Kayseri-Melikgazi’de Suriyeli bir sığınmacının 5 yaşındaki bir çocuğu istismar etmesi üzerine, insanlar sokaklara döküldü. 30 Haziran akşamı başlayan olaylarda, Suriyelilere ait işyerleri yakıldı. Kayseri’deki olaylar iki gün boyunca sürdü.
Olaylar hızla başka kentlere de yayıldı ve çocuk istismarına tepki, Suriyelilere dönük ırkçı saldırılara dönüştü. Hatay, Bursa, Kilis, Konya, Urfa, Adana, Antep, İzmir, Antalya ve İstanbul başta olmak üzere birçok kentte, ırkçı sloganlar eşliğinde Suriyelilerin ev, araç ve işyerlerine dönük saldırı ve kundaklamalar düzenlendi. Motorlu ve araçlı konvoylar da yollarda sloganlar eşliğinde gezerek terör estirdi.
İçişleri Bakanı, olaylarda 800’den fazla kişinin gözaltına alındığını, bunlardan 13’ünün tutuklandığını açıkladı. Küçük çocuğu taciz eden Suriyelinin de tutuklandığı belirtildi.
Çocuk istismarına karşı yükselen tepkiler genel olarak Suriyeli sığınmacılara yönelince, Kuzey Suriye’de AKP destekli cihatçı çetelerin hakimiyeti altındaki bölgelerde Türkiye’ye ait kuruluşlara ve bayrağa dönük saldırılar düzenlendi. Bu görüntüler, Türkiye’deki protesto gösterilerini büyüttü; ırkçı söylemleri pekiştirdi.
“Mağdur çocuk Türk değil!”
Bu söz, Kayseri İl Emniyet Müdürü’nün ağzından çıktı. “Mağdur çocuk Türk değil, Suriyeli” diyerek kalabalığı dağıtmayı amaçladığı söylense de gerçekte ırkçı bakışı en çarpıcı biçimde ifade etti. Evlerin, araçların yakılmasının yanısıra, Antep’de ırkçı-faşistler bir işçi servisini durdurarak, içinde Suriyeli işçi olup olmadığını kontrol ettiler; bulsalar, onu da linç edeceklerdi. Antalya’da ise 17 yaşında bir Suriyeli çocuk işçi, ırkçı saldırı sonucunda öldürüldü.
Ekonomik kriz büyüdükçe, tüm ülkelerde faşizm ve ırkçılık yükseliyor. Egemen sınıflar yaşanan ekonomik sorunların tek sorumlusu olarak sığınmacıları hedefe çakıyor, yoksul kitlelerin öfkesini sığınmacılara yöneltiyor. Yaşanan tüm ekonomik, siyasi, sosyal sorunlar; kiralık ev bulamamaktan sağlık hizmetlerine ulaşamamaya, işsizlikten üniversitelerde sığınmacılara kontenjan açılmasına, toplumsal çürüme ve yozlaşmaya kadar her sorun, sığınmacıların varlığından kaynaklanıyormuş gibi bir hava oluşturuluyor. Egemen sınıflar bir taraftan sığınmacıların aşırı ucuz işgücünden yararlanarak onları sömürürken, sığınmacılar için emperyalist ülkelerden gelen yardım paralarını da pervasızca yağmalıyorlar. Bu yanıyla, sığınmacılara dönük her türden saldırının arka planında egemen sınıfların kar hırsı bulunuyor.
Bu söylediklerimiz, tüm dünyadaki sığınmacılar için geçerli bir durumdur. Türkiye’de de, kendisine bir hayat kurmaya çalışan, çalıştığı işyerinde patronların ağır baskısı ve sömürüsü altında bunalan sığınmacılar aynı zorlukları yaşamakta, ırkçı saldırıların hedefi olmaktadırlar. Ve bu saldırılara sessiz kalmak; saldırgan ırkçılığın pasif bir parçası haline getirir, toplumsal yozlaşmayı-çürümeyi büyütür.
Ancak Türkiye’deki sığınmacı sorununun, dünyanın diğer ülkelerinde yaşanan olağan sığınmacı sorunundan farklı olarak iki yüzü bulunmaktadır. Bir tarafta, şu ya da sebeple ülkesini terketmiş, burada yeni bir hayat kurmaya, kendi ayakları üzerinde durmaya uğraşan, çalışan ve ülkedeki tüm yoksulların kaderini paylaşan bir kesim durmaktadır. Diğer tarafta ise, son 15 yılda, özellikle son 5 yılda giderek artan biçimde ülkeye doluşturulan cihatçı çeteler gerçeği vardır.
Bir tarafta işçi servisinde diğer işçilerle birlikte fabrikaya giden, sanayide boğaz tokluğuna çalıştırılan sığınmacılar vardır; diğer tarafta Pendik sahilinde askeri eğitim yapan, özel saç-sakal kesimine sahip olan, tarikatların yurtlarına kalan, gruplar halinde davranan, her türden silaha kolayca ulaşan yabancı uyruklu çeteler… Bir tarafta hayatımızın içine girmesinde sakınca görmediğimiz Suriyeli komşularımız vardır; diğer tarafta 10 Ekim katliamını, Suruç katliamını gerçekleştiren, Hatay’da üs kurup toplantılar yapan, Konya’da eğitim kamplarında eğitilen, özel hastanelerin ortopedi servislerinde savaş yaraları nedeniyle tedavi olan Suriyeli, Afganlı çeteler…
Bu ikisi arasındaki fark ortaya konmadan, genel bir “birlikte yaşamak istiyoruz”, “Suriyelilere dönük saldırılara son”, “yabancı düşmanlığına son” türü söylemler, doğru da değildir; gerçekçi de…
Kaldı ki, “birlikte yaşayabilmek” için öncelikli koşul, dışarıdan gelen sığınmacıların, geldikleri yerdeki yaşama uyum göstermelerini sağlamaktır. Asimilasyon değil, ama entegrasyon zorunludur. Bu yapılmadığında sığınmacılar da, sığınmacı olmayan vatandaş da kendi güvenliğinden endişe edecek, karşı tarafa mesafeli-tepkili-öfkeli yaklaşacak; sığınmacılar kendi içlerinde gettolaşırken, yerel halkın onlara karşı ırkçı tepkileri büyüyecektir.
Türkiye bugün, dünyada en çok sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke konumundadır. BM Mülteci Örgütü (UNHCR) verilerine göre, Türkiye’de 3,6 milyon kayıtlı Suriyeli ve 320 bin civarında başka uluslara mensup sığınmacı bulunuyor. İran sınırından kafileler halinde gelen genç-erkekler, Suriye savaşı boyunca ülke içine taşınan cihatçılar, yasadışı yollardan gelen “düzensiz göçmen”ler ise bu kayıtlarda yer almıyor; dolayısıyla istatistiklere girmiyor.
Bu koşullarda, genel bir “yabancı düşmanlığı”na fırsat vermeden, tüm sığınmacıların kayıt altına alınması, cihatçı çetelerin, Afgan ordusunun döküntülerinin, Suriye’den gelip burada askeri faaliyetlerini sürdürenlerin, derhal sınırdışı edilmesi zorunludur. Aksi taktirde önümüzdeki dönemde yeni ve daha güçlü, daha yıkıcı ırkçı saldırılar kadar, sığınmacıların kendi içinde örgütlenmeleri, yerel halka karşı saldırganlaşmaları şaşırtıcı olmayacaktır.
Erdoğan Esad’la anlaşıyor mu?
Kayseri’de başlayan olayların bir boyutunu AKP’nin sığınmacı politikasına dönük biriken öfke ve ırkçı saldırganlık oluşturmaktadır. Ancak diğer tarafta, Erdoğan’ın son dönemde Rusya ve Suriye ile kurduğu ilişkilerin de payı vardır.
Erdoğan bir süredir Suriye’de Esad yönetimiyle ilişkileri düzeltmeye çalışıyor. Bunun çeşitli nedenleri var. Birincisi, asıl olarak ABD işbirlikçisi bir çizgi izlemekle birlikte, bir alternatif olarak Rusya ve Çin ile de bağlarını belli düzeylerde korumak istiyor. Böylece özellikle Ortadoğu’da ABD’den istediklerini alamadığı koşullarda, Rusya ile ilişkileri üzerinden kazanım elde etmeye çalışıyor. Bu yaklaşım, NATO üyesi bir ülkeyi kendisine bağlı tutmak isteyen Rusya’nın da işine geliyor. Ve Rusya, 2016 yılından bu yana Erdoğan’ın Suriye’de ABD politikalarından uzaklaşarak kendisiyle birlikte hareket etmesini; bu doğrultuda Esad ile bağlarını yeniden kurmasını ve Suriye’nin kuzeyinde cihatçıları desteklemekten vazgeçmesini istiyor, bunu dayatıyor.
İkincisi, Rojava’daki Kürt yönetimi giderek kurumsallaştığı ve ABD ile bağları güçlendiği için, Erdoğan, Rojava’ya dönük istediği saldırıları gerçekleştiremiyor. Sıcak savaşın sürdüğü dönemde, kimi zaman ABD belli koşullar altında Erdoğan’ın saldırganlığına izin vermek zorunda kalabiliyordu; ancak savaş durgunlaşıp ülkedeki statüler netleşmeye başladığı için, artık Erdoğan’ın taleplerine karşılık vermiyor. Dahası, geçtiğimiz aylarda Rojava yönetiminin bölgede seçim yaparak “devletleşme” yolunda arayışlara girmesi, Erdoğan’ın tedirginliğini de, Rojava’ya saldırma isteğini de büyüttü. Bu koşullarda Rojava’ya saldırmak için tek seçenek olarak, Rusya ile, Esad ile birlikte hareket etmek kalıyor. Ve Rusya, Erdoğan’ın Esad ile ilişkilerini düzeltmesini istiyor.
Üçüncüsü, Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin kontrolü altında ve cihatçıların yuvalandığı İdlib, Afrin gibi bölgelerde, cihatçıları barındırma ve beslemenin siyasi-ekonomik maliyeti giderek büyüyor.
Tüm bunların toplamı olarak, Erdoğan’ın Esad ile görüşmesi konusundaki baskı artıyor.
2022 yılında Soçi’de, Erdoğan Putin’e Rojava’ya saldırı talebini ilettiğinde, Putin bu konuda Esad ile görüşmesini söylemişti. Ardından Suriye ile çeşitli düzeylerde (savunma bakanları, istihbarat örgütleri vb düzeyinde) görüşmeler yapıldı.
Ancak Esad ile ilişkiler, Erdoğan’ın istediği düzeyde hızlı ilerlemedi. Çünkü Esad “normalleşme”nin önkoşulu olarak Türkiye’nin Suriye’deki askeri varlığına son vermesini, cihatçılara olan desteğini kesmesini istemişti. Erdoğan bunları kabul etmediği için, görüşme gerçekleşmedi. Geçen 2 yıl boyunca, Erdoğan’ın Rojava’ya dönük tüm talepleri, Putin tarafından Esad’a yönlendirilmeye devam etti.
Bugün ise Putin, 9-11 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirilecek NATO Zirvesi ve 3-4 Temmuz tarihlerinde gerçekleştirilecek Astana Zirvesi öncesinde, hem Erdoğan hem de Esad üzerindeki baskısını artırdı. Çünkü NATO Zirvesi’ne giderken, NATO üyesi Türkiye ile yakın bir fotoğraf vermek istiyor. Erdoğan’ın 28 Haziran günü yaptığı “Suriye ile normalleşme” ve Esad ile görüşebileceği yönündeki açıklamalar, Putin’in politikaları doğrultusundaydı. Esad da bir adım geriye atmış; Türkiye’nin Suriye topraklarından çekilme ve cihatçılara olan desteğini kesme “sözü” vermesinin ve Rusya’nın bu “söz”e garantör olmasının, başlangıç için yeterli olacağını ifade etmişti.
28 Haziran’daki açıklama, 30 Haziran’da yaşanan Suriyelinin küçük çocuğa tacizi olayıyla birleşti; Erdoğan’ın Suriye ile “normalleşme”sini istemeyenler için büyük bir fırsata dönüştü. Ve asıl fail devreye girdi; 1 Temmuz’da Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin kontrolü altındaki bölgelerde, cihatçı isyanına dönüştü. Afrin, İdlib, Azez, Cerablus, El Rai ve Marea gibi bölgelerde Türk bayrakları parçalandı, kamu binalarına saldırılar düzenlendi, tırlar yakıldı, tır şoförleri dövüldü…
Kayseri’de yaşanan olay, kendiliğinden bir patlama olabilir; ancak sonrasında büyütülen ve diğer illere taşınan olaylarda, daha planlı bir tablo görmek zor değil. Motorcu grupların gösterileri, tek tek Suriyeli “avına” çıkılması, araç konvoyları vb, hareketin kendiliğinden başlasa bile, ÖSO’nun (yeni adıyla Suriye Milli Ordusu) Türkiye’deki uzantıları ya da Türkiye’de Suriye ile normalleşmeyi istemeyen klikler tarafından büyütüldüğünü düşündürtüyor. Kayseri’de olaylar büyürken milyonlarca Suriyelinin kimlik bilgilerinin internete sızdırılması olayı mesela… Görünürde bu bilgileri sızdıran 14 yaşında bir çocuk; ancak İçişleri Bakanı yaptığı açıklamada, sızan bilgilerin Süleyman Soylu’nun bakanlık yaptığı döneme ait bilgiler olduğunu söyledi; böylece Soylu’yu dolaylı olarak suçlamış oldu.
Aslında Suriye ile “normalleşme”, genel olarak Türkiye’deki tüm Suriyeliler için, özel olarak da Türkiye ile işbirliği içindeki cihatçı çeteler için son derece önemli-yaşamsal bir sorun. Çünkü böyle bir normalleşme, Türkiye’deki Suriyelilerin (hepsi olmasa bile önemli bir kısmının) geri gönderilmesi ile sonuçlanabilir.
Daha da önemlisi, 13 yıl süren savaş içinde oluşmuş bir statü var. Büyük çoğunluğu daha önce hiçbir şeye sahip olmayan gençler, suçlular, ruh hastaları silaha, güce, iktidara, paraya kavuştular; savaş ağalarına dönüştüler. Petrol başta olmak üzere bölgedeki bütün kaçakçılık hareketini yöneten ve bundan devasa paralar kazanan, işgal ettikleri topraklardaki insanlara hükmeden, pervasızca şiddet kullanma rahatlığına sahip onbinlerce adam (70 bin kişi olduğu tahmin ediliyor) Türkiye’nin desteği çekildiği anda tüm bu gücü kaybedecek, hiçleşecek. Dahası, Suriye’nin saldırıları karşısından kaçabilecekleri bir alan kalmayacak.
Bu durumda, Erdoğan’ın Esad’la görüşmesini, kendileri için doğrudan ve yaşamsal bir tehdit olarak görüyor, bunu önlemeye çalışıyorlar.
* * *
Erdoğan’ın sığınmacı politikası da, Suriye’nin kuzeyinde işgali sürdürme çabası da, Suriyeliler başta olmak üzere cihatçı çetelerle kurduğu ilişkiler de artık kontrol etmesi zor, devasa sorunlar biriktirmiş durumda.
Bugün Kayseri örneğinde yaşadığımız ırkçı-faşist saldırganlığa mutlaka karşı çıkmak gerekir.
Ancak Türkiye’nin sığınmacı politikası değişmediği sürece; bir taraftan kendilerini tehdit altında hisseden cihatçı çetelerin ülke sınırları içinde ya da Suriye’de daha saldırgan eylemlere girişmesi, diğer taraftan Türkiye’de ırkçı saldırganlığın kendisine daha fazla zemin ve kitle tabanı bulması ihtimali yüksektir.