de öyle yapmalıyız.
Savaş ve kriz dünyası
Emperyalist kapitalist sistem, çok uzun bir dönemdir kriz içinde. Üstelik bu kriz sadece ekonomik değil, siyasi, kültürel, ahlaki çok yönlü bir kriz…
Kriz, bu sistemin yapısal sorunudur. Çünkü kapitalizmde üretim anarşisi vardır. Üretim anarşisi, plansız ekonomi demektir; insanların ihtiyacına göre değil, azami kar için üretim yapılmasıdır. Sermaye, karlı alanlara yönelir; bütün kapitalistler kar getiren alanlara yüklenince, orada üretim fazlası ortaya çıkar. Buna karşın işçi ve emekçilerin alım gücü düşükse, üretim fazlası elinde patlar ve krizlere yol açar. Kapitalizmin krizi “aşırı üretim” krizidir. Patronlar azami kar için “daha az işçi-daha fazla üretim” denklemiyle çalışır. Bu denklem krizin temel sebebidir; fakat farklı davranması mümkün de değildir. Onun için yapısaldır, sistemin doğal sonucudur.
Günümüzde işçi ve emekçilerin alım gücü sürekli düşmektedir. Ve ortaya çıkan üretim fazlası satın alınamaz haldedir. Böyle olunca kapitalistler kar oranlarını koruyabilmek için işçi çıkarır ve işsizlik artar. Krizin en önemli göstergelerinden biri de artan işsizliktir.
Yoksulluk ve işsizlik bize özgü bir durum değildir. Bugün emperyalist ülkeler başta olmak üzere dünyada yaşanmaktadır. Sadece ekonomik kriz de değil, ona bağlı olarak siyasi kriz neredeyse tüm ülkeleri sarmıştır. Yöneticiler, halkı eskisi gibi yönetmekte zorlanmaktadır. Seçimler giderek daha göstermelik bir hal almıştır. O yüzden meşruiyetleri de sorgulanır haldedir. Ya hep aynı liderler kazanmakta, ya da lider-parti değişse bile politikalar aynı kalmaktadır.
Ekonomik-siyasi kriz toplumsal çürümeyi, o da ahlaki ve kültürel krizi doğurur. Halkı yönetmenin aracı olarak din ve milliyetçilik daha fazla kullanılmakta, dinin güçlendiği her dönemde olduğu gibi ahlaki yozluk ve çöküş artmaktadır.
Emperyalistler her kriz dönemini aşmak için daha fazla silahlanmaya başlar ve savaşlar çıkarır. Bugün de yaptıkları budur. 2000 yılının başlarında ABD’nin Afganistan ve Irak işgaliyle başlayan emperyalist savaş halen sürüyor. ABD ne Irak’tan ne de Suriye’den çekiliyor. Yaklaşık 20 yıldır Ortadoğu kan gölüne döndü. İsrail’in Filistin halkına dönük katliamı artarak devam ediyor. Son saldırılarda içlerinde kadın ve çocukların olduğu 30 bini aşkın Filistinli katledildi. Ve Filistin’in yanında görünen Türkiye dahil Müslüman ülkeler, İsrail ile ticareti sürdürdüler.
Sadece Ortadoğu’da değil, Avrupa’da da savaş sürüyor. Ukrayna-Rusya savaşı, iki yıldır devam ediyor. Rusya’yı çevreleme stratejisi güden ABD ve Batılı emperyalistler, Ukrayna’ya silah ve asker yığarak savaşı uzatıyor. Bugün Ukrayna NATO’nun savaş üssü durumunda. NATO, Ukrayna üzerinden Rusya ile savaşıyor. Yenilgi başlayınca bu kez Moskova’da bir konser salonunu kana buladılar. Savaşta askerler değil sadece, bütün bir halk ölüyor, acı çekiyor.
Son 20 yılın bir kez daha gösterdiği şey, emperyalist-kapitalist sistemin insanlığa açlık, işsizlik, hastalık, savaş ve ölüm dışında bir şey sunmadığıdır.
Buna karşın tüm dünyada işçi ve emekçiler, giderek artan oranda tepkilerini eylemlerle ortaya koyuyorlar. Başta Fransa olmak üzere tüm Avrupa’da işçi grevleri, çiftçi eylemleri devam ediyor. Latin Amerika’da halk faşist rejimlere karşı ayaklanıyor, sokakları tutuşturuyor. Afrika’da, Asya’da gerici-faşist diktatörlere karşı direnişler bitmiyor. Fakat çoğunda devrimci önderlikten yoksunluk, direnişlerin kırılmasına veya sönümlenmesine yol açıyor.
Zor günlerden geçiyoruz
Ülkemiz, tarihinin en zor dönemlerinden birinden geçiyor. Hayat pahalılığı hiç bu kadar artmamıştı. Neredeyse her gün başta gıda olmak üzere temel ihtiyaçlara zam üstüne zam geliyor. Yoksulluk ve açlık, artık milyonları tehdit eder boyutta.
Temel ihtiyaçlar astronomik şekilde pahalanırken, işçi ücretleri, memur ve emekli maaşları düştükçe düşüyor. Çalışanların ezici çoğunluğu “asgari ücret” civarında alıyor, açlık sınırının altındaki bu parayla yaşam savaşı veriyor. Bir de cumhurbaşkanından bakanlara kadar devlet yetkilileri tarafından sürekli aşağılanıyor, hakarete uğruyor.
Erdoğan, emeklilere verilen “ölüm sınırı”ndaki maaşı bile “dipsiz kuyu”ya benzetti. Mehmet Şimşek, emeklilerin hazineye “yük” olduğunu söyledi. MHP’li bir milletvekili “simit satsınlar” dedi. Bunu söyleyenler, emeklinin bir maaşını akşam yemeğinde yiyecek kadar tuzu kuru olanlar…
Yoksulluk ve işsizlik pençesinde kıvranan halk, giderek daha düşkünleşiyor; ahlaki çürüme ve toplumsal şiddet artıyor. Gün geçmiyor ki, bir kadın cinayeti işlenmesin! Ya da trafikte, sokakta, evde birileri ölmesin!…
Kapitalistlerin azami kar hırsıyla katlettiği işçi sayısı ise rekorlar kırıyor. Ortalama günde 5 işçi iş cinayetlerine kurban gidiyor. Sakat kalanların, meslek hastalığına yakalananların haddi hesabı yok! Madenlerde katledilenlerin ise cesedine bile ulaşılamıyor. Son olarak Erzincan-İliç’te ölen 5 işçi, zehirli toprakta eriyip gitti…
Bu ülkede en ucuz şey, işçinin emekçinin canı oldu! Mallar çok pahalı, canlar sebil…
Bu duruma isyan eden, direnişe geçen işçilerin üzerine de polisi-jandarması devletin tüm güçleri saldırıyor. Ama işçiler yılmıyor. Haklarını elde etmek için sendikalaşmaktan ve direnmekten vazgeçmiyor. Antep’te, Bergama’da, Zonguldak’ta tüm saldırılara rağmen direnişlerini sürdürüyorlar.
Ülkemizde de kriz derinleştikçe savaş çığırtkanlığı artıyor. Komşu ülkelere dönük yeni saldırı planları yapılıyor. Irak ve Suriye’de Kürt halkının kazanımlarını yok etmek için her tür yolu devreye sokuyorlar. Halk açlık içinde kıvranırken AKP-MHP bloku, SİHA’larla İHA’larla övünüyor. “Bir merminin fiyatını biliyor musunuz” diyerek, halka kan ve gözyaşı dışında bir şey getirmeyen silahlanma yarışını sürdürüyorlar.
Eğitimi tarikatlara, sağlığı ticari şirketlere teslim eden Erdoğan yönetimi, halkı cehalet içinde bırakarak, din ile uyuşturarak, asıl olarak da baskı ve şiddetle yönetmeye çalışıyor. Rıza üretemeyen her yönetim gibi zorbalıkla ayakta duruyor.
Fakat her zorbalığın bir sonu, her gecenin bir sabahı var…
1 Mayıs’a giderken…
Dünyada ve ülkemizde işte bu koşullarda 1 Mayıs’ı karşılıyoruz.
Ülkemiz açısından 1 Mayıs öncesi yerel seçimlerin yapılmış olması, ayrı bir siyasi atmosfer de yaratıyor. Son seçimlerde 22 yıl aradan sonra AKP’nin ikinci parti konumuna düşmesi, yıllardır AKP-MHP blokunun politikaları ve aşağılamaları altında ezilen işçi ve emekçilerin tepkilerinin göstergesidir. Esasında 2015 yılından itibaren hemen her seçimde yenilmesine rağmen çeşitli hile ve entrikalarla ayakta durmaya çalışan Erdoğan yönetiminin artık duramaz hale gelmesidir; “son”un başlangıcıdır.
1 Mayıs öncesi AKP-MHP blokunun böyle bir yenilgi alması, elbette işçi ve emekçiler açısından moral üstünlük yaratmıştır. Fakat işçi ve emekçinin asıl gücü, üretimden gelen gücüdür. Grev silahını kullanabilmesi, aileleriyle ve dostlarıyla birlikte direniş ateşini büyütmesidir. Aksi halde sandıktan çıkan her kim olursa olsun bizleri kurtaramaz. Ünlü enternasyonal marşında da söylendiği gibi “bizleri kurtaracak olan kendi kollarımızdır.”
Hal böyleyken başta DİSK olmak üzere kimi sendikalar ve reformist partiler, CHP’nin “seçim zaferi”ne bel bağlamış görünüyorlar. Bugüne kadar 1 Mayıs’a dönük tutumunu son günlere dek açıklamayan bu sendikalar, şimdi bir ay öncesinden birbirleriyle yarışa girmiş durumdalar. Üstelik daha önce Maltepe’de miting yaparak yasak-savma kabilinden 1 Mayıs’ı geçiştirenler, şimdi Taksim çağrısı yapıyorlar!
DİSK, uzun süredir 1 Mayısları geriye çeken bir rol oynuyor. Devrimci-demokrat kurumları hiçe sayarak kendi politikasını dayatıyor. Bu 1 Mayıs öncesi de aynı uğursuz misyonu yerine getiriyor. “İşçi-Emekçi Birliği”nin (İEB) 1 Mayıs öncesi çağrısına icabet etmediği gibi, DİSK binasında gerçekleşecek görüşmeye katılacak kurum ve kişilerin isimlerini isteyecek kadar bürokratik ve üstenci bir hava içinde. Sanki işçilerin kurumuna değil de bir devlet kurumuna giriliyor!
Dahası, KESK, TTB, TMMOB gibi sendika ve meslek örgütleriyle bile görüşmeden açıklama yapıyor ve önümüzdeki süreçte de böyle davranacağını ortaya koyuyor. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama kararının ne kadar göstermelik olduğunu da, herhangi bir yasaklama durumunda diğer kurumlarla birlikte hareket etmeye yanaşmamasıyla kendini gösteriyor.
İEB’in çağrısıyla biraraya gelen devrimci-demokrat kurumlar, DİSK’in benmerkezci, burnu büyük tavrına prim vermemelidir. Kendi içinde kararlar alarak 1 Mayıs’ın birleşik, kitlesel ve militan bir tarzda geçmesi için şimdiden faaliyetleri başlatmalıdır.
1 Mayıs, takvimdeki alalade bir gün olmadığı gibi, bir günden ibaret de değildir. Öncesi ve sonrasıyla sınıf mücadelesi içinde önemli bir kesittir. Onun için 1 Mayısı, “hazırlık dönemi, 1 Mayıs günü ve sonrası” olarak üç aşamada ele almalı ve o şekilde değerlendirmeliyiz.
Geçtiğimiz yıllarda yaptığımız gibi başta işçi havzaları, fabrikalar olmak üzere, işçi ve emekçilerin bulunduğu her yerde 1 Mayıs çalışmaları başlamalıdır. Gerek bağımsız gerekse birleşik faaliyetlerle, kitleler 1 Mayıs’a hazırlanmalıdır.
PDD olarak bu yıl da “1 Mayıs’ta Taksim’e” diyoruz ve 1 Mayıs faaliyetlerini başlatmış bulunuyoruz. İEB dahil “1 Mayıs 2024” grubunda yer alan kurumların da daha fazla gecikmeden ortak bir karar almasını, bu yıl kitlesel biçimde Taksim’in zorlanmasını bekliyoruz.
1 Mayıs işçi sınıfının kavga günüdür. Onun gerçek sahipleri olarak işçilerin 1 Mayıs’a katılımını arttıracak yol ve yöntemler bulunmalıdır. İşçilerin 1 Mayıs’a katılımı, DİSK dahil uzlaşmacı-işbirlikçi sendikalara terkedilemez. Onların son günlere kadar işçileri 1 Mayıs’tan haberdar etmediklerini ve katılımlarını bilinçli şekilde azalttıklarını biliyoruz.
İşçi sınıfının da, 1 Mayıs’ın da temsiliyeti sendikalarda değildir. İşçi sınıfına ve 1 Mayıs’a önderlik etmesi gereken komünist ve devrimcilerdir. Bunun bilinci ve sorumluluğuyla hareket etmeliyiz.
Bu yılın 1 Mayısı’nın Taksim’de kutlanması, ne AHİM, ne AYM kararı olduğu içindir. İşçi ve emekçilerin kendi günlerine sahip çıkması ve istedikleri yerde kutlaması için, burjuva yasallığına, onların hukuk kurumlarına ihtiyacı yoktur. Yüzyılı aşkın işçi sınıfı tarihi ve 1 Mayıs’ın bizzat kendisi, yasaların sokakta yapıldığının kanıtıdır. İşçiler 8 saatlik işgününü, mücadele güçleriyle yasal hale getirmiştir. 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamayı geçmişte olduğu gibi bugün de fiili eylemleriyle başaracaktır.
Bu 1 Mayıs işçi ve emekçiler savaşa ve krize karşı tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de sokaklara çıkmalı ve egemenleri titretmelidir.
Yaşasın 1 Mayıs! Biji Yek Gulan!
Yaşasın Proletarya Enternasyonalizmi!
Kahrolsun Ücretli Kölelik Düzeni!
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!