İran 13 Nisan gecesi İsrail’e, en az 300 SİHA (Silahlı İnsansız Hava Aracı) ve füze ile saldırı düzenledi. Füzelerin önemli bir kısmı, İsrail topraklarına girmeden imha edildi.
İsrail 1 Nisan günü Suriye’nin başkenti Şam’da bulunan İran Konsolosluğu’na hava saldırısı düzenlemiş, bu saldırıda 7 İran Devrim Muhafızı ve 6 Suriye vatandaşı ölmüştü. İran 13 Nisan gecesi yaptığı saldırının, İsrail’in konsolosluk saldırısına karşı misilleme olduğunu duyurdu.
İran-İsrail ilişkileri, Ortadoğu’nun kalbinde önemli gerilim noktalarından biridir. Geçmişte İran’a ait hedeflere birçok saldırı düzenleyen İsrail, ilk defa doğrudan askeri olmayan bir hedefe, konsolosluk binasına saldırı düzenlemişti. Benzer biçimde İran da ilk defa doğrudan İsrail topraklarına saldırdı.
Bir başka önemli nokta ise, savaşın iki tarafı da tek başına olmadığını gösterdi. İran, saldırıyı İran, Irak, Suriye ve Yemen topraklarından yolladığı füzelerle düzenledi; bu füzeler, daha İsrail sınırlarına yaklaşamadan İsrail, ABD, İngiltere, Fransa ve Ürdün tarafından vuruldu. Füzelerin çok küçük bir kısmı İsrail hava sahasına ulaşabildi.
“Kontrollü misilleme”
İran’ın saldırıyı başlatmadan önce ABD’ye ve diğer taraflara haber vermiş olması, özellikle zarar vermeyecek hedeflere yönelmesi ve elindeki güçlü füzeler yerine asıl olarak SİHA’ları kullanması gibi unsurlar, bu saldırının “danışıklı dövüş” ya da “tiyatro” olduğu yönündeki değerlendirmeleri artırdı.
Oysa bölgedeki siyasi-askeri dengeler, bu söylemlerden daha karmaşık bir tablo oluşturuyor.
En başta, İran’ın 11 Eylül saldırılarından bugüne geçen yaklaşık 23 yıl içinde, ABD’nin temel hedefi olduğunu, Afganistan, Irak, Libya ve Suriye aşamalarından geçen savaşa İran’ı da dahil etmek için büyük bir çaba harcadığını hatırlatalım. Ancak İran, ne zaman hedefe çakılsa, çeşitli manevralarla savaşa girmemeyi başardı; savaşı kendi topraklarında değil, başka ülkelerin topraklarında yürüttü. Bölgedeki savaşların çoğunun arkasında İran vardı; uzunca bir süre İran üç ülkede birden (Suriye, Irak ve Yemen) savaştı.
Elbette ABD, bu ülkelerdeki savaşlarda başarısız olmasının arkasında İran olduğunu biliyordu. Kimi zaman İran’ın içini karıştırarak, İran’daki muhalif hareketlerin yükselmesi için uğraşarak; kimi zaman İran’ın başka ülkelerdeki askeri hedeflerini vurarak (Devrim Muhafızları Komutanı Kasım Süleymani’nin Ocak 2020’de Irak’ın başkenti Bağdat’ta öldürülmesi gibi) İran’ı bir biçimde sürekli saldırı altında bıraktı. Ancak ABD de İran’ı doğrudan savaşa dahil etmek konusunda çok net adımlar atmadı. Çünkü Ortadoğu’da sürmekte olan savaşlar, ABD’nin planladığından çok daha uzun, zorlu ve pahalı biçimde ilerliyordu. Bu kargaşanın içine İran’ı da dahil etmek, ABD açısından çok daha kötü sonuçlar yaratabilirdi.
Diğer taraftan, İsrail’in Şam’daki İran Konsolosluğu’nu hedef alarak İran’ı sahaya-savaşa çekme çabası, İsrail hükümetinin son dönemde yaşadığı sıkışma içinde, bir dikkat dağıtma hamlesiydi. Konsolosluk saldırısı, İran için görmezden gelinmeyecek düzeyde büyük bir saldırıydı ve mutlaka bir misilleme gerekiyordu. Ancak İran, bu misillemenin, kendisini savaşa sokmayacak düzeyde olması için büyük çaba harcadı. Hem ABD’ye hem İsrail’e meydan okudu, tehdit etti, mecbur kalırsa savaşmaya hazır olduğunu çeşitli biçimlerde ifade etti. Ancak cevabının “misliyle” olmayacağını da özellikle belirtti ve İsrail’e düşük etkili füzeleri göndermeden önce haber verdi.
İran’ın bu sabırlı ama kararlı tutumunu “danışıklı dövüş” olarak okumak, ABD’nin yaşadığı güç ve hegemonya kaybını görmeyen; dünyanın herhangi bir noktasındaki her gelişmenin ABD tarafından kurgulandığını, bütün ülkelerin “ABD uşağı” olduğunu zanneden yanılsamanın ürünüdür. Özellikle Çin ve Rusya emperyalistlerinin bölge ülkeleriyle kurduğu bağımlılık ilişkileri Ortadoğu’daki dengeleri daha karmaşık hale getirmektedir. Hele ki İran’ın, ABD’nin bölgeye dönük tüm politikalarının açıkça karşısında yer aldığını, Rusya ve Çin ile bağlantılı biçimde hareket ettiğini görmemek büyük hatadır.
İsrail’in Gazze’de sıkışması
İsrail yönetimi bir süredir, içeride ve dışarıda çok yönlü biçimde baskı altında. Bunun en önemli yanını Filistin’le yürüttüğü savaş oluşturuyor. İsrail bu savaş konusunda, kendi ülkesinde de, diğer devletler nezdinde de meşruluk oluşturamadı. 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’e saldırısından bu yana, ABD gibi doğrudan İsrail destekçisi ülkeler bir yana, açıktan İsrail’in yanında duran bir devlet yok denecek kadar az. Türkiye gibi bazı ülkeler İsrail ile ekonomik-siyasi ilişkilerini aynı biçimde sürdürmeye çalışsalar bile, bunu gizli-kapaklı yapmak zorunda kalıyorlar. Çünkü İsrail, Gazze’de çok açık bir katliam yürütüyor; onbinlerce sivili pervasızca katlediyor; Gazze’nin kuzey kesimlerini zaten ele geçirmiş olduğu halde, Gazze’nin güneyinde bulunan ve kuzeydeki sivillerin de kaçmış olduğu Refah kentine saldırmaya hazırlandığını duyurmaktan çekinmiyor, BM’nin çıkardığı ateşkes kararlarına uymuyor. Bu koşullarda, İsrail’le ilişkilerini sürdüren ülkeler de, Gazze’deki savaşa destek vermediklerini belirtmek zorunda kalıyorlar. Hatta Netanyahu’nun “Filistin devletinin kurulmasına karşı olduğunu” açıklamasının ardından, ABD emperyalizmi bile “iki devletli çözüm” için çalışmaya devam edeceklerini açıklamak, İsrail’i eleştirmek zorunda kaldı.
Kaldı ki Netanyahu hükümeti, bu savaş nedeniyle İsrail halkının da büyük tepkisini çekiyor. İsrail’deki “Diyalog Merkezi”nin yaptığı araştırmaya göre, İsrail’de yaşayan her 5 Yahudi’den 4’ü, Filistinlilerin 7 Ekim’de başlattığı saldırı için de, saldırı sonrası yaşanan savaş ve bu savaşın İsrailliler üzerindeki etkileri için de kendi hükümetlerini suçluyorlar. Hatta bunu, doğrudan protesto eylemleriyle gösteriyorlar. Savaş karşıtları ve İsrailli esir askerlerin aileleri bu protestoların başını çekiyor. Filistinli sivillerin öldürülmesi ve İsrailli esir askerler için Netanyahu hükümetinin yeterince çaba göstermemesi bu eylemlerin gündemleri arasında. Diğer taraftan ultra Ortodoks Yahudiler de, yeni kabul edilen zorunlu askerlik yasasına tepkileri nedeniyle eylemler yapıyor, asla askere gitmeyeceklerini duyuruyorlar. İsrail’de kadın-erkek her vatandaşın 3 yıl zorunlu askerlik yapması gerekirken, bugüne kadar ultra Ortodoks Yahudiler bundan muaf tutuluyordu.
Ve bu eylemlerin önemli taleplerinden biri de erken seçim yapılması. Ülke tarihinin en sağcı hükümeti olarak tanımlanan Netanyahu hükümeti, Gazze saldırısı başlamadan önce büyük protesto gösterileri ile karşı karşıyaydı. Özellikle Temmuz 2023’te çıkartılan, yargı sisteminin hükümeti kontrol ve denetleme yetkilerinin zayıflatıldığı, hükümetin yetkilerinin artırıldığı yasa, büyük bir kitle hareketine yol açmıştı. Bu yasasa karşı, askeri ve yargı kurumlarının hükümete dönük tepki açıklamalarının yanısıra, onbinlerce kişinin katıldığı yürüyüşler, grevler, yol kapatmalarla dolu ve devletin pervasızca saldırdığı eylemler yaşanmıştı. 39 hafta boyunca süren gösteriler, 7 Ekim saldırısının ardından durdu. Şimdi savaş karşıtı hareket ve hükümete dönük tepki biçiminde yeniden yükseliyor ve yönetimi sıkıştırıyor.
* * *
İsrail’in 1 Nisan’da İran konsolosluğuna dönük saldırısını ve İran’ın verdiği düşük düzeydeki cevabı bu koşullar içinde değerlendirmek gerekiyor. İsrail, Gazze’de ve ülke içinde yaşadığı sıkışma içinde, kendisine yeni kanallar yaratmaya çalışıyor. İsrail saldırısına İran’ın “misliyle” yanıt vermesi, savaşın İran’a sıçramasına; İsrail içindeki kitle hareketlerinin, savaş bahanesiyle vahşi biçimde bastırılmasına; erken seçim taleplerinin savaşın ateşi içinde unutturulmasına; İsrail’in yeniden uluslararası arenada meşruiyet oluşturmasına (İran füzelerinin İngiltere, Fransa, Ürdün ve ABD tarafından karşılandığını hatırlayalım); İran’ın baş düşmanı olan ABD ve diğer Batılı emperyalistlerin İsrail’e dönük desteklerinin artmasına yol açabilir.
Keza ABD’nin, Ukrayna’da artık Zelenski’nin kaybetmeye başladığı savaş nedeniyle, Ortadoğu’da İran üzerinden yeni bir cephe açmaya ihtiyaç duyuyor olması ihtimalini de dikkate almak gerekiyor. İran’ın İsrail’e misilleme yapmadan önce ABD üzerinden haber gönderme çabasının, ABD tarafından sert ve İsrail’e destek çıkan biçimde karşılanmasının nedeni bu olabilir.
Diğer taraftan, böyle bir saldırının Lübnan Hizbullahı başta olmak üzere Yemen’den, Suriye’den çok yönlü katılımları artıran ve İsrail’i zorlayan, bölgeyi kan gölüne çeviren bir savaşa dönüşmesi ihtimali de var elbette. Rusya ve Çin’in de İran’ı yalnız bırakmayacağını hesaba katmak gerekiyor.
Bütün bu koşullar içinde, İsrail İran’a saldırısını büyütür mü, İran’ın gönderdiği SİHA’lar üzerinden bir “mağduriyet” ve “meşruiyet” oluşturarak misillemelerini artırır mı, henüz belli değil. Çünkü olası bir savaşın, ABD ve İsrail’e faturası çok daha büyük olabilir. Ancak bazen, bir savaştaki tıkanmanın yarattığı zorlanma, tıkanıklığın başka bir savaşla açılmasını zorunlu hale getirebilir. Emperyalist politikalar içinde bunun çokça örneği yaşanmıştır. Bölgedeki gelişmelerin ne yönde ilerleyeceğini ise zaman gösterecektir.