Sivas katliamının üzerinden 31 yıl geçti. Ama o vahşet, o acı hiç unutulmadı!
Madımak Oteli’nde göz göre göre yanarak ölenler unutulur mu? O vahşet, o gözü dönmüş saldırganlık unutulur mu? Devlet yetkilileri arandığı halde, saatlerce faşist-gerici güruhun saldırılarına izin verilmesi unutulur mu? Hazırlıkları önceden yapıldığı belli olan, devletin bilerek göz yumduğu faşist katliamı ne unutmak ne de affetmek mümkün!
Sivas’tan sonra ne zaman bir binanın çevresi, polis ya da faşist-gerici güruh tarafından sarılsa; ne zaman bir linç girişimi gerçekleşse, hemen akla Sivas-Madımak’ın gelmesi boşuna değildir. Öyle durumlarda içeride kalanlar, “Madımak’ı yaşadık sanki” derler. 1 Mayıs 2008’de DİSK binasında bulunan kitleye devlet gaz bombalarıyla saldırdığında söylendiği gibi… Ya da Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara-Çubuk’ta sığındığı evin sarılması ve taşlanmasında yaşandığı gibi… Bir çok kez HDP binalarında polislerin gözetiminde faşist güruhların saldırısına uğrayan Kürt halkının yaşadıkları gibi…
Sivas’tan sonra bir “Madımak sendromu” yaratıldı, literatüre böyle bir kavram girdi. Çünkü 2 Temmuz 1993’te Madımak Oteli’ndeki 33 sanatçı ve aydın yakılarak katledilmişti. Olayı daha trajik yapan, onların büyük bir umutla son ana kadar kurtulmayı beklemeleriydi…
Sivas katliamı nasıl oldu, onca insan saatlerce otelde neden bekledi, bu “son” kaçınılmaz mıydı? Aradan bu kadar zaman geçmesine rağmen ne yazık ki, gereken dersler çıkarılmış ve aşılmış değil…
Kültür Merkezi’nde direniş,
Madımak’ta bekleyiş…
Sivas’ta Pir Sultan Abdal şenlikleri düzenleniyordu. Şenlik öncesi Aziz Nesin’i hedef alan sözlü-yazılı saldırılar artmıştı. Şenliğe dönük bir saldırı olma ihtimali yüksekti.
2 Temmuz günü ilk saldırı, Kültür Merkezi’ne oldu. Birkaç yüz kişilik grup, Kültür Merkezi’nde bulunan devrimci-demokrat kitleye saldırdı. Burada devrimcilerin varlığı, hızlı bir biçimde direnişin örgütlenmesini getirdi. Barikatlar kuruldu, çatışmalar yaşandı ve saldırgan güruh püskürtüldü. Dinci-faşist güruhun devlet destekli biçimde hareket ettiğini farkeden komünist ve devrimciler, saldırının bununla sınırlı kalmayacağını anlamakta zorlanmadılar. Polisin ve subayların bu güruhu yönlendirdiğini görenler olmuştu. Bunun üzerine başta Alevi kesimin oturduğu Alibaba Mahallesi olmak üzere şehrin çeşitli bölgelerine dağılarak, kitleleri harekete geçirmeye ve direnişi örgütlemeye giriştiler.
Kültür Merkezi’nde başarısızlığa uğrayan saldırgan güruh, dönemin Sivas Belediye Başkanı yönetiminde, Ozanlar Anıtı’nı vinçle söküp slogan ve çığlıklarla valiliğin önüne geldiler. Sonra festival için gelen aydın ve sanatçıların kaldığı Madımak Oteli’ne yöneldiler. Birkaç yüz kişi, hızla binlere varmıştı. Kuran Kursu’ndan İmam Hatip’ten çıkanlar, onlara katılıyordu. Önceden Ankara’dan getirilen dinci faşistler olduğu söyleniyordu. Otelin karşısına, bir gün önceden bir kamyon taş dökülmüştü. Saldırının önceden planlandığı belliydi.
Otelin önünde olaylar hızla tırmanırken, ne polisin ne de askerlerin müdahalesi oldu. Katliamdan kurtulanlar, “astsubaylardan birinin, barikatı kıran dinciyi öptüğünü gördük” diyorlardı.
Oteli kuşattılar. “Kan istiyoruz” diye, ağızlarından salyalar akıtarak bağırıyorlardı. “Sivas Aziz’e mezar olacak” sloganları atılıyordu. İçeridekiler ise, “onları tahrik etmemek için pencereye dahi çıkmadık, arka odalara, koridorlara sığındık” diyorlardı. Sanki gerçekten tahrik eden kendileriymiş gibi! Oysa dışarıdakiler, birileri tarafından yeterince tahrik edilmişlerdi. Hatta öyle ki, katliamdan önce Sivas’ta yayınlanan gazeteler, “Sivas’ta ne yapılmak isteniyor?”, “Müslüman mahallesinde salyangoz satılıyor” manşetleriyle kitleyi önceden hazırlamıştı.
Dışarıdakiler “Kan istiyoruz” diye ulurken, içeridekiler beklemeyi sürdürdü. O dönem başbakan yardımcısı olan Erdal İnönü’yü, valiyi, askeri, polisi arıyorlar ve kendilerini kurtarmalarını istiyorlardı. SHP hükümet ortağıydı. Demokrasi havariliğiyle büyük bir oy çokluğunu arkasına almış DYP-SHP hükümeti vardı.. Madımak’takiler İnönü’ye, SHP milletvekillerine güveniyorlardı. Zaten onlar da sürekli olarak “merak etmeyin, sizi kurtaracağız!” diyorlardı.
Saldırgan güruh, sloganların arkasından binayı taşlamaya ve tahrip etmeye başladı. İçeridekiler ise hala devletten gelecek yardımı bekliyordu. Katliamdan kurtulan bir sanatçı, “hiçbirimiz böyle bir sonla karşılaşacağımıza ihtimal vermiyordu” diyor ve ekliyor: “Sanırım tek hatamız devlete bu kadar güvenmekti.” Otelden sağ kurtulan bir başka sanatçı ise şunları söylüyor: “Devletin bizi kurtaracağına o kadar inanmıştık ki, kurtulduğumuzda yapacağımız basın açıklamasını bile hazırladık. Asım Bezirci hocamız bildiriyi hazırlayıp geldiğinde, artık o işle uğraşacak pek zamanımız olmadığını anladık.”
Bazı aydın ve sanatçılar ise, içeride bulunanlara moral ve güç aşılamak için çaba gösteriyordu. “Bu arada biz, kaygı duyan, üzülen, hatta morali bozulan arkadaşlara destek olmaya çalışıyorduk. Örneğin karikatürist arkadaşımız Asaf Koçak, mızıkayla bize moral verdi” diyor, kurtulanlardan biri.
Hiçbir engelle karşılaşmayan saldırgan faşist güruh, daha da pervasızlaştı. Otel ateşe verildi. Ateş binayı sarıncaya kadar, içeridekilerin kurtulma umudu sürüyordu. Hala devletin kolluk kuvvetlerinin geleceğini ve dışarıdakileri dağıtarak kendilerini kurtaracaklarını umuyorlardı. Yangın binayı iyice sardığında ve içeridekilerin bulunduğu alana kadar uzandığında, ancak o zaman bir çare düşünmeye başladılar. Ondan sonrasını katliamdan kurtulan bir aydın şöyle anlatıyor.
“Çıkış yollarını araştırdık. Büyük Birlik Partisi İl Teşkilatı’na geçme koşulunun olduğunu öğrendik. Yaklaşır yaklaşmaz adamlar bizi sopalarla tehdit ettiler. Ben ikinci kez denedim. Tekrar karga tulumba dışarı attılar. Saatler ilerliyor, yangın büyüyordu. … Artık 70 küsur insan kendi tercihini yapıyordu. Ya yanarak ölüm, ya BBP’ye sığınmak. BBP ilk girişte bizi kabul etmedi. Kabul etmiş olsalardı tüm arkadaşlarımızı kurtarabilirdik. BBP’ye 33-34 arkadaşımız girdi ve kurtulduk.”
BBP’nin bulunduğu bina ile Madımak Oteli aynı havalandırmaya baktığı için, dışarıdaki saldırganlar farketmeden diğer binaya geçerek kurtulmak mümkündü. Ancak BBP de saldırının bir parçasıydı.
“Kanlı Sivas” değil,
“Direnen Sivas” olmalıydı!
Sivas katliamı son derece planlı bir biçimde gerçekleştirilen bir katliamdı. Öncesinde yaşananlar bunun işaretlerini veriyordu zaten.
‘90’lı yılların başları, devrimci hareketin yükselişe geçtiği, işçi, öğrenci, memur hareketinin büyüdüğü, Kürt halkının ulusal kurtuluş mücadelesinin güçlendiği yıllardı. Buna karşı dinci-gerici örgütlenmeler ve sivil faşist saldırılar hızla ve sistemli bir biçimde büyütüldü. Bunların estirdiği terör üzerinden kitlelerde bir korku ve yılgınlık yaratmak hedefleniyordu. Kürt illerinde Hizbul-kontra saldırılarının, batı illerinde ise Kürtlere dönük faşist saldırıların artmasının, İstanbul, Ankara gibi büyük illerde üniversitelerde sivil faşist, dinci-gerici saldırıların güçlenmesinin örnekleri çok daha sık yaşanmaya başlanmıştı. Sivil faşistler ve dinci-gericiler, devletin vurucu gücü olarak öne çıkıyor, yükselen toplumsal muhalefetin önüne dikiliyorlardı. Sivas katliamı bunun en önemli halkalarından biri oldu.
Bu türden saldırılara karşı, yapılacak en etkili şey, karşı-direnişi örgütlemektir. Saldırıyı püskürtmenin tek yolu budur. Direniş gösterilmemesi, saldırıyı durdurmak şöyle dursun, saldırganların pervasızlığını artırır sadece. Gerek 12 Eylül öncesinde, gerekse ‘90’ların başında yaşananlarla, bu gerçek defalarca kanıtlamıştır.
Sivas’ta bunun iki yönüyle de yaşam bulduğunu görüyoruz. İlk saldırı Kültür Merkezi’ne yapıldı; orada devrimciler vardı ve kurulan barikatlar, atılan taşlarla saldırı püskürtüldü. İkinci saldırı Madımak Oteli’ne yapıldı; içeride sadece aydın ve sanatçılar vardı. Devletin gerçek yüzünü göremeyen, dışarıdaki saldırganların asker ve polis ile birlikte hareket ettiğine tanık oldukları halde, onların kendilerini kurtarmaya geleceğine güvenen aydın ve sanatçılar… Devrimciler ise, mahallelerden bir direniş örgütlemeye çalışırken, reformistlerin büyük engeliyle karşılaştılar, bu engeli aşarak kitleyi otelin önüne taşımayı başaramadılar. Reformistler yine tarihi rollerine uygun “itfaiyecilik” görevini yapmışlardı.
Madımak’taki aydın ve sanatçılar, devlete ve sosyal-demokratlara güvenmek yerine direnişe geçselerdi, ya da en azından BBP’nin engelleme çabasına karşı koyup BBP’nin içine geçebilselerdi ve devrimciler mahallelerdeki kitleleri örgütleyerek otele yürütebilselerdi, elbette ki tarih farklı yazılırdı.
Her durumda ölümler olabilirdi. Direniş ölümleri engellemeyebilirdi. Ama o zaman “Kanlı Sivas” değil, “Direnen Sivas” olurdu ve böyle kazınırdı belleklere. Yaşananlar, insanlara korku, ürperti, yılgınlık değil; direnme gücü, cesaret ve kararlılık verirdi. Dinci-gericiler ve sivil faşistler de yeni katliam ve linç girişimlerine bu kadar rahat başvuramazlardı.
“Eğer mücadeleye ancak son derece elverişli koşullarda girilmesi gerekseydi, tarih yapmak elbette çok kolay olurdu” diyor Marks. Engels ise, “Sert bir çatışmadan sonraki bir yenilgi, devrimci önemi kolayca kazanılan bir zafere eşit bir olaydır” der. Bir başka yerde ise, dövüşerek yenilenlerin “devrim zamanı enerjik ve tutkulu bir eylemin en büyük uyarıcılarından biri olan bir öcalma isteği” bıraktıklarını söyler. Aksi durumda, büyük bir moral çöküntü, faşizmin gücünü büyütme ve kendine güvensizlik kalır geriye. Tıpkı Sivas-Madımak sonrasında olduğu gibi…
2 Temmuz gerçeği karartılamaz!
Her 2 Temmuz’da bu faşist katliamı lanetliyor, Madımak Oteli’nde ölenleri saygıyla anıyoruz. Ancak 2 Temmuz’dan gerekli derslerin yeterince alınmadığını da görüyoruz. Bunlardan birincisi, Sivas katliamının gerçek sorumlusunun devlet olduğudur. Katliamın hemen ardından ülkenin dört bir yanında gerçekleşen protesto gösterilerinde, cenaze törenlerinde en çok atılan slogan “Katil Devlet” olmuştu. Çünkü dinci-faşist güruhu saldırıya hazırlayan ve sonrasında önünü açan bizzat devletin kurumları ve kolluk görevlileriydi. Dönemin başbakanı Çiller, 2 Temmuz akşamı yaptığı konuşmada “Sivas’ta oteli saran vatandaşlarımıza herhangi bir zarar gelmemiştir” diyerek, linççi güruhun arkasında olduklarını patavatsızca açık etmişti.
İkincisi; yaymak istediklerinin aksine, dinci-gericiliğin hiç mazlum ve masum olmamıştır. Dinci-gericilik, her kritik aşamada devlet tarafından toplumsal muhalefetin önüne set çekmek için kullanılmıştır. Bir çok katliamda onların eli vardır. Kanlı Pazar’dan 6-7 Eylül olaylarına kadar, gerek ezilen ulus ve toplulukları bastırmada, gerekse devrimci uyanışı ezmede, nasıl kullanıldığı tarihsel kanıtlarla ortadadır. 12 Eylül faşist cuntasının dinci-gericiliği bilinçli bir şekilde palazlandırmasının altında yatan gerçek budur. Elbette sadece dinci-gericiliği hedefe çakıp arkasındaki devleti görmemek doğru değildir. Egemenlerin toplumu “dinci-laik” şeklinde bölme çabalarına prim veren ve bu yapay saflaşmada taraf olan her tutum, gerçekleri karartan, mücadeleye zarar veren yaklaşımdır; bizden uzak olmalıdır.
Üçüncüsü; 2 Temmuz katliamında devlet ve dinci-gericilik kadar rol oynayan bir diğer faktör, sosyal-demokrasidir. Eğer o dönem hükümette SHP gibi sosyal-demokrat bir parti olmasaydı, bu katliam bu kadar rahat gerçekleşmezdi. Her şeyden önce aydın ve sanatçılar, bu kadar büyük bir rehavete kapılmaz, ölümü beklemez, sınırlı da olsa bir direniş sergilerdi. Sosyal-demokrasinin “faşizmin koltuk değneği” olduğu, çoğu zaman faşizmin yapmaya çekindiği görevleri üstlendikleri, defalarca kanıtlanmış bir olgudur. Yakın tarihimiz bile bunun örnekleriyle doludur. Maraş Katliamı ve sıkıyönetim ilanı, CHP hükümetteyken olmuştur. 19 Aralık Cezaevi Katliamı, yine Bülent Ecevit’in başbakan olduğu DSP hükümeti döneminde gerçekleşmiştir. Faşist Mehmet Ağar bile, bu katliamı uzun süredir planladıklarını, ancak Ecevit hükümetinde gerçekleştirebildiklerini söylemiştir. Bütün bunlar, faşizme karşı mücadelenin reformizme karşı mücadeleyle içiçe yürütülmesi gerektiğini ortaya koyan somut gelişmelerdir. Hal böyleyken 2 Temmuz anmalarına sosyal-demokrat parti ve milletvekilleri buyur edilmekte, katliamdaki sorumlulukları unutturulmak istenmektedir.
Ve son olarak; 2 Temmuz, yukarıda ortaya koyduğumuz gibi direnişsiz yenilginin tüm sonuçlarını yaşatmıştır, yaşatmaktadır. Her 2 Temmuz’da ağıtlar yakılmakta, büyük bir çaresizlik, güvensizlik, yalnızlık ve acı işlenmektedir. Hemen tüm etkinliklerde, faşist devletin, dinci-gericiliğin vahşeti ve pervasızlığı, bunun karşısında sanatçı ve aydınların, ilerici ve demokratların güçsüzlüğü, şaşkınlığı vardır. Bu tarz anmalar, faşizmin ve gericiliğin vahşetini gözlerde büyütmekten ve onların pervasızlığını arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Nitekim öyle olmuştur. Eğer Madımak Oteli’nin altına bir kebapçı açılmış ve tüm tepkilere rağmen yıllarca açık kalabilmişse, bu yüzdendir. Faşist-gerici gruplar Sivas’taki sendikaların duvarlarına “2 Temmuz bizim bayramımız” yazıyor, tehditler savurabiliyorsa bu yüzdendir. Katilleri rahatça dolaşabilmişse, mahkeme “zaman aşımı” diyerek davayı düşürebilmişse, bu yüzdendir.
Her yıl 2 Temmuz’da Madımak Oteli önünde sadece açıklama yapıp kınamak yetmez. Militan, meşru kitle eylemleriyle yol alınabilir ancak. “Madımak sendromu”nu literatürden kaldırmanın yolu da buradan geçer.
Asla affetmeyeceğiz, asla bağışlamayacağız!
Madımak’lar karşısında yapılacak tek şey, direnişi örgütlemektir. İçeriden direniş; dışarıdan ise, “kuşatanların kuşatılması” gerçekleşmelidir. Ölüm pahasına gerçekleştirilen büyük direnişler, hem daha fazla ölümleri engeller, hem de geride kalanlara acı ve dehşet değil, cesaret ve direnme gücü bırakır.
Faşizmin ve gericiliğin sadece vahşetini değil, bugüne kadar onlara karşı verilen mücadelenin, yaratılan direnişlerin, gösterilen cesaret ve cüretin örneklerini göstermeli ve buna yenilerini eklemeliyiz. Faşizmin kitlelerin gücünden kuduz köpeğin sudan korktuğu gibi korktuğunu bilmeli, ona duyulan kin ve nefreti, eyleme dönüştürmeliyiz. Faşizmin İspanya’da yarattığı vahşet karşısında bir İspanyol emekçisinin dilinden aktarılan dizelerde olduğu gibi: “İsa dedi ki, ‘bağışlayın onları, çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar’/Madrit’te suçsuz insanların öldürülmesinden sonra/Sanırım şöyle dememiz gerekir:/Bağışlamayın onları, çünkü ne yaptıklarını biliyorlar!..”
Onun içindir ki, 2 Temmuz’un katilleri dahil olmak üzere, faşist katilleri, işkencecileri, hainleri, ASLA AFFETMEYECEĞİZ, ASLA BAĞIŞLAMAYACAĞIZ!