Sosyalizmde yerel yönetimler

Günümüzde üç çeşit yerel yönetim anlayışından sözedilmektedir: Kıta Avrupası, Anglosakson ve Orta-Kuzey Avrupa yerel yönetim sistemi… En öz haliyle ifade edecek olursak; Kıta Avrupası’nda yerel yönetim sistemi anayasa ile güvence altına alınmıştır. Merkezi yönetim (hükümetler) valileri aracılığıyla yerel yönetimleri denetlemektedir. Özerk görünen bölgelerde bile merkezi vesayet sözkonusudur. Anglosakson yerel yönetim sisteminde ise, yerel yönetimler anayasal bir statüye sahip değillerdir; fakat geniş bir özerklik alanları vardır. Merkezi yönetimin üzerlerindeki denetimi sınırlıdır. Kuzey ve Orta Avrupa yerel yönetim sistemi olarak tanımlanan biçim de, Anglosakson modeline yakındır. Farklı olarak, özerklik alanları yasalarla pekiştirilmiştir ve “genel yetkiye” sahip kılınmıştır.

Bu modellerin hepsi, emperyalist-kapitalist ülkelerin yerel yönetim modelleridir ve hiç biri sosyalist yerel yönetim tarzına benzemez. Her şeyden önce sınıfsal bir farklılık vardır. Biri burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin egemen olduğu bir sistemdir; diğeri işçi sınıfının, yoksul köylülüğün, emekçi halkın… Birinde iktidar, sömürü sınıfların elindedir; diğerinde sömürülenlerin… Bu özsel farklılığa bağlı olarak biçimsel farklar da sözkonusudur.

Sosyalist ülkelerde yerel yönetimleri incelerken, özsel farklılığı asla gözden kaçırmamak gerekiyor. Şunu da belirtelim; sosyalizm, komünist toplumun ilk aşamasıdır. Özel mülkiyetin tamamen ortadan kaldırılması (küçük-mülkiyet) sınıfsal ayrımların silinmesi, devletin sönümlenmesi, “herkese ihtiyacına göre” ilkesinin hayata geçmesiyle birlikte komünizme geçilecektir. Sosyalizm bu hedefe ilerleyen geçiş sistemidir. Bunun en ileri örneği Lenin ve Stalin döneminde Sovyetler Birliği’nde görülmüştür. Sovyetler Birliği dışında “sosyalist kamp” içinde yeralan Doğu Avrupa ülkelerinde, Çin’de, Küba’da demokratik devrimden “sosyalist inşa”ya geçiş ne yazık ki başarılamadı. Demokratik kazanımların ardından kapitalist restorasyon süreci başladı, ‘90’ların başında da “sosyalist blok” adına bir şey kalmadı.

Buna karşın başta Sovyetler Birliği olmak üzere bir dönem “sosyalist blok” içinde yer almış ülkelerin yerel yönetim deneyimleri, “sosyalist belediyecilik”in nasıl olması gerektiği konusunda bize önemli veriler sunmaktadır. Aynı zamanda kapitalist sistem yıkılmadan “sosyalist belediyecilik” yapılamayacağını göstermektedir.

Günümüzde çok sınırlı “halkçı belediyecilik” örneği varken, “sosyalist” hatta “komünist” belediyecilikten dem vuranlar, bu gerçeği çarpıtıyorlar. Ne yazık ki, devrimci kesimler içinde bile, sosyalizmin temel özelliklerini, sosyalist ülkelerin başarılarını unutmuş veya burjuva ideolojisinin etkisine girmiş olanlar var.

Yerel yönetimlerin tarihini ve bugününü incelerken, atlanmaması gereken en önemli bölüm, sosyalist ülkelerde yerel yönetimlerin nasıl şekillendiği ve “sosyalist belediyecilik”ten ne anlaşılması gerektiğidir.

Bugün sosyalist sistemin olmaması, geçmişte yapılanları ve bıraktıkları mirası inkara, veya görmezden gelmeye yol açmamalıdır. Yakın tarihimizde çok güzel örnekler yaratıldı, yarın da yaratılacaktır… İnsanlık tarihinin ulaştığı en ileri sistem olan sosyalizmde gerçekleşenler, bize ışık tutmaya, umut vermeye devam ediyor.

 

“Toplumsal belediyecilik”in esin kaynağı,

ilk işçi devleti Komün

Tarihteki ilk işçi devleti Paris Komünü’dür. Paris Komünü, “toplumsal belediyecilik” anlayışının da miladı, esin kaynağıdır.

Bir örgütlenme ve yönetim biçimi olarak komün, ilk kez ortaçağ döneminde görüldü. Günümüzdeki belediye yönetimlerinin de başlangıcı sayılır. Komün yaşamı, kimi düşünürlere göre demokrasinin temeli olarak kabul edilir. Kapitalizmin gelişmesiyle birlikte merkezi devletler güçlendikçe, komünler zayıflamış etki gücünü kaybetmiştir.

1871 Paris Komünü, komün olgusunu ve yaşamını yeniden canlandırdı. Sadece 72 gün sürdü, ama tüm dünyayı sarstı, proleter devrimlerin önünü açtı. Bu kısa sürede insanlığın önüne yepyeni ufuklar açtı. Öyle ki, Marks ve Engels “Komünist Manifesto”da tek değişikliği Paris Komünü sonrası yaptılar. İşçi sınıfının varolan devleti ele geçirerek değil, ancak yıkarak kendi düzenini kurabileceğini, Komün deneyiminden çıkardılar. Keza Lenin, Komün’ün dersleriyle Ekim Devrimi’ne önderlik etti.

Neydi Komün’ün başarısı?

En başta enternasyonalistti, farklı uluslardan devrimciler birlikte savaştılar, birlikte yönettiler. Aynı zamanda yurtseverdi. Almanya’ya savaş açan Fransız burjuvazisi kısa sürede yenilip teslim olurken, Paris işçi ve emekçileri sonuna dek direndiler. Fransız ve Alman burjuvazisi, silahlı Paris halkına karşı birlikte hareket etti ve saldırıya geçti. “Viva Komün” haykırışlarıyla direnen Paris halkı, burjuva yönetimine son verdi. Ve insanlığın o güne dek gördüğü en ileri yönetim biçimini hayata geçirdi.

Seçimlerde genel oy hakkı esas alındı, seçilenlerin her an geri çağrılabilmesi ilkesi benimsendi. Seçilen tüm görevliler, işçi ücretleri kadar ücret alabilecekti. Sürekli ordu kaldırılıp halkın silahlandırılması gerçekleştirildi. ‘Rahipler iktidarı’ yıkılıp din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı ve din bütçesi kaldırıldı. Öğrenim kurumlarının tümü parasız olarak halka açıldı. Fabrikaların yönetimi, buralarda çalışan işçilerin kurduğu kooperatif birliklerine devredildi vb…

Komün, parlamenter bir kurum değildi; hem yasamayı hem de yürütmeyi üstlenen bir organ oldu. Sınıflı toplumlarda devletin temel dayanağı olan ordu ve bürokrasiyi ortadan kaldırarak, işçilerin üretim araçlarına sahip olmasını sağladı. Yanı sıra bir kentin, dışardan hiç bir yardım almaksızın kendi özkaynakları ile kamu hizmetlerini sağlayabileceğini gösterdi. Bu özellikleriyle katılımcı, üretici, halkçı (toplumcu) belediyecilik anlayışının gelişmesine ilham oldu.

Elbette her “ilk”te olduğu gibi Komün’ün de hataları vardı. Merkeziyetçilik ve otorite eksikliği, bunun başında geliyordu. Burjuvaziye kesin vuruşlar indirmekten uzak durdu. ‘Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi’ne geçemedi. Fransız Bankası’na el koymadılar mesela. Böylece burjuvazinin ekonomik olarak da gücünü korumasına izin verdiler.

Konumuz açısından önemli olan bir diğer yönü, devrimin Paris’le sınırlı kalması (hatta onun da merkeziyle) kırsal kesimin ve diğer kentlerin desteğini alamamasıydı. Devletin bütünü değil de, bir bölgesi veya kenti ele geçirildiğinde -devrim bile olsa- çok hızlı biçimde yenilgiye uğrayacağını, Komün dersleri ortaya koydu.

Tabii ki Komün’ün yenilgisinin asıl nedeni, komünist bir partinin önderliğinden yoksun olmasıydı. I. Enternasyonal’de o dönem üstün durumda olan Prodhoncu anarşistlerin önderlikleri, bir çok eksikliğin kaynağını oluşturdu. Komün’den önce de işçi ayaklanmaları ya kendiliğinden patlıyor, ya da küçük-burjuva anarşistlerin önderliğinde gerçekleşiyordu. Zaten proleter devrimin nesnel koşulları henüz olgunlaşmış değildi. Paris Komünü bile, burjuvazinin ihanetiyle erken doğuma zorlanan bir devrim olmuştu. Onun için Marks, “ayaklanmanın bir cinayet olacağı”nı söylemişti. Fakat devrim başladığında Paris halkını, “göğün fethine kalkışan, çılgınca, gözüpek komünarlar” olarak selamladı.

Almanların desteğiyle Komün’e saldıran Fransız Devleti, en vahşi katliamlarını gerçekleştirdi. 30 binden fazla insanı “Federeler Duvarı”nda kurşuna dizdiler. 40 bin kişi tutuklandı, sonrasında zindanlarda çürüterek ölüme terk edildi. Ancak kurşuna dizilenler de, göstermelik mahkemelerde yargılananlar da Komün’ü savunmaktan geri durmadılar.

Saldırı öncesinde saflar netleşmiş, Komün’ü terkedenler belli olmuştu. Bunların başında burjuva cumhuriyetçiler geliyordu. Hareketin proleter niteliği öne çıktığında, Komün’den uzaklaştılar. Ardından küçük-burjuvalar, onu “yenilgiye mahkum” gördüklerinde, safları terk ettiler. Sonrasında Lenin’in de belirttiği gibi, “sadece işçiler Komün’e sonuna kadar bağlı kaldılar!” 

Özellikle kadınlar, barikatta son nefer, idam mangasına gülerek giden savaşçılar oldular. Komünün kadın liderlerinden Louise Michell, “ben bir komünarım, barikatlarda dövüştüm, beni sağ bıraksanız ‘intikam’ diye bağırmaktan geri kalmayacağım!” diyordu, mahkemede. Ve bir Prusyalı generale, “iyi ki bütün savaşçılar kadınlardan oluşmuyordu” dedirtiyordu.

Ünlü Fransız yazar Victor Hugo ise, Komün’ün ardından “ölü beden uzanmış yatıyor yerde, ama fikirleri dimdik ayakta” diyecekti. Dövüşerek alınan her yenilgide olduğu gibi, gelecek kuşaklara öc alma duygusu ve iyi bir miras bıraktılar. Onun içindir ki, Komün “geçmişteki geleceğimiz” olarak tarihe kazındı.

 

Sovyetler Birliği’nde

yönetim modeli

Sovyetler Birliği, sosyalist inşa ve devlet modelinin en ileri örneğini oluşturduğu için, onun üzerinde daha geniş durmakta yarar var. Elbette esas olarak yerel yönetimler üzerinde yoğunlaşacağız. Fakat yerel yönetimleri kavrayabilmek açısından Sovyet yönetim tarzına kısaca da olsa bakmak gerekiyor.

Sovyetler, Rusya’da 1905 Devrimi sırasında ortaya çıkan bir örgütlenme biçimidir. İlk olarak “işçi delegeleri sovyeti” şeklinde oluşmuştur. 1917 yılına geldiğinde, hemen her yerde, işçi, köylü, asker sovyetleri, yerden mantar biter gibi çıkmaya başlar. Rus halkı fabrikada, atölyede, kışlada, köyde, çalıştıkları üretim alanında veya yaşadıkları bölgede kendi temsilcilerini seçerek örgütlenirler.

Lenin, 1917’de “bütün iktidar sovyetlere” sloganını attığında, başta proletaryanın yoğun olduğu şehirler olmak üzere Rusya’nın pek çok yerinde “sovyetler” vardır. Bu çağrı, her sovyetin bulunduğu alanda iktidarı ele geçirmesi anlamına gelmektedir. Bir bütün olarak da Rusya’nın sovyet yönetimine geçmesi demektir. Menşeviklerin burjuvaziyle ittifak halinde hükümet kurduğu ve burjuva devrimiyle yetindiği koşullarda, “bütün iktidar sovyetlere” sloganı, proleter devrime çağrıdır aynı zamanda. O zamana kadar proletarya diktatörlüğünün nasıl şekilleneceği belirsizdir; sovyet iktidarı bunun yanıtı olmuştur.

Komün’ün Rusya’daki karşılığı Sovyet’tir. Rusça kelime anlamı da “danışma kurulu” dur. Konsey, komite, meclis gibi kavramlarla da ifade edilebilir. Bu kurumlar, devrimle birlikte yerellerden merkeze kadar her kademede yönetim aygıtına dönüştü. Devrim sonrası yapılan anayasanın ilk maddesi şöyledir: “Rusya, kendini bir işçi, asker ve köylü delegeleri cumhuriyeti olarak ilan eder. Gerek merkezi, gerek yerel bütün iktidar sovyetlere verilmiştir.”

Burjuvazi, en demokratik yönetimin “parlamenter cumhuriyet” olduğunu vaaz etmiştir. Parlamentonun halkın vekillerinden oluştuğunu, dolayısıyla halkın kendi kendini yönettiğini söylemiştir. Oysa parlamentoya girebilenler ağırlıklı olarak zengin kesimlerdir ve egemen sınıfların çıkarlarını savunurlar. Buna rağmen kararlar parlamentoda değil, kapalı kapılar ardında alınır. Parlamentoda ise sadece “laklak” edilir, nutuk atılır; eller kalkar iner ve önceden hazırlanmış tasarılar yasalaşır. Yürütme yetkisi zaten hükümetin elindedir. Bakanlar ve bürokratlar işi yürütürler.

Diğer yandan bırakalım parlamentoyu, yerel meclislerde bile bir işçi-emekçi kolay kolay yer bulamaz. Buralara aday olmak için dahi yüklü miktarda paralar gerekmektedir. Dolayısıyla seçme ve seçilme özgürlüğü kağıt üzerindedir. Daha önemlisi, en demokratik cumhuriyette bile üretim araçları fabrikalar, topraklar bir avuç kapitalistin ve toprak sahibinin elindedir; işçiler işgüçlerinden başka bir şeye sahip değillerdir. En başta ekonomik olarak köleleştirilmiştir. Ekonomik kölelik, siyasi köleliğin temelini oluşturur.

Sovyet sistemi, gerçek demokrasinin proleter demokrasi olduğunu ortaya koydu. Onun da özünü üretim araçlarının toplumsallaştırılması, sömürücü sınıfların mülkiyetine el koyulması oluşturuyordu. Daha önce ezilen sömürülen kitleler ve onların örgütleri, artık yönetimdeydi. En özlü tanımla; bir avuç azınlığın çoğunluk üzerinde diktatörlüğü olan burjuva demokrasisi yerine, çoğunluğun azınlık üzerinde diktatörlüğü olan proleter demokrasiye geçilmişti.

Lenin, Ekim Devrimi’nden sonra, “görevimiz, her aşçının hükümet yönetimine katılmasını sağlamak” demiştir. Sadece şehirlerde değil, kırlarda yaşayan kitleler, yönetim faaliyetine katılmış, sosyalist inşanın aktif unsurları haline gelmişlerdir. İşçi ve emekçiler bulundukları her yerde görüşlerini ifade etme, örgütlenme, yöneticileri eleştirme hakkına sahiptir. Seçilenler görevini yerine getirmedikleri taktirde “geri çağırma” haklarını kullanırlar. Burjuva demokrasilerinde olduğu gibi seçilenler 4-5 yıl, yani bir sonraki seçime kadar yan gelip yatamazlar.

Sovyet sistemi, aşağıdan yukarı doğru halkın temsiline dayanmaktadır. Bütün kademelerde gizli oy açık sayım ilkesini göre seçim yapılır. Kadınlar, ilk kez Sovyetler Birliği’nde oy kullanma hakkını elde etmiştir. Seçme ve seçilme hakkı, sömürücüler dışında tüm halka aittir. Sovyetler için yapılan seçimlerde yerleşim bölgeleri değil, halkın çalıştığı yerler, yani “üretim alanları” temel alınır. Çalışma hayatında biraraya gelmiş olanlar, içlerinde en çok güvendiklerini delege seçerler. O delegeler de bir üst yönetimi seçer. Böylece tabana dayalı hiyerarşik merkezi bir yapı ortaya çıkar.

Her Sovyet, kendi etkinlik alanında en yüksek otoriteye sahiptir ve Sovyetler’in tümü tek bir devlet sistemini oluşturur. Sovyetler Birliği, federal bir devlettir. 15 Birlik, 20 Özerk Cumhuriyet’in yüksek sovyetini ve yaklaşık 60 bin yerel sovyeti kapsar. Her federe ve özerk bölgenin “Yüksek Sovyeti” bölgenin en yüksek yönetim aygıtıdır. Meclis seçimleri 5 yılda bir yapılır. Milletvekili sayısı cumhuriyetin nüfusuna göre belirlenir. Yerel Sovyetler de, seçildiği yerde devlet otoritesini uygular. Yerellerde iki buçuk  yılda bir seçim yapılır.

Sovyetler Birliği’nin en yüksek organı Sovyet Kongresi’dir. Kongre “Birlik Sovyeti” ve “Milliyetler Sovyeti” olmak üzere iki meclisten oluşur. Yasalar, her iki mecliste çoğunluğun kararıyla yürürlüğe girer. Kongre üyeleri, burjuva parlamentosunda olduğu gibi hatiplerden değil, belirli işleri yapmak zorunda olan işçi ve emekçilerden oluşmuştur. Kongrenin aldığı kararlar, yine kongrenin kendi içinden seçtiği Merkez Yürütme Kurulu, (MYK) tarafından hayata geçilir.

Sovyet sisteminde “güçler ayrılığı” değil, “güçler birliği” vardır. Yasama ve yürütme bir organda toplanmıştır. Yerel sovyetler için de aynı durum geçerlidir. Yerel sovyet vekilleri, kendi üyelerinin arasından “yürütme komitesi” seçerler; komite, faaliyetleri hakkında üyelere bilgi vermekle yükümlüdürler. Aynı zamanda bir üst sovyetin yürütme organına bağlıdır. Dolayısıyla hem aşağıya, hem yukarıya karşı sorumlulukları vardır. Buna da “çifte bağımlılık” denir.

 

Sosyalizmde yerel yönetimler

Sovyetler Birliği başta olmak üzere, “sosyalist kamp” içinde yeralan ülkelerde belediye hizmetleri, yerel sovyetler tarafından karşılanıyordu. Yerel sovyetler, emperyalist-kapitalist sistemdeki yerel yönetim anlayışından üç temel noktada ayrışıyorlardı. Birincisi, yerel sovyetler federe meclisler gibi “iktidar organı” olarak tanımlanmıştı. İkincisi, yerel yönetimlerin kendi aralarında hiyerarşik bir ilişki vardı. Üçüncüsü, yerel yönetim birimleri “çifte bağımlılık” ilkesine göre çalışıyordu. “Çifte bağımlılık”, yukarıda ifade ettiğimiz gibi bir yerel organın hem ait olduğu yerel meclise, hem de üst yerel meclise karşı sorumlu olması demekti.

Tüm sovyetlerde karar alma süreci “demokratik merkeziyetçilik” ilkesine göre işliyordu. Yani kararlar demokratik bir şekilde tartışılarak oy birliği veya oy çokluğu ile alınır; karar alındıktan sonra, ona karşı çıkanlar dahil herkesi bağlardı. Azınlık çoğunluğa, alt organlar üst organlara, bütün organlar merkeze tabiiydi. Yerel veya merkezi tüm sovyetler, kendi içinde “yürütme komitesi” seçerlerdi. “Yürütme komiteleri”nin seçilmiş meclise karşı sorumluluğu “demokratik” yönünü, aynı zamanda yatay ilişkileniş biçimini oluştururdu. Üst birime karşı sorumluluğu ise “merkezi” yönü, aynı zamanda dikey ilişkileniş biçimiydi.

Yanı sıra tüm sovyetlerin ve onun seçtiği organların, Parti ile ilişkileri sözkonusudur. Komünist parti, “devlet ve toplumun öncü-örgütleyici gücü”dür. Fakat bu, “emir-komuta zinciri” şeklinde olmaz. Parti politikaları, sovyetlerde yer alan üyeleri tarafından iletilir; bu politikaların somutlanışı ve karar halini alması, sözkonusu sovyetin tartışması ve onayı ile olacaktır. Her sovyetin içinde parti üyeleri de vardır, sayıları bulunan yerin örgütlülük düzeyine göre değişir. Zaten parti üyeleri de partisizler gibi seçimle işbaşına gelirler. Yerel sovyetlerde partisizlerin oranı daha yüksektir; kadın üyeler ise yüzde 50’ye yakındır. Üstelik “kota” uygulanmadığı halde…

Sosyalizmin kuruluş yılarında yerel sovyetlere önemli görevler verilmiştir. Ama merkezi yönetimin yakın denetimi altında çalışmışlardır. Sosyalist ülkelerde yerel yönetimlerin ayırdedici özelliklerinden birisi de, üretici olmalarıdır. Moskova Sovyeti’nin 1,5 milyon, Leningrad Sovyeti’nin 700 bin çalışanı olması, Moskova Sovyeti’nin 600 tür hizmet üretmesi, üreticilik özelliğinin boyutunu göstermektedir. Elbette hangi alana ne kadar kaynak ayrılacağı merkezi olarak planlanmaktadır.

Kırsal alanda köydeki yönetim organı, Köy Sovyeti’dir. Köy Sovyeti, sovyet sisteminin en alt kademesidir. Köydeki tüm kuruluşlar ve işletmeler ona bağlıdır. Köy Sovyeti ve onun “yürütme komitesi” çiftlik işletimini de kontrol etmektedir. Fakat Sovyetler Birliği’nde tarımsal alan sovhoz (devlet çiftlikleri) kolhoz (kooperatifler) şeklinde iki ayrı biçimde organize edilmiştir. Köy Sovyeti buralarda da etkilidir, ama onların işleyişlerine doğrudan karışamaz.

Kolhoz ve sovhozlar, kırsal alandaki devlet kuruluşlarıdır. Ancak onların ayrı tüzükleri ve yönetimleri vardır. Her kolhoz kendi tüzüğünü belirler –Sovyet anayasasına ve yasalarına ters düşmemek kaydıyla- ve bir üst organ olan “rayon” tarafından onaylanır. Merkezi organlar da, (Kırsal Çiftlik Bakanlığı –Narkomzem-) kolhoz ve sovhozları denetler. Ama rayon ve köy sovyetleri ve onların yürütme komiteleriyle aktif bir ilişki içindedirler. Yerel sovyetler, bu kurumların devlet planına göre çalışmasına yardım eder. Ürün toplama zamanında işçi sıkıntısı çektiklerinde, kırsal alana yardım amacıyla işçiler gönderirler. Kolhoz ve sovhozlar da, yerel sovyetlere okul, hastane gibi kamu yararı olan binaların inşası için finans yardımında bulunurlar.

Kolhoz ve sovhozlar, kırda sosyalizmin gelişimi ve yönetim biçimleriyle çok önemli bir misyon oynamıştır. Biz burada konumuz itibarıyla yerel yönetimlerle ilişkileri yönüyle sınırlı tutuyoruz.

1960’lardan itibaren Sovyetler Birliği’nde yerel sovyetlerin alanı genişlemiştir. Taşımacılık, yol yapımı ve bakımı, ticaret ve işgücü kaynaklarının yönlendirilmesi gibi pek çok alan yerel sovyetlere devredilmiştir. Genel olarak “sosyalist blok”ta yerel sovyetlerin daha geniş yetkilerle donatılması bu yıllara rastlar.

Yerel yönetimlerin yetkilerinin artması, alanlarının genişlemesi, olumlu bulunabilir. Fakat önemli olan, bu adımların neden ve nasıl atıldığı, kime hizmet ettiğidir. ‘60’lardan bu yana “sosyalist blok” içinde yeralan ülkelerin bugün geldiği noktaya baktığımızda, “cehenneme giden taşlar”ın o yıllardan döşendiğini görüyoruz. Geçmişte Sovyetler Birliği içinde yer alıp ‘90’lardan sonra bağımsızlığını ilan eden devletler olsun, başta Rusya olmak üzere “Bağımsız Devletler Topluluğu” (BDT) içinde yeralan ülkeler olsun, bugün kapitalizmin tüm sorunlarını yaşamaktadır.

Sadece onlar da değil, Doğu Avrupa ülkelerinden Çin’e kadar, geçmişte “sosyalist blok” içinde yeralmış ülkelerin hepsi bu durumdadır. Kendine hala “sosyalist” diyen ve ekonomik gelişmişlik bakımından ileride olan Çin bile, devrim yıllarının çok gerisindedir.

Sovyetler Birliği’nde Kruşçev’le başlayıp Gorbaçov’la sonlanan bu süreç, sosyalist yönetim ve inşanın adım adım eritilmesi, devlet kapitalizmine dönüşmesi ve nihayetinde çökmesidir. Fakat sosyalizm döneminde yapılanlar, hala belleklerde tazeliğini koruyor ve insanlığın umudu, özlemi olmaya devam ediyor.

 

Sosyalizmde örnek belediyecilik

Yukarıda belirttiğimiz gibi sosyalizmde yerel yönetimler, belediye işlevini görüyordu. Sovyetler Birliği’nde bunun adı, “yerel sovyet”ti. Yerel sovyette kaç kişinin yer alacağı, her yerelin nüfus oranına göre belirleniyordu. Ve o bölgede seçme-seçilme hakkına sahip her işçi-emekçi aday olabiliyordu. Yerel sovyet kendi içinde başkanını, yardımcılarını ve “yürütme komitesi”ni seçerdi. Yerel sovyetin (ve seçtiği tüm kişi ve kurumların) görev süresi iki buçuk yıldı. Fakat bu süre içinde görevlerini yerine getirmeyen üyeler, “geri çağırma” hakkı gereğince görevlerinden alınıyordu.

Planlama, sosyalist sisteminin her organı ve alanı için geçerlidir. Beş yıllık merkezi planlar, yerelleri de kapsayan ön çalışmalar üzerinden şekilleniyor ve son halini alıyordu. Yerellerin her tür ihtiyacı, bilimsel olarak saptanıp ona uygun planlamalar yapılırdı. Yerel yönetimler de genel plana uygun biçimde, aylık ve yıllık plan çıkarır ve ona uygun çalışırdı. Şehirlerin nüfusları da kontrol altındaydı. Bir şehrin nüfusunun o şehrin altyapısının kaldıramayacağı kadar artmasına izin verilmiyordu. Sanayi kuruluşlarının ülkenin her tarafına dengeli dağılması sağlanıyordu. Böylece nüfusun belli başlı şehirlere yığılması önleniyordu.

Her şehrin bir “baş mimarı” vardı, onun onayı olmadan hiç bir inşaat yapılamazdı. O yüzden caddeler düzgün ve geniş biçimde inşa edildi. Şehir içinde dev parklar kuruldu. Kaldırımlar ile evler arasına yeşil alanlar oluşturuldu. Miting gibi büyük toplanmalar için meydanlar kuruldu.

Sovyetler Birliği’nde devrim sonrası en önemli sorunlardan biri konut sorunuydu. Birinci emperyalist savaş ve ardından iç savaş koşullarında (1914’ten 1921’e kadar toplam 7 yıl) evlerin çoğu yıkılmış ya da harap olmuştu. 1926’da “en kısa sürede, en konforlu ve en fazla konutun inşa edilmesi” kararı alındı ve eski konutların onarımının yanı sıra toplu konutlar inşasına girişildi.

“Başımı sokacak tek bir göz evim olsa” sıkıntısıyla yaşayan tek bir emekçi kalmadı kısa sürede. Onarılan ve yeniden yapılan evler 102 milyon 800 bin metrekarelik bir alanı kapsıyordu. Yeni kurulan kent sayısı ise 900’ü aşıyordu. İhtiyaçlarını karşılamayan ya da eski olan evler ya modernleştiriliyor ya da yenisi yapılıyordu. O yüzden kimse gecekondu yapmayı düşünmedi. Gecekondulaşma veya gettolaşma hiç olmadı Sovyetler Birliği’nde.

İşçi ve emekçiler için işyerlerine yakın siteler kuruldu. Evler estetik ve konforluydu; insan sağlığına ve sosyal yapısına uygun şekilde inşa edilmişlerdi. Evlerin banyosunda, mutfağında soğuk-sıcak su vardı mesela. Öyle ki, ünlü Sovyet şairi Mayakovski, işçi evlerinin konforu üzerine şiir bile yazdı: “İşçi mesken kooperatifi /bir ev veriyor bana. / Vay anam şu genişliğe bak! / Vay anam şu yüksekliğe! … / Fakat en çok / şu banyo odası sarıyor beni. / Musluğun birinde / su buz gibi. /Öteki musluğa / değemezsin elini.”

Apartmanlar en fazla dört katlıydı; apartman blokları içinde geniş yeşil alanlar bulunuyordu. İnsanların birbirleriyle sıcak ve verimli ilişkiler geliştirebilecekleri şekilde inşa edilmişti. Çocukların oynayabileceği parklar, gençlerin bedensel yeteneklerini geliştirecekleri spor alanları, hemen başvurabilecekleri hastaneler, ortak çamaşırhaneleri vardı. Hatta sadece şehirlerde değil, şehir dışında doğayla iç içe, bahçeli bir “daça”ya (yazlık ev) sahiptiler.

Savaşın yarattığı tahribatlardan biri de kıtlık ve açlık sorunuydu. Bunu gidermek için, devrimden hemen sonra radikal kararlar alındı. Kilisenin elinde tuttuğu tahıl ambarlarına el koyuldu mesela. Dini kurumlarla karşı karşıya gelmeyi göze alarak, açlık içinde kıvranan halka ekmek dağıtıldı. Ardından bütün kentlerde kolektif beslenme ilkesi benimsendi. Bu doğrultuda kantinler, lokantalar, aşevleri kuruldu. Bütün bunlar, aynı zamanda tekil ev idaresini, “aile ekonomisi”ni ortadan kaldırmaya yönelik adımlardı.

1919-1920 yıllarında Petrograd halkının yüzde 90’nı kolektif beslenme kurumlarına kayıtlıydı. Çocuklar ve gençler için ücretsiz öğle yemeği verildi. 1932 yılında 65 bin çocuk kreşi, 217 bin çocuk yuvası, 506 bin çocuk bahçesi, 2 bin 692 çocuk danışma merkezi bulunuyordu. Toplamda 4 milyonu aşkın çocuk, kreş ve yuvalarda ve ev komünlerinde bakılmaktaydı. Bazı sanayi kentlerinde çocukların yüzde yüzü bu kurumlara kayıtlıydı.

Bu adımlar, kadınların özgürleşmesine kolaylık sağladı. Onları sadece iş hayatına katmakla kalmadı, siyasi hayatın da içine çekti. Sosyalizm, kadınların yaşamın her alanına aktif biçimde katılmasını öngörüyordu. Sovyetler Birliği bunu pratik olarak da başardı. Yerelden merkeze tüm yönetim kademelerinde kadın delegelerin sayısı sürekli arttı. Lenin “biz emekçi kadınların yalnızca yasa önünde değil, pratikte de erkeklerle eşit konumda olmasını istiyoruz” diyordu ve şöyle devam ediyordu: “Bunun sağlanması için, emekçi kadınlar toplumsallaştırılmış işletmelerin ve devletin yönetiminde giderek daha büyük görevler almalıdır. Yönetimde görev alarak hızlı biçimde öğrenecekler ve erkeklere yetişeceklerdir. Sovyetlere gerek komünist, gerek partisiz daha çok emekçi kadın seçin!.. Kadınlar için tam bir özgürlük kazanılmadığı sürece proletarya özgürlüğünü eksiksiz biçimde kazanamaz.”

Sovyet devleti, halkın sadece maddi ihtiyacını karşılamadı, onu ruhsal olarak da zenginleştirdi. Nüfusu 100 bini geçen her şehre tiyatro ve bale binası yapılması zorunluydu. Tiyatro, sinema, konser, bale, opera salonları, halkın akınına uğruyordu. Çünkü bu salonlar gösterişli yaldızlarından, şatafatlı seyircilerinden arınmış; tüm öğreticiliği ve geliştiriciliğiyle işçi ve emekçilere sunulmuştu. Kaba ve nasırlı elleriyle hem makinada çalışıyor, hem bir tiyatro oyununu, bir konseri coşkuyla alkışlıyorlardı. Dahası her fabrikada bir tiyatro grubu kuruluyor, işçiler kendileri oyun yazıp oynuyordu. Hem de SSCB’de yaşayan halkların konuştuğu 50 değişik dilde…

Türkiye’nin ünlü piyanistleri Süher ve Güher Pekinel kardeşler Moskova’da konser verdiler. Ertesi gün Moskova metrosunda, yanlarına elinde çöp süpürgesiyle bir kadın yanaşıyor ve “dün akşamki konseriniz muhteşemdi, sizi kutluyorum” diyor. Pekinel kardeşler, bir temizlikçi kadının konserlerine gelmiş olmasına, dahası klasik müziği sevmesine çok şaşırıyorlar. Çünkü Türkiye’de (ya da başka bir kapitalist ülkede) bir işçinin klasik müzik konserine gidecek ne parası vardır ve de öyle bir kültürü…

SSCB’nin en gelişkin olduğu yönlerinden biri de demiryolu taşımacılığıydı. Sovyetler’de trafik sorunu olmadı hiç bir zaman. Nüfusu bir milyonu geçen her şehirlere metro yapılması zorunluydu. Dünyanın en güzel metro istasyonları bugün hala Moskova ve Petrograd’dadır. İşçilerin deyimiyle, “saraylar yeraltına inmiş”ti bu ülkede. Emekçiler, Neva ve Moskova nehirlerinin altından geçen sayısız metro hattından, duvarları süsleyen tabloları izleyerek yolculuk yapıyorlardı. Bu metrolar Nazi Almanyası’nın 1942 yılındaki işgali sırasında halkın sığınakları olacaktı aynı zamanda.

Tarih ve kültür varlıkları koruma altında idi. Müzelerde tüm tarihsel kesitleri anlatan, kılı kırk yararak büyük bir dikkatle toplanmış eserler bulunuyordu. 1918’de yayınlanan kararnameyle, Çar ve hizmetçilerini simgeleyen tüm heykel, afişler kaldırılmış, sonrasında bu müzelere konmuştu. Devrim sonrasında işçi ve emekçileri, devrimi anlatan eserler hızla çoğaldı ve onlar sergilenmeye başladı. En ücra yerlerde bile üniversite, enstitü, bilimsel araştırma merkezleri kuruldu. “Okuma-yazma komisyonları” köylere kadar ulaştı. Devrim öncesi yüzde 80’i okuma yazma bilmeyen halk, 10 yıl içinde yüzde 81 oranında okuma-yazmayı öğrendi. İsteyenin kendi dilinde eğitim aldığı geniş bir ağ oluşturuldu. Kütüphane sayısı 62 kat arttı…

İnsanı maddi-manevi yönden zenginleştiren saymakla bitiremeyeceğimiz daha bir çok yenilikler, eserler çıktı ortaya. Bugün hayal gibi gelen bu güzellikler, tam 100 yıl önce gerçekleşti.

“Sosyalist blok” yıkıldıktan sonra

yerel yönetimler

Sosyalizmden “geriye dönüş” Sovyetler Birliği’nde Kruşçev’le birlikte başlamıştır. 1956 yılında yapılan 20. Parti Kongresi “sonun başlangıcı” sayılır. Proletarya diktatörlüğü’nden “halkın devleti”ne, silahlı ayaklanmadan “barışçıl devrim”e geçişin temelleri o zaman atıldı. Son noktayı Gorboçov’un “glasnost” (açılım) politikası koyacaktı. ‘80’lerin  sonunda ise tümden yıkılacaktı.

1980’ler, emperyalist-kapitalist sistemin “neoliberalizm” olarak adlandırdığı vahşi kapitalizme dönüşüdür aynı zamanda. Bu dönemle birlikte yerelliğe övgünün arttığına, yerelleşmenin demokrasiyle özdeşleştirildiğine tanık oluruz. Kapitalizm, küçük ve özerk birimlerden büyük ve merkezi yönetimlere geçerek gelişmişti. ‘80’lerden sonra tersten bir eğilim başladı. “Ulus devlet dönemi bitti”, “ulus devletler çöküyor” “devlet küçülmeli” türü argümanlar öne çıktı. “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı” gibi uluslararası düzenlemelerle, yerelleşmenin önü açılmaya çalışıldı. Bunun da asıl nedeni, değişen pazar ihtiyacıydı; sermayenin engelsiz biçimde dolaşabilmesiydi. Emperyalist tekeller “ulus devletler”in bürokratik engelleriyle uğraşmadan yerellerle doğrudan ilişkiye girmek, ekonomik ve siyasi kontrolü daha rahat yapmak istiyordu.

Tam da o yıllarda çöken “sosyalist blok” ülkeleri, emperyalist tekeller için, eşsiz pazar alanları oldular. Ve büyük bir iştahla saldırıya geçtiler. Bu saldırıdan en çok yereller payını aldı.

Örneğin Çin’de, Mao’dan sonra yönetime gelen Deng Şiaoping döneminde 1978 yılında “reform ve dışa açılım’’ politikası benimsendi. 1982 yılında kabul edilen anayasa ile “bir ülke iki sistem” uygulaması başladı. Devletin gerektiğinde “özel idari bölgeler kurabileceği” hükmü, bazı bölgelerde kapitalist rejimin uygulanmasına olanak tanıyordu. Anayasada yer alan ‘planlı ekonomi’ ifadesi de  ‘sosyalist piyasa ekonomisi’ olarak değiştirildi. “Sosyalist piyasa ekonomisi”nin güçlenmesiyle beraber özel sektör, ekonominin önemli bir ögesi haline geldi.

Kısacası Çin’de de 1980’ler neoliberal politikaların uygulanmaya başlandığı bir dönem oldu. Eyaletlerin ve bölgelerin özerkliği bu dönemde arttı. Daha zengin alanlara daha çok ödenek verilmeye başladı. Sağlık hizmetleri de kentsel alanlara kaydırılınca, bölgesel eşitsizlikler çoğaldı. Bu büyüme modeli, kentlerde yoksulluğu, kırsal alanlardan göçü, gelir eşitsizliğini, kısaca kapitalizme özgü sorunları doğurdu. Kentleşme ve sanayileşme ile birlikte kırsal alanda yaşayan Çinli sayısı giderek azaldı. Çin tarihinde ilk kez kentlerde yaşayan Çinli sayısı, kırsalda yaşayanları geçti. Büyük kentler, devletten ödenek alırken, köylerde yaşayanlar kendi hallerine bırakıldı. Çin kırsalı ve kentleri arasında çok büyük eşitsizlikler oluştu.

Çin yönetimi “Hukuo sistemi”yle, (Çin nüfusunun kayıt sistemidir) kırsalda doğanların kırsalda, kentlerde doğanların kentlerde kalması amaçlıyordu; fakat kentlerde oluşan işçi talebi, bu sistemin uygulanmasına olanak tanımadı. Ayrıca kıyı kesimlerdeki köy ve kasabalar genişleyerek kentlere dönüştüler.

Diğer yandan arazi kullanımı, Çin şehirlerinin kapitalist tarzda gelişiminde büyük rol oynadı. Araziler, yatırımların ana kaynağı oldu çünkü. Arazi kullanımından alınan prim ve ücretler, bütçe dışı gelirlerin en önemli bölümünü oluşturuyordu. Ayrıca yerel yöneticiler bu arazileri teminat gösterip kredi alabildiler.

Özcesi Çin’in emperyalist-kapitalist sisteme açılmasıyla birlikte yerelleşmede büyük bir atılım gerçekleşmiş, fakat bu atılım, yerel yönetimlerin yalnızlaşmasıyla sonuçlanmıştı. Yerel yönetimler, yerel kalkınma sorumluluğunda istenilen hedeflere ulaşabilmek için, kaynak yaratmakta zorlandılar; borçlanma ve bütçe dışı kaynaklara yönelme gibi kapitalizme özgü yöntemlere başvurdular.

Benzer bir tabloyu SSCB’nin dağılmasının ardından bağımsızlığını ilan eden Kazakistan’da görüyoruz.

Bağımsız Kazakistan, Gorbaçov döneminde başlayan liberal reformları hızla devam ettirdi. “Piyasa ekonomisi”ne geçiş yapan hükümet, topyekun özelleştirme ve fiyatı serbestleştirme politikasını başlattı.

1991-1995 seneleri arasında yürüyen özelleştirmede, Kazakistan’daki tüm kolhoz ve sovhozlar dağıtıldı, bunların mülkleri genellikle o işletmede çalışanlara pay edildi. Özelleştirme başlamadan Kazakistan’da 2139 sovhoz, 412 kolhoz vardı. Ayrıca devlet kurumları ile birlikte kırsal alanda 4000 civarında işletme bulunuyordu. Büyük işletmeler hariç hepsi, çalışanlarına satış yöntemi ile özele geçirildi. Sadece topraklar devlet mülkü olarak kaldı. Bununla birlikte toprağı devletten kiralamak isteyenlere kiraya verildi. 2003 tarihinde imzalanan “toprak kanunu”ndan sonra tarım için kullanılacak topraklara da özel mülkiyetin getirilmesi sağlandı.

Kolhoz ve sovhoz gibi çiftlikler de özelleştirildi. Bunların yerine özel çiftliklerin geçmesinden sonra, kırsal işletmecilik çöktü. Dolayısıyla köy de çöktü. Köylülerin çoğu iş bulmak için şehirlere taşınmak zorunda kaldılar.

Özelleştirme yıllarında birçok yolsuzluk ortaya çıktı. Her tür yasadışı yolu kullanan spekülatörler, Kazakistan’ın ilk zenginleri oldular. Bu spekülatörün çoğu devlet başkanlığında çalışanlar, onların akrabaları, arkadaşlarıydı. Yani yönetim organlarına yakın olanlar, sosyalizmin onlarca yılda oluşturduğu zenginliği, birkaç yılda çar-çur ettiler.

Eski sosyalist ülkelerdeki özelleştirme, sadece Kazakistan’da değil, SSCB’nin dağılmasından sonra oluşan diğer devletlerde de kendi zenginlerini türetti. Yukarıdan aşağıya kadar herkes devletten bir şeyler kapma yarışına girdi. Üst yönetimdekiler ve onların tanıdıkları, büyük işletmeleri kaptılar; yerel yönetim başkanları da orta ve küçük boyutlu işletmeleri yuttu.

İlk özelleştirme yıllarında köylülerin bir kısmı kooperatiflerde birleştiler. Bu kooperatifler kolhoz sistemine benziyordu. Kolhozdan farklılığı; yazılı bir tüzükleri olmamasıydı ve tabii devlet planına göre çalışmıyordu. Ama çoğu birkaç senede dağıldı. Çünkü devlet tarafından herhangi bir destek alamamış, eski araçlarını yenileyememişlerdi. Pazar ekonomisi koşullarında bu kooperatiflerin uzun süre dayanması zaten imkansızdı

Sonuçta özelleştirmenin halka hiçbir faydası olmadı. Aksine kapitalizmin yarattığı bütün kötülükleri yaşamaya başladılar. Onlarca yıl büyük bir emekle, ince ince işlenerek oluşturulan kolektif güzellikler, birkaç yılda yerle-bir oldu. “Sosyalist blok” içinde yer aldıktan sonra vahşi kapitalizmin pervasız soygunuyla karşılaşan halklar büyük bir şaşkınlık ve çaresizlik içinde kaldılar. Neleri kaybettiklerini anladıklarında iş işten geçmişti. Revizyonist önderlikler onları demagojik argümanlarla adım adım yıkıma sürüklemişti.

* * *

Şimdi “sosyalist blok” içinde yeralan ülkeler dahil tüm dünya halklarında sosyalizme duyulan özlem artıyor. Kapitalizmin halklara açlık, işsizlik ve ölüm dışında bir şey sunmadığı daha net görülüyor. Bu sistem değişmeden yerel düzeyde gerçekleşecek küçük değişimler, sorunları çözmeyecektir. Her reform-devrim ilişkisinde olduğu gibi, düzen-içi iyileştirmeler devrimci bir perspektifle ele alınmalı; her tür mücadele, devrime hizmet edecek şekilde yürütülmelidir.

Bunun bilinciyle yerel yönetimlerde “halkçı-devrimci belediyecilik” talebini yükseltmeliyiz; yerellerin yetki ve alanlarının genişlemesi mücadelesini vermeliyiz. Yaşamın da kanıtladığı gibi “yerelleşme” tek başına demokrasinin, özgürlüğün ve refahın gelişmesi anlamına gelmiyor. Aksine tekellerin yağmasını kolaylaştırıyor. Onun için “yerelleşme” veya “yerel özerklik” talebi, sınıfsal bir bakışaçısı ile ele alınmalı ve devrime hizmet edecek hale getirilmelidir.

Bunlara da bakabilirsiniz

As Kaynak’ta (Lincoln Electric) direniş başladı

Kocaeli-Gebze’de As Kaynak Tekniği fabrikasında, TİS görüşmelerinin tıkanması üzerine eylem başladı. Konuyla ilgili olarak bir …

Çayırhan madencileri Ankara’ya yürüyor

Çayırhan Termik Santrali ve Linyit Madeni’nin özelleştirmesine karşı 20 Kasım’dan bu yana eylem yapan maden …

Adana’da SASA işçileri direnişte

Yapı ve Yol İşçileri Sendikası’na üye olan 670 işçi, maaşlarını aylardır alamıyorlar. Bu işçiler, “Adana …