Netflix’in yayınladığı “3 Cisim Problemi” adlı dizi üzerinden epeyce tartışma yürütüldü. Daha yayınlanmadan önce, “Game of Thrones” dizisinin yaratıcılarının imzasını taşıması, her bölüm için yaklaşık 20 milyon dolar harcandığı türünden haberler, beklentiyi epey yükseltmişti. Türkiye’de ise asıl olarak, “dünyayı uzaylılardan kurtaracak ekibin” içinde bir PYD’li komutan olmasıyla öne çıktı. Sonuçta, klasik Netflix ve Hollywood klişelerinin, Çin ve sosyalizm düşmanlığı ile birleştirildiği, vasat bir dizi çıkmış ortaya.
Çinli yazar Liu Cixin’in aynı adlı 3 ciltlik kitabının uyarlaması olan dizi, öncelikle “nitelikli bir bilim-kurgu” seyirliği vadediyor. Son dönemde fizik, uzay, paralel evren, kuantum dolanıklığı, sicim teorisi gibi konular, popüler kültürün unsurlarına dönüşmüş durumda. Eskiden sadece bilim insanlarının konuşabildiği bu konular, artık çok daha geniş kesimlerin sohbetlerinde yer alabiliyor; konuyla ilgili, ama daha popüler-magazinel bir dille yazılmış makaleler daha yaygın okunabiliyor. İnsanın en temel özelliklerinden biri olan “merak” duygusu, kendi dünyasının, evreninin, yaşam-alanının sınırlarını ve ötesini de merak etmesini getiriyor.
Dizi ile ilgili yapacağımız olumlu değerlendirmeler de burada bitiyor zaten. Bundan sonrası, bilim-kurgu sosuna bulanmış, tipik Amerikan tarzı…
Tutarsızlıklar ve klişeler zinciri
Dizi, ünlü fizikçi Stephen Hawking’in uzaylılarla ilişki kurulmaması konusundaki uyarılarını çıkış noktası alıyor. Hawking, 2015 yılında yaptığı bir konuşmada, “uzaylıların arkadaş canlısı olmayabileceğini” söylemiş, uzaylıların bizden çok daha güçlü olabileceğini ve “bizi bakterileri gördüğümüzden çok daha değersiz görebileceklerini” ifade etmişti. “Tarihe bakarsanız, gelişmiş teknolojilere sahip medeniyetler ile ilkel teknolojilere sahip olanlar arasındaki karşılaşmalar, daha az gelişmişler için hep kötü gitmiştir” diyen Hawking, uzaylıların dünyaya gelmesinin, İspanyollar Amerika kıtasına ayak bastığında yerli kabilelerin yaşadıklarından çok daha korkunç bir son yaratabileceği ihtimali konusunda uyarmıştı.
Dizi tam da bu teori üzerinden başlıyor. Çin’deki bir uzay istasyonundan gönderilen sinyaller; üç güneşli bir sistem içinde yer alan ve bu üç güneşin kütleçekim etkisi nedeniyle gezegenleri yokolmakta olan Santi halkının dikkatini çekiyor. Santiler dünyaya yerleşmek için yola çıkıyor ve dünyadaki işbirlikçileri ile yaptıkları konuşmalar üzerinden, dünyadaki insanların “böcek” kadar değersiz olduğuna ve yokedilmesi gerektiğine karar veriyorlar.
Saçmalıklar zinciri, bu ilk halkada başlıyor. Çin’den gönderilen mesajı gören bir Santi, insanların kendileriyle kesinlikle iletişime geçmemeleri, yoksa zarar görecekleri konusunda uyarıyor. Oysa üzerinde yaşadığı gezegen yok olduğu için hayatta kalma savaşı veren bir canlının doğal tepkisi, öncelikle kendi yaşamını kurtarmak olur; çünkü başka bir çaresi yoktur. Bir Santi’nin bu olanağı (dünyaya göç etme ve hayatta kalma ihtimalini) reddetmesi, tam bir mantıksızlıktır.
Ardından Santilerin bir filoyla yola çıktığını ve dünyaya varmalarının 400 yıl süreceğini öğreniyoruz. İnsanlar da bunun üzerine “hemen” harekete geçiyorlar, milyon dolarlık bağışlarla fon oluşturuyorlar, Santileri engellemek, ya da geldikleri koşulda onlarla savaşmak için hazırlıklara başlıyorlar.
400 yıl sonra yaşanacak bir felaket için! Bugünden hazırlanıyorlar!
Kapitalizmin ruhuna aykırı bir iddiadır bu. Kapitalizmin temelini oluşturan “azami kar yasası” uzun vadeli planları değil, verili durumu esas alır. Bir müteahhit bir bina inşa ettiğinde, daireleri satar, parasını alır ve arkasını döner gider; yeni para kazanma kaynakları oluşturmuyorsa, binaya dair aksaklıkların hiçbirini umursamaz. Örneğin “Türkiye bir deprem ülkesi” olduğu halde, depreme dayanıksız binlerce gökdelen yapılabilmiştir. Bırakalım 400 yılı, 4 yıl sonrası bile umurunda değildir! Onu sadece o anda elde edeceği kar ilgilendirmektedir. Yine bir Amerikan filmi olan “Yukarı Bakma- Don’t look up” filmi, bu gerçeği çarpıcı biçimde hikayeleştirmiştir. O filmde, bilim-insanları dünyaya bir göktaşının yaklaştığını ve bu çarpma ile dünyanın yokolacağını tespit ederler. Bu durumu yetkililere anlatma çabaları tam bir umursamazlıkla karşılanır. En sonunda göktaşı artık gökyüzünde çıplak gözle görünür hale geldiğinde bilim insanı “yukarıya baksanız göreceksiniz” diye son kez uyarmaya çalışır. Aldığı cevap “yukarı bakma o zaman” olur. Yani dizide Santilerin gelmesiyle dünyada insanlığın “böcek gibi” yokedilmesi ihtimali, eğer 400 yıl sonra gerçekleşecekse, egemen sınıfların ve devletlerin şimdiden büyük bir panikle hazırlıklara girişmesi, tümüyle gerçekdışıdır.
Dizideki karakterler ise fazlasıyla klişedir. Mesela uzaya bir “insan beyni” gönderilmesi planlanır. Beyin çıkartılıp uzay aracına konacağı ve plan başarısız olursa dünyaya geri dönemeyeceği için, “ölmek üzere” olan bir insana ihtiyaçları vardır. Ne tesadüf ki, tam da bu projeyi yürüten kadının yakın arkadaşı ve bu kadına aşık olan adam, bir kanserin son evresindedir ve aşkından habersiz kadının projesi başarılı olsun diye, hemen gönüllü olur.
Mesela dizinin son bölümünde dünyayı koruyacak üç kişilik ekibin içine, kendi bilgisi ve onayı alınmadan dahil edilen bilim insanı, bütün Hollywood kurtarıcı-kahraman klişelerini üzerinde taşımaktadır: İlk bakıldığında gevşek-aylak-boşvermiş özellikleri nedeniyle bu zor görevi yerine getireceği izlenimini oluşturmaz; zaten istekli de değildir; ilk tepkisi görevi reddetmek olur; sonrasında olaylar onu zorunlu kılar. Belli ki zaman içinde (dizinin 2. sezonunda) bu göreve tam da en uygun kişi olduğunu kanıtlayacaktır!
Dizinin en çok tartışılan yanlarından biri, dünyayı kurtarmak için seçilen 3 kişiden birinin “Rakka’da IŞİD’e karşı yürütülen savaşın komutanı, asimetrik savaş uzmanı” bir kadın olmasıydı. Şoven bir yaklaşımla, “Kürt bir kurtarıcı”yı reddedenler az değildi. Bu şoven-ırkçı değerlendirmeye elbette katılmıyoruz. Siyasal bir yaklaşımla, iki soruyu da sormadan edemiyoruz. Birincisi, neden bir “Kürt komutan” dahil edildi diziye? Belki ABD’nin bundan sonra Kürt hareketiyle daha fazla işbirliği niyetinin ifadesi olarak (mesela İsrail’in Gazze çıkmazından kurtulması için başlatılacak bir “İran savaşı”nda Kürt hareketinin desteğine ihtiyaç duyması); belki de 1990’lardan bugüne kadar yapılmış bütün işbirliklerine rağmen, Kürtlere verdiği sözleri tutmamanın telafisi olarak… (Barzani’nin 1992’den bu yana sistematik desteği, 32 yıldır bir Irak Kürt devletini getirmedi. Keza PYD’nin ABD’nin çıkarları doğrultusunda Suriye savaşının bir parçası olması, ABD’nin Afrin’i Türkiye’ye vermesini engellemedi…) İkincisi, bu kişi neden “Kobane’deki savaşın komutanı” değil de “Rakka’daki savaşın komutan” olarak tanıtıldı? Cevabını da verelim: Kobane’deki savaş, PYD-YPG’nin IŞİD’e karşı kendi olanaklarıyla yürüttüğü çok önemli bir savaştı ve zafer “ABD’ye rağmen” elde edilmişti; Rakka’da ise IŞİD’le son derece sınırlı çatışmalar yaşandı. Rakka’nın asıl özelliği, bir Kürt kenti olmadığı halde, doğrudan ABD’nin isteği üzerine YPG’liler kente girerken, IŞİD’in doğru düzgün savaşmadan araçlara binip kentten ayrıldığı bir harekat olmasıydı.
Çin sosyal emperyalizmi ve Kültür Devrimi
Gelelim diziye ilişkin bu yazıyı yazmamıza vesile olan asıl unsura. Dizi, bilim-kurgu bir anlatıda hiç gerekmediği halde, Çin Devrimi sonrasında yapılan hataları, kendisine fon yapıyor. Hatta basit bir “fon” olarak da değil, dizinin temel akışının parçası olarak kurguluyor.
Anlatıya göre, uzaylıları dünyaya davet eden kadın, Kültür Devrimi sürecinden büyük zarar görmüş bir bilim insanı. Kültür Devrimi’nin bir parçası olarak, babası tıpkı diğer bilim insanları gibi yargılanıyor, suçlanıyor, binlerce kişinin önünde hakaretlere uğrayarak görüşlerinden vazgeçmesi dayatılıyor; bilimden ayrılmadığı için dövülerek öldürülüyor. Zaten bu baba dışında, Çin’de yaşayan herkes “düşman”! Kadının babası böyle öldürülürken, yine bir bilim insanı olan annesi, iktidara biat etmiş; üstelik işkence gören babayı eleştiriyor ve onun da biat etmesini istiyor. Babası öldüğü, annesi döneklik yaptığı için yapayalnız kalan kadın, yıllarca işkence görüyor, hapiste kalıyor; babasının arkadaşlarını suçlayan ifade vermediği için ayrıca baskı ile karşılaşıyor. Bir biçimde uzay istasyonunda çalışmaya başladığında, kendisine yakın davranan, bu nedenle dost olduğu çalışma arkadaşı, onun fikrini çalarak üstlerine kendi görüşü gibi anlatıyor. Çevresinde güveneceği kimse olmadığını gören kadın da, “uzaylılar gelsin dünyayı yoketsin” diye, onlara mesaj gönderiyor. Sonrasında zaten İngiltere’ye gidiyor ve uzaylıları karşılamak-işbirliği yapmak üzere kurulan örgütün önderliğini yapıyor.
Kültür Devrimi, Çin’de devrim sonrasının en tartışmalı dönemlerinden biridir; ancak “sosyalizm”le bir ilgisi yoktur. Zaten Çin Devrimi, sosyalist bir önderlikle değil, küçük-burjuva devrimciliği ile gerçekleştirilmiş bir köylü devrimidir; demokratik devrimden sosyalizme geçememiştir. Üç Dünya Teorisi gibi (proletaryanın burjuvazi ile sınıf uzlaşmasını dünya ölçeğine uyarlayan bir teori) ideolojik savruluşları, tarihindeki Konfüçyüsçü felsefeden esinlenen yönleriyle, devrim sonrası yanlış bir rotaya girmiştir. Buna karşın 1949’da gerçekleşen Çin Devrimi, kitlelerin yaşam koşullarında belirgin bir iyileşme, refah ve eğitim düzeyinde artış sağlamıştır. Fakat Stalin’in ölümü sonrasında Sovyetler Birliği ile kurulan dayanışma ilişkisi de bozulmuş, Çin’in kapitalizme ilerleyişi hız kazanmıştır.
Bu süreçte “Büyük İleri Sıçrayış” (1958-61) ve “Kültür Devrimi” (1966-71) adı verilen iki önemli dönem sözkonusudur. Bu kampanyalar, “Çin devriminin güçlenmesi” olarak tanıtılmakla birlikte, özünde Mao’nun, parti içindeki hiziplere karşı yürüttüğü iktidar mücadelesidir. Batılı emperyalistler, bu kampanyalara (özellikle Kültür Devrimi’ne) saldırıya geçmiş, sosyalizmi (ve asıl olarak da Çin Devrimi’ni) karalamak için üzerinde pervasızca tepinmiştir. Aydın ve yöneticilerin itibarsızlaştırılması, profesörlerin madenlerde ya da tarlada çalışmaya gönderilmesi, ülkenin dört bir tarafında Mao’ya bağlılık yeminlerinin edilmesi gibi unsurlardan ibaret bir Kültür Devrimi anlatısı, Batılı emperyalistlerin en sevdiği demagoji unsurlarına kaynaklık etmektedir. Elbette Mao’nun gücünü pekiştirmek ve rakiplerini etkisizleştirmek için yapılan bu tür uygulamaların savunulacak yanı yoktur, bunların sosyalizmle bir ilgisi de yoktur. Ancak Kültür Devrimi bunlardan ibaret değildir.
En başta, müthiş bir eğitim seferberliği sözkonusudur. Ülkenin dört bir yanına sayısız tiyatro, eğitim ve propaganda araçları ulaştırılmış, bu durum kitlelerde bir aydınlanma sürecini tetiklemiştir. Kentlerdeki öğrenciler ülkenin en ücra-geri kalmış köşelerine, bir ila üç yıl kalmak üzere gönderilmiş; bu bölgelere devrimin propaganda ve uygulamalarını taşırken, kendileri de halkı daha yakından tanıma, halkın sorunlarına vakıf olma şansını elde etmişlerdir. “Her köye yüksek demir fırınları kurmak” gibi imkansız, başarısız ve sonuçsuz maceralar da bu dönemin eseridir. Her köye böyle yüksek teknoloji kullanan bir üretim merkezi kurmak elbette mümkün değildir; ancak bu çaba, yoksul köylü kesimlerde bile sanayi üretimine, yüksek teknolojiye, mühendisliğe ilgiyi artırmış, sonrasında Çin’in yaşadığı hızlı sanayi-teknoloji atılımlarında bu altyapının büyük etkisi olmuştur. Keza Mao’nun rakiplerinin etkisini zayıflatmak için, yoksul halkı “ülkenin sahibi” olarak tanımlamasının getirdiği özgüven ve sahiplenme de, dünyanın en yoksul ülkelerinden olan Çin’in hızlı kalkınmasının, güçlenmesinin unsurlarından biri olmuştur.
Bir taraftan Mao karşıtı hiziplerin sabotajları, diğer taraftan yaşanan ağır kıtlık dönemi, Kültür Devrimi’nin “başarısızlık” olarak tarihe geçmesine neden oldu. Daha önemlisi, emperyalistlerin sosyalizme saldırmak, sosyalizmi karalamak istediği her kesitte ellerinde hazır bir malzeme olmasını sağladı. “3 Cisim Problemi” dizisi de bu fırsatı kaçırmıyor; “Kültür Devrimi”ni, uzaylıların dünyayı istila etmesinin “tek sebebi” olarak kodluyor.
Elbette Çin’e karşı genel olarak varolan bu düşmanlığın bu dönemde daha fazla ve vurgulu ifade edilmesinde, ABD’nin son dönemdeki strateji belgelerinde “asıl rakip” olarak Çin’i tanımlaması önemli bir rol oynuyor. Çin emperyalizmi bugün ABD emperyalizminin dünya hegemonyasını sarsacak bir güce eriştiği, ABD’nin savaş ve sömürü politikalarını çeşitli biçimlerde darbelediği için, daha fazla hedefe çakılıyor. ABD, Çin’e dönük çeşitli ekonomik-siyasi girişimlerde bulunurken, “Çin düşmanlığı” propagandası da buna eşlik ediyor.
Netflix’in böyle bir dönemde bu diziyi fazlasıyla şişirerek yayına sunmasındaki hedefi, asıl buralarda aramak gerekiyor.