Türkiye ile Doğu Afrika ülkesi Ruanda arasında imzalanan turizm anlaşması onaylanıp Resmi Gazete’de yayınlandı. Avrupa’nın mülteci bekleme istasyonuna dönüştürülen Türkiye, bu yeni anlaşmayla konumunu pekiştirmiş oldu.
Anlaşma neyi içeriyor
Öncelikle anlaşmanın yeni bir karar olmadığı, Türkiye ile Ruanda arasında 24 Haziran 2019’da yapılan bir anlaşmaya yönelik olarak yayınlandığı belirtiliyor. Ancak bu gerekçelendirme, 2019’da imzalanan bu anlaşmanın, neden bugün onaylanarak Resmi Gazete’de yayınlandığını açıklamıyor.
Anlaşmanın sebebi olarak, “Ruanda ile ‘mevcut’ dostluk ilişkilerini güçlendirmek” ifadesi kullanılıyor; fakat bugüne kadar Ruanda ile nasıl bir dostluk ilişkisinin “mevcut” olduğu da soru işareti olarak kalıyor.
Habere ilişkin yapılan “Ruanda’dan ‘turist’ görüntüsü altında sığınmacılar geliyor” yorumlarına ise, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi tarafından “külliyen yalan” açıklaması yapılıyor.
Anlaşma ile; “İki ülkenin karşılıklı olarak turizm sektöründe işbirliği, yatırım, eğitim konusunda hukuki zemin oluşturulacağı; Türkiye’nin küresel anlamda ekonomik, ticari ve siyasi ilişkilerini geliştireceği; orta/uzun vadede etkinliğinin artmasına katkı sağlayacağı” söyleniyor. Ek olarak, taraflardan biri anlaşmayı feshetmediği sürece, 5 yılda bir otomatik olarak yenileneceği de belirtiliyor.
İngiltere’nin sığınmacıları Ruanda’da
AKP’nin Ruanda ile imzaladığı turizm anlaşması, İngiltere’nin sığınmacı-göçmen politikası ile doğrudan bağlantılıdır.
Avrupa genelinde olduğu gibi, İngiltere’de de son dönemde ırkçılık ve yabancı düşmanlığı artıyor. Ekonomik-siyasi krizler derinleştikçe, egemen sınıflar krizin sorumlusu olarak yabancıları gösteriyor ve hedefe çakıyorlar. İngiltere’de son iki yılda devletin ekonomi politikalarını protesto eden etkili eylemler yapıldı. Şubat 2023’te 500 bin kişinin iş bıraktığı büyük grevin ardından, 2024 yılında çeşitli meslek gruplarının grev ve eylemleri arttı. Kitleler hükümetin politikalarına büyük tepki duyuyor. İngiltere bu koşullarda seçimlere gidiyor. 2024 sonunda yapılması planlanan seçimler, 4 Temmuz 2024’e alındı. Rishi Sunak’ın başkanlığını yaptığı Muhafazakar Parti, 2020’den bu yana kamuoyu yoklamalarında sürekli geriliyor ve seçimlerde bir hezimet yaşayacağı öngörülüyor. Bu nedenle Sunak hükümeti, ırkçılığı körüklüyor ve “yasadışı göçle mücadele” konusunda yol aldığını göstermek istiyor. Böylece İşçi Partisi’nin önüne geçmeyi planlıyor. Ve en insanlık-dışı yöntemleri kullanmaktan da çekinmiyor.
2023 yılında İngiltere, sığınmacılar için kullanılmak üzere “Bibby Stockholm” adında bir “hapishane gemi” hazırladı. Bu dev gemide 500 erkek sığınmacının 18 ay boyunca kalacağı ve mültecilik başvurusunun bu süreçte inceleneceği duyuruldu. İngiliz devleti, bu gemide sadece “yasadışı yollardan” ülkeye girmiş olan 18-65 yaş grubundaki erkeklerin kalacağını belirtiyor. Sürecin sonunda sığınma talepleri reddedilenler ise, geldikleri yere geri gönderilecekler.
İngiltere’nin insanlık-dışı bu kararı büyük tepki topladı. Geminin demirlendiği liman kentinde protesto gösterileri düzenlenirken, bir çok yerde eylemler yapıldı. Hükümet ise, “sığınmacıları yerleştirmek zorunda kaldıkları otellerin maliyetinin çok yüksek olması” bahanesiyle kendisini savunmaya çalışıyor. Hükümetin açıklamasına göre, Temmuz 2023’te yaklaşık 51 bin sığınmacı ülke genelindeki otellerde kalıyordu ve bunun günlük maliyeti 6 milyon sterlindi.
Elbette ki hükümetin bu açıklaması tepkileri azaltmadı. Çünkü her şey bir yana, göçmen-sığınmacı sorunu emperyalistlerin dünya genelinde sürdürdüğü savaş ve sömürü politikaları ile doğrudan bağlantılıdır. Yani mülteci sorunu, emperyalistlerin yarattığı bir sorundur; bunun ekonomik, siyasi, insani, sosyal her türlü maliyetini de üstlenmek zorundadırlar.
Üstelik hükümetin kiralamış olduğu sözkonusu geminin sahibi olan Bibby Marine adlı şirketin adı, tarihsel uluslararası köle ticareti ile anılıyor. Geçmişte köle taşıyarak para kazanan şirket, şimdi de sığınmacı taşıyarak, daha doğrusu sığınmacıları 18 ay boyunca hapsederek para kazanacak. Tepkiler nedeniyle hükümet, geminin kullanıma açılmasını iki defa ertelemek zorunda kaldı; ardından Ağustos 2023’te, sığınmacıların gemiye yerleştirilmesi başlandı.
“Hapishane gemi”nin ardından, İngiliz hükümeti bu defa “yasadışı yollarla gelen sığınmacılar”ı Ruanda’ya göndereceğini açıkladı. Bu aslında İngiliz hükümetinin 2022 yılından beri gündeminde olan bir konu. Sığınmacıları “kuş uçmaz-kervan geçmez” bir Afrika ülkesine göndermek, İngiliz hükümeti açısından, “hapishane gemi”den daha avantajlı. Çünkü başvuru sürecini Ruanda’da geçirecek olan sığınmacılar, başvuruları kabul edildiğinde de orada kalmaya devam edecekler, İngiltere’ye gidemeyecekler. Üstelik Ruanda’nın “maliyeti”, gemiden daha düşük!!
Hükümet, Mayıs 2024’te, ilk sığınmacı kafilesini “gönüllülük temelinde” Ruanda’ya gönderdi. Temmuz 2024’te ise “zorunlu” göndermeler başlayacak. Zorunlu sınırdışı kapsamında, 1 Ocak 2022’den itibaren yasadışı yollardan gelen (Kuzey Avrupa’dan küçük teknelerle gelenler kastediliyor) herkesin Ruanda’ya gönderilmesi planlanıyor. Sadece 2024 yılının ilk 5 ayında bu biçimde gelen insan sayısı 10 bini geçti; 2022’den bu yana, resmi rakamlara göre 50 binden fazla kaçak göçmen sözkonusu.
Hükümet sözcüsü, geçtiğimiz Mayıs ayında yaptığı açıklamayla “müjde” verdi: “Bu anlaşma, Birleşik Krallık’ta göçmenlik statüsü olmayan kişilerin, hayatlarını yeniden inşa etmeleri için desteklenecekleri GÜVENLİ bir üçüncü ülkeye yerleştirilmelerine olanak tanıyor.” Ruanda’nın “güvenli” bir ülke olduğunu iddia etti! Peki gerçek böyle mi?
Ruanda katliamı
Bugün AKP yönetiminin “dostluk ilişkileri” kuracağını ve turist taşıyacağını iddia ettiği, İngiliz emperyalistlerinin ise “güvenli” ilan ettiği Ruanda’da, 30 yıl önce büyük bir katliam, gerçek bir soykırım yaşanmıştı.
1994 yılında, dönemin Devlet Başkanı Juneval Habyarimana’nın uçağı düşüp başkan ölünce, Hutular, azınlıktaki Tutsileri sorumlu tutarak, bir soykırım başlattılar. 100 gün süren katliamda resmi rakamlara göre 800 binden fazla insanın, bağımsız kaynaklara göre ise 1.5-2 milyon civarında insanın öldüğü belirlendi. Katliamın asıl hedefi Tutsiler olmakla birlikte, kaçan Tutsilere yardım eden ve katliama karşı çıkan ılımlı Hutular da katledildi. BM’nin rakamlarına göre, öldürülenlerin 300 bini çocuktu ve çoğu dövülerek öldürülmüştü; yaklaşık 200 bin kadın tecavüze uğradı. Yaşanan soykırımda, ülke nüfusunun yüzde 10’u yokedildi.
Katliam haberlerinde emperyalist ülkelerin Ruandalıların yardım çığlıklarını ve soykırımı seyrettiği yazıyor. Gerçekte ise, emperyalistler seyretmedi; katliam için kendileri zemin hazırladı.
Emperyalistler Afrika’yı yağmalarken, 1890 yılında Brüksel Konferansı’nda Ruanda, Almanya’nın payına düştü. Almanya I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nı kaybedince, Ruanda Belçika’ya devredildi. Almanya’nın ilgisiz kaldığı Ruanda’da, Belçika vahşi sömürü politikalarını hayata geçirdi. Mesela kendi günlük ihtiyaçlarını karşılamak dışında çalışmayan Ruandalılara, kahve tarlalarında çalışma zorunluluğu ve kırbaç cezası getirdi.
Belçikalı sömürücüler geldiğinde, ülke nüfusunun yüzde 90’ı Hutu, yüzde 9’u ise Tutsi’ydi. Bu iki halk o güne kadar birarada yaşamıştı ve aralarında belirgin dil, gelenek, ırksal ve kültürel farklar yoktu. Belçika devleti, “böl, parçala, yönet” politikası kapsamında azınlık Tutsilere birtakım ayrıcalıklar verdi ve ülke yönetiminde görevlendirdi. Tutsilerin iş ve yaşam koşulları hızla iyileştirilirken, Hutular “ikinci sınıf”laştırıldı. Bir aşamadan sonra eğitim başta olmak üzere birçok temel hak, Hutular için erişilemez hale geldi.
- Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda Sovyetler Birliği’nin zafer kazanması ve sosyalizm umudunun dünya çapında yaygınlaşması, Ruanda’da da etkisini gösterdi; Belçika’ya karşı bağımsızlık hareketi başladı ve iki kat sömürülen Hutuların yaşam koşullarına karşı direnişi büyüdü. Bu süreçte Belçika tutum değiştirdi; olası seçimlerde, sayısal üstünlüklerinden dolayı yönetimi ele geçirme ihtimali güçlenen Hutuları desteklemeye başladı. 1962’de Ruanda bağımsızlığını elde ettiğinde, Belçika iktidarı Hutu milliyetçisi PARMEHUTU’ya devretti. Geçmişte Tutsileri kullanarak Hutuları ezen Belçika, şimdi de Hutuların Tutsilere saldırılarının önünü açmıştı. Kısa zamanda ülke genelinde 20 ila 100 bin arasında Tutsi öldürüldü, 160 bini de komşu ülkelere kaçtı. Ardından 1974’te yine devlet destekli bir Tutsi katliamı yaşandı.
1980 yılında, komşu ülkelerdeki Tutsi nüfusu 500 bini aşmıştı. Geçmişin avantajları nedeniyle eğitimli ve varlıklı bir nüfustu ve ülkeye geri dönmek için lobicilik faaliyeti yürütüyorlardı. Keza “Ruanda Yurtsever Cephesi” (RYC) adında bir örgüt kurmuşlardı. RYC’nin çoğunluğu Tutsi olmakla birlikte, ırkçılığa karşıydı ve içinde Hutular da bulunuyordu. RYC 1990 yılında Ruanda’nın diktatörlük yönetimine karşı silahlı mücadeleye başladı. Bu savaş, Ruanda üzerindeki hegemonya savaşının derinleştirdi. O güne kadar Ruanda’ya hükmeden Belçika, kendi iç kamuoyunun baskısı nedeniyle alandan çekilmek zorunda kaldı. Boşluğu Fransa doldurdu.
İç savaşta Fransa, hükümetin yanındaydı. Ancak Fransa’nın bütün çabalarına ve yardımlarına rağmen, Ruanda ordusu RYC karşısında başarı elde edemedi. 1993’te ateşkes imzalandı. “Barış zamanı” gibi görünen bu süreci, Hutu hükümeti yeni savaşa hazırlanmak için kullandı: Interahamwe adlı milis örgütlenmeleri kurarak, Tutsileri ve onları destekleyen ılımlı Hutuları fişlemeye başladı. Aynı zamanda Çin’den yüzbinlerce “satır” satın alındı, bu milislere dağıtıldı.
6 Nisan 1994’te Hutu devlet başkanının uçağı düşürüldü. Aynı gün radyo anonslarıyla katliam başladı. Irkçı Hutular varolan hükümeti devirip Geçici Hükümet kurdular. Katliam sürecini bu hükümet yönetti. Listeler zaten hazırdı. Yanısıra, karşılarına çıkan herkes, katliamdan payını aldı. Parası olan Tutsiler, “kurşun” satın alabiliyor; böylece acısız ölümü tercih ediyorlardı; parası olmayanlar ise vahşice biçiliyordu. Çin’den gelen satırların yanısıra, Machete adlı kılıca benzer bir tarım aleti, çekiçler, sivri uçlu sopalar vb. her şey katliam aletiydi.
Katliam haberinin duyulmasının ardından, RYC ülkenin doğusundan girip Hutu milislerle ve orduyla savaşarak ülkenin başkentine kadar ilerledi. Fransa ise Hutu hükümetine askeri yardımın yanısıra, Fransız askerlerini de gönderdi. Fransız birlikleri bazı kentleri işgal ederek RYC’nin girmesini engellediler, Hutuların katliama devam etmesini sağladılar. Bu o kadar açık bir tutumdu ki, Fransızların işgali altındaki kentlerde, Fransızların gözü önünde 200 bin kişi daha öldürüldü. Katliam, RYC’nin başkenti ele geçirmesi, Hutu hükümetinin tamamen çökmesi ardından bitti.
Emperyalistler bu katliamı seyretmediler; kendileri yol açtılar demiştik. Belçika yaklaşık 50 yıl boyunca yürüttüğü ağır sömürü politikaları ve körüklediği ırk ayrımcılığı ile; Fransa, Belçika’nın ardından ırkçı Hutu yönetimiyle işbirliği yaparak; ABD, Fransa’nın Ruanda’ya hükmetmesine onay vererek; ABD ve Fransa, katliam başladıktan sonra BM Barış Gücü askerlerinin geri çekilmesini ve BM toplantılarında Ruanda’ya ilişkin “soykırım” tanımı yapılmasını engelleyerek, bu katliamın gerçekleşmesinin yolunu düzlediler.
Fransa, katliamın doğrudan sebebiydi. İç savaş başladığı andan itibaren, Hutu ordusunu desteklemiş, eğitmiş, lojistik sağlamıştı. Daha önemlisi, RYC başkente iki defa ulaşmasına rağmen, Fransa’nın hava gücü ikisinde de RYC’yi geri çekilmeye zorlamıştı. Fransız askerlerinin Hutu ordu üniforması ile savaşın içinde yer aldığının tanıkları vardı. Katliamın başından sonuna kadar görev yapan Geçici Hükümet’in, Fransa Büyükelçiliği’nde kurulduğu bilinmektedir. Son olarak, katliamın 3. ayında RYC’nin başkenti ele geçireceği ortaya çıktığında, katliamın sorumlularını korumak da Fransa’ya düşmüştür. 1990’lar Almanya ve ABD’nin Yugoslavya’nın parçalanması, eski Doğu Bloku ülkelerinin yağmalanması, Sovyetler Birliği’nin yerle bir edilmesi ile uğraştıkları bir dönemdir. Fransa ise Afrika’daki çıkarlarını büyütebilmek için, Ruanda’daki soykırımı yönetmiştir.
İngiltere’nin istemediği göçmenler Türkiye’ye
Afrika’nın en yoksul ülkelerinden biri olan Ruanda’nın Türkiye ile turizm anlaşması imzalamasının nesnel koşulu yoktur. Diğer taraftan, göçmenler üzerinden imzalanmış farklı anlaşmalar sözkonusudur.
İsrail’in 2015’te, İngiltere’nin ise 2022’de Ruanda ile imzaladıkları anlaşmalara göre; bu iki ülkeye yasadışı yollardan giren kaçak sığınmacılar Ruanda’ya gönderilecek ve bunun karşılığında Ruanda hükümetine para ödenecektir.
Diğer taraftan 9 Ağustos 2023’te İngiltere ile Türkiye arasında “yasadışı göçü engellemek” için bir anlaşma imzalandı. Bu anlaşmaya göre iki ülke, insan kaçakçılığına karşı ortak operasyonlar yapacak ve göçmen taşıyan botları kontrol altına alacaklar. Anlaşmanın ardından İngiltere İçişleri Bakanlığı’nın, Türkiye’ye “mültecileri uzak tutması” karşılığında 3 milyon sterlin ödediği belirlendi.
Ve İngiltere’nin Ruanda’ya göçmen göndermeye başlamasından 1 ay sonra, Türkiye’nin Ruanda ile turizm anlaşması devreye girdi. Üstelik anlaşmanın hemen ardından uçak bileti satış sitelerinin verilerine göre, 5 gün içinde Ruanda’nın başkenti Kigali’den İstanbul’a 157 uçuş yapıldığı öğrenildi. Bunların bir kısmı aktarmalı uçuşlardı; bu nedenle hepsinin İstanbul’a kadar gelip gelmediğini kontrol etmek mümkün değil. Ancak doğru düzgün bir hava trafiği olmayan bir ülkenin, 5 günde sadece İstanbul’a 157 uçuş yapması da gerçekçi değil.
AKP yönetimi Türkiye’yi bir göçmen toplanma merkezine çevirdi. Bir taraftan, Asya ve Ortadoğu’dan gelenleri Türkiye’de durdurup Avrupa’ya geçmelerini engelliyor; diğer taraftan Avrupalıların istemediği göçmenleri geri alıyor. AKP, bu “hizmeti” karşılığında büyük paralar kazanıyor; ancak Türkiye’de biriken onmilyonlarca sığınmacı, çok daha büyük ekonomik, siyasi, sosyal sorunlara kaynak oluşturuyor.