Başta “tek tip elbise” olmak üzere, 12 Eylül askeri faşist cuntanın devrimci tutsaklar üzerindeki baskı ve işkencesine, faşist yaptırımlara karşı başlatılan ’84 ölüm orucu eyleminin üzerinden 40 yıl geçti. ’84 ÖO, sadece cezaevlerindeki faşist uygulamaları kırması yönüyle değil, dışardaki sessizliği kırması yönüyle de bir “milat” oldu. 12 Eylül sonrası ilk kitle eylemi, ölüm orucundaki tutsakların taleplerinin kabul edilmesi için, tutsak ailelerinin Taksim Meydanı’na siyah çelenk koymasıdır. Bu eylem, tutsak aileleri ve yakınlarının örgütlenmesinde atılan ilk adımdır aynı zamanda. İHD ve TAYAD gibi kitle örgütleri, tutsak yakınlarının bu ve sonrası eylemleriyle kurulmuştur.
İçerisi-dışarısı ile 12 Eylül faşizmine karşı mücadelede bir “dönüm noktası” olan ’84 Ölüm Orucu’nda yitirdiğimiz TİKB-MK üyesi Mehmet Fatih Öktülmüş, Devrimci Sol savaşçıları Abdullah Meral, Haydar Başbağ ve Hasan Telci’yi saygıyla anıyoruz. 40. yılında bu eylemi doğuran koşulları ve tutsakların mücadelesini yeniden hatırlatıyor ve bu deneyimlerin günümüzdeki cezaevi direnişlerine ışık tutacağına inanıyoruz. O dönemi yaşamış olanların kaleminden -daha önceki yıllarda yayınladığımız- TTE direnişi ve ‘84 ÖO sürecini anlatan yazıdan bazı bölümleri aktarıyoruz.
* * *
Siyasi tutsaklara yönelik ilk “Tek tip elbise” (TTE) uygulaması, 12 Eylül askeri faşist cunta yıllarında teslim alma politikası olarak denendi. İstanbul cezaevleri ve Elazığ Askeri Cezaevi dışındaki diğer cezaevlerinde uygulamaya konuldu ve faşist rejim kısmen de olsa buralarda sonuç almayı başardı. İstanbul cezaevlerinde ise, ilk olarak Sultanahmet’te uygulamaya konuldu. 12 Eylül darbesinin hemen ardından, örgütlerin şaşkın ve dağınık olduğu koşullarda TTE’yi gündeme getirdiler. Ancak devletin henüz bu yönde merkezi bir politikası olmadığı için, kısa süre sonra vazgeçildi. Asıl TTE saldırısı ve her türlü insani hakkın gaspedilerek merkezi bir politika olarak uygulamaya konulduğu tarih, Ekim 1983’tür.
Operasyon, TTE dayatması ve komünlerin dağıtılması ile başladı. Buna karşı barikatlar kuruldu. Karşılıklı çatışmalar yaşandı. Zorla elbise giydirildiğinde de zaman geçirmeksizin hemen lime lime edilerek koğuş ortasına yığıldı. Ardından mahkemelere götürülürken zorla elbise giydirilip kollar arkadan kelepçelendi. Buna rağmen, siyasi tutsaklar, bir biçimde birbirlerinin elbiselerini ringlerin içinde parçalayarak, don-gömlek kalıyorlardı. Mahkemeye varıldığında don-gömlek kalan siyasi tutsaklar, bu biçimde mahkeme salonuna alınmadan geri götürülürdü. (…)
Bu süreçte, havalandırmalar kapatıldı, ziyaretler, avukat görüşleri kaldırıldı. Hastanelere gitme çok daha zorlaştı. Yalnız bu yasaklar devrimci tutsaklarda moral bozmanın aksine devrimci militanlığı, devrimci tepkiyi daha da güçlendirdi. Gün boyu atılan sloganlar, adım adım direnişi örgütlüyordu. Çok geçmeden İstanbul’un çeşitli cezaevlerindeki (Kabakoz, Hasdal, Sultanahmet, Metris) önder kadroları Sağmalcılar Özel Tip’e taşıdılar. Burada elbise verilmedi. Kısa bir süre eşofman anlaşması sağlandı. Ardından yeni tutsakları buraya getirdiklerinde operasyonla eşofmanlar geri alındı ve lastik terlik dışındaki her türlü giysi toplatıldı. Bu operasyonlar sırasında her türlü işkence mubahtı. Siyasi tutsaklar, operasyona direnerek karşılık veriyorlardı. TTE giyilmediğinden dolayı mahkeme gidiş gelişleri, avukat aile ziyaretleri, mektuplar tıkandı…
O dönem, Diyarbakır Ölüm Orucu bitmek üzereydi ve belli yumuşamalar olmuştu. Mamak açlık grevi 40’lı günlere dayanmıştı. TİKB’li tutsaklar, tam da bu süreçte, baskıları ve yasakları püskürtmek için süresiz açlık grevi önerisinde bulundu. Ancak diğer siyasetlerin tutumu genellikle erteleme yönündeydi. Sonuç alınamayacağı anlaşılınca, TİKB tek başına başlama kararı aldı. Bu sırada Devrimci Sol, kısa bir süre sonra birlikte başlamayı önerdi. Bu öneri kabul gördü. O süre içerisinde direnişe nasıl başlanacağı, nasıl bitirileceği, kitlesel olarak kaç gün gidileceği, hangi aşamada nasıl bir tavır takınılacağı, dahası 45’li günlere kadar bir anlaşma sağlanamazsa, teslimiyet dalgasını kırmak için belli kadrolarla ölüm orucuna başlanacağı konularında hemfikir olundu.
11 Nisan’da Metris tecritinde süresiz açlık grevine başlandı. 12 Nisan’da ise TİKB ve Devrimci Sol davası tutsakları topyekün başladılar. Bu süreçte başını TDKP’nin çektiği, Kurtuluş ve Dev Yol’un içerisinde yeraldığı blok, açlık grevine kesinlikle karşı çıkıyordu. Dahası TDKP, Sovyetlerdeki NEP dönemini örnek göstererek, geri çekilmeyi savunuyordu. TTE saldırısı başladığında “TTE’yi giyersek mavi kefenimiz olsun” diye açıklama yapan TKP/ML, “TTE, mücadelenin önünü tıkamıştır, bu nedenden dolayı giyerek mücadelenin önünü açmak gerekiyor” dedi. Diğer yapılar da genel olarak çoğunluğun kararlarına uyuyorlardı…
Devlet, ölüm orucu süresince kantin satışlarını hızlandırdı, yemekleri arttırdı. Açlık grevinin 25. gününde aldıkları karar gereği Devrimci Sol tutsaklarının önemli bir kısmı açlık grevini bıraktı… Eylem 45 günü bulduğunda kitlesel olarak açlık grevine son verildi; 3’ü TİKB’li, 13’ü Devrimci Sol’dan seçilmiş kadrolarla ölüm orucu sürdürüldü.
Bu aşamada dışarıda yaprak kımıldamıyordu. İçerdeki sesin dışarıya ulaşma şansı çok zayıftı. Direnişin tek destekçisi, bir avuç aile idi. Ankara’ya siyah elbiselerle gittiler. Taksim Meydanı’na siyah çelenk koydular. Çocuklarıyla görüşemeseler dahi, bir an olsun cezaevi önünü terk etmediler.
İçerde ise eyleme destek sadece TKP/ML Hareketi ve Kawa’dan geldi. Diğerleri ise “dostlar alışverişte görsün” misali 40’lı günlerde bir hafta açlık greviyle destekleme kararı almalarına rağmen, 45. günde genel kitle açlık grevini bitirince, kendileri de 5. günde bitirdiler.
Devlet, eylemin biteceğini beklerken ölüm orucu başladı. Bir hafta sonra ikinci ekipler devreye girdi. Bunun üzerine devlet pazarlığa oturdu. Genel olarak orta yeri bulmaya çalışıyordu. (“TTE’nin altını giyin, üstünü giymeyin” biçiminde sürdü pazarlık.) Kabul etmediğimiz bu pazarlık tıkandı…
63.gün Abdullah Meral’in şehit düşmesi üzerine devlet tekrar pazarlığı zorlamaya çalıştı, ancak bizden yana farklı bir yaklaşım söz konusu değildi. 67. günde, önce Haydar’ın, ardından Fatih’in şehit düşmesiyle devlet paniklemeye başladı.
Bir yandan eylemi kırmak için çabalar gösterirken, diğer yandan da C Blok’un etrafını boşaltarak ölüm oruççularını tecrite aldı. İğne, iplik, kağıt, kalem, kibrit vermediler. Sigaraları bile jelatin içerisinde veriyorlardı. Yataklar kefeni andıran beyaz çarşaflarla örtülmüştü. Herkes ayrı ayrı yerdeydi. Amaç malumdu… Moralini bozmak, direnişten vazgeçirmek…
Ama nafile! Direnişçiler 70’li günlere dayanmalarına rağmen seslerini diğer bölümlerdeki devrimcilere ulaştırmayı başardı. Hücrelerde eskiden kalma süt kutularını kağıt olarak kullanıp notlaşmayı da sürdürdüler. Marşlar, türküler eksik olmuyordu. Şehitlerimiz bayrak gibi üzerimizde dalgalanıyordu. Birinci Ordu’dan sürekli heyetler gelip gidiyordu. Amaçları belliydi; tek tek sohbetlerle yumuşatarak, eylemi bitirmek!
72.günde Devrimci Sol, kendi kararını açıklayarak “geldiğimiz aşamada eylem siyasal kazanım elde etmiştir, daha fazla sürdürmenin gereği yoktur” dedi. TİKB’li tutsaklar ise o aşamada Devrimci Sol’u sürdürmeye ikna edemediğinden, iki gün daha devam ettikten sonra bitirme kararı aldı. “Ama asla hiçbir koşulda TTE’yi giymeyeceğiz” dediler. TİKB’nin bu tavrını Devrimci Sol, kendi içerisinde tartıştıktan sonra aynı cephede devam etme kararı aldı. Bunun üzerine TKP/ML Hareketi ve Kawa da “biz de giymeyeceğiz” dediklerinden dörtlü deklarasyon yayınlandı. Ancak oportünistlerin TTE’yi giyme konusundaki yoğun ısrarları ardında, bu iki örgüt de çoğunluğa katılma kararını aldılar. TTE’nin gelmesi için dilekçe yazan yapılar bile oldu.
Ancak henüz “mavi yolculuk” başlamamıştı! (TTE’leri giyip havalandırmaya, görüşe, mahkemeye, hastaneye, avukat görüşüne gitmeyi kendi aramızda “mavi yolculuk” olarak adlandırmıştık) Çünkü TTE giymek, devlet için yeterli değildi. Bir de onun yanında yakasına suçlu kimliği takmak gerekiyordu. Suçlu kimliği, kişinin hangi suçtan yargılandığını, ne kadar ceza aldığını gösteren bir yaftaydı. Bu da yetmiyordu; mavi ayakkabı, mavi çorap…yani tepeden tırnağa kirli bir mavi…
Kimlik konusunda kimi örgütler şerh koydular ve elbiseyi geri vermeyi önerdiler. Ancak bunlar azınlıkta kaldı. Sonuçta kimlikler de takıldı, ziyaretlere, havalandırmaya çıkılmaya başlandı. Fakat burada bir şey daha eklenmişti; her gün düzenli tıraş olmak ve ziyarete çıkarken önünü iliklemek… Temsilcileri, idare ile görüşüp “anlaşmada ön ilikleme yoktu” dediklerinde, yüzbaşının cevabı çarpıcıydı: “Biz iki karşıt düşman sınıfız, bir şey aldık mı bir şey daha almak isteriz, siz de olsanız siz de öyle yaparsınız, anlaşma diye bir şey yok…”
Yanısıra, slogan atmak da elbise giyenler için suçtu. Suçun karşılığı ziyarete ve havalandırmaya çıkarmamak… Bu süreler kimi zaman ayları buluyordu.
Elbette komünistlerin yanısıra, “mavi yolculuğu” reddeden devrimciler de vardı. Bunlar elbise giymedikleri gibi ziyarete, mahkemeye, havalandırmaya çıkamıyordu... Ayrıca sloganların, kapı dövmelerin, direnmelerin cezai bir karşılığı yoktu. Direniş bizi bir nevi özgürleştirmişti. Mahkemeye giderken TTE giyenler soyulup aranırken biz giymeyenleri soymaya gerek duymuyorlardı.
TTE nasıl kalktı?
Ölüm Orucu üzerinden bir buçuk yıl geçmemişti. Direnişler, barikatlar, göğüs göğüse çatışmalarla gelinmişti o güne…
Bu dayatmanın kalkması, önce direnenlerden başladı. 16 Mart 1986 günü mazgallar açıldı, başçavuş, herhangi bir kıyafet giyip ziyarete çıkabileceğimizi söyledi. Aradan 3 yıl geçtikten sonra dışarı ile ilk görüşler yapıldı. Bu, cezaevinde bir sevinç havası yaratmıştı. Koğuştan koğuşa, bloktan bloğa cezaevinin dört köşesine yayıldı.
Bizim sivil elbiselerle ziyarete çıkmamızdan bir-iki hafta sonra diğerleri de yavaş yavaş kot pantolonlarını giyerek çıkmaya başladılar. ‘Mavi kefen’ dedikleri elbiseleri halen koğuşlarda asılıydı. Bunların nasıl geri verileceği konusunda ise bu kez “dilekçe ile aldık, dilekçe ile verelim” tartışmaları başlamıştı. Bu bile aylar sürdü… En sonunda fiili olarak çeşitli koğuşlarda toplayıp vermeye başladılar.
TTE tarihe karışmıştı artık. O kirli mavi gitmiş, havalandırmaya saklanmış bir avuç tertemiz mavi gökyüzü açılmıştı üzerimize… Güneşin halesinde de Fatih, Apo, Haydar, Hasan vardı…