15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden 8 yıl geçti. Ama hala darbenin iç yüzü ortaya çıkarılmış değil. Darbeyi yapanlar da, darbenin muhatabı olanlar da bilinçli bir şekilde gerçekleri sakladılar, dahası çarpıttılar. Geriye kalan, “15 Temmuz” adı verilen meydanlar, köprüler, müzeler, terminaller vb. oldu. Bir de her 15 Temmuz’da başta AKP olmak üzere düzen partilerinin darbe karşıtı sahte söylevleri…
15 Temmuz nasıl bir darbeydi, arkasında kimler vardı; önceden haber alınmış mıydı, alındıysa ne tür tedbirlere başvurulmuştu; darbenin bastırılmasında kimler rol oynamıştı; darbe sırasında dağıtılan silahlar kimlere verilmişti ve şimdi neredeydi; keza darbeci askerleri kırbaçlayanlar, boğazlarını kesip köprüden atanlar kimlerdi, bunlar haklarında neden tek bir soruşturma açılmamıştı gibi pek çok soru ortada duruyor. Muhalefetin zoruyla mecliste kurulan “darbe komisyonu” raporu da, bu sorulara yanıt vermediği gibi, özellikle çarpıtıyor ve AKP’yi aklıyordu. Bu rapor bile sonrasında hasıraltı edildi, ortadan kayboldu.
15 Temmuz üzerine atılan sis bombaları, sadece halkta değil, devrimci-demokrat kesimde bile kafa karışıklığına yol açtı. Bugün hala yanlış bilinen veya çarpıtılan konular var. Onun için 15 Temmuz gerçeklerini yeniden hatırlamak, hatırlatmak gerekiyor.
* * *
İlk günden itibaren ortaya dökülen bilgiler, Erdoğan’ın ve onunla birlikte hareket edenlerin, darbeden çok önceden haberdar olduklarını, darbeyi boşa düşürmek için çeşitli manevralar, hatta pazarlıklar yaptıklarını gösteriyor. Darbecileri ‘erken doğum’a, dolayısıyla hata yapmaya zorladıkları aşikar. Darbenin kısa sürede yenilgiye uğraması da bununla bağlantılıdır.
“Darbe değil tiyatro” savının ortaya atılması ve tutmasının nedeni de darbecilerin “erken doğum”a zorlanmasından dolayı yaptıkları hatalar, acemilikler oldu. Erdoğan’ın darbe sonrası “bu Allah’ın bir lütfu” demesi, darbeden 5 gün sonra 20 Temmuz’da OHAL ilan ederek gücünü pekiştirmesi, bu savı güçlendirdi.
Oysa darbenin yapıldığı bir gerçekti. Erdoğan’ın darbe sırasında ortadan kaybolması, saatler sonra kireç gibi bir suratla görünmesi bile bunun göstergesiydi. Ama asıl önemli olan darbenin arkasında kimlerin olduğuydu. Saklanmak istenen de buydu. “Tiyatro” ya da “kontrollü darbe” gibi değerlendirmeler, esasında darbecileri ve arkasındaki güçleri aklamaya dönüktü.
Başından beri bütün göstergeler, 15 Temmuz darbesini ABD’nin tezgahladığını ortaya koydu. Eski CIA başkanları 15 Temmuz öncesi İstanbul-Büyükada’da bulunuyordu mesela. Keza NATO’nun Amerikalı generalleri, birlikte çalıştıkları subayların 15 Temmuz sonrası tutuklanmış olmasından yakındılar. Gerek ABD, gerekse AB, uzun süre 15 Temmuz’u kınayan bir açıklama yapmadı. Yenilgiye uğradığı kesinleştiğinde ise, “iki taraf da sağduyulu davranmalı” diyerek eşitlediler, darbecileri korumaya çalıştılar.
İçteki dayanakları ise, sonradan FETÖ olarak kodlanan Fettullah Gülen Cemaati’ydi. Bu cemaatin devletin tüm organlarına yerleşmesi, holdinglerden bankalara büyük bir ekonomik gücü elinde tutması, başka türlü mümkün olamazdı zaten. Gülen Cemaati sadece Türkiye’de değil, dünyada çok geniş bir ağa sahipti. Neredeyse Birleşmiş Milletler’in üye sayısı kadar ülkede okulları, dershaneleri, işletmeleri bulunuyordu. Cemaat’in başı Fetullah Gülen, uzun yıllardır ABD’de son derece korunaklı bir çiftlikte yaşıyordu. ABD’nin “ılımlı İslam” projesinin tüm dünyada yayılmasında kullandığı en önemli figürdü. AKP’nin “gizli ortağı” olarak yönetime gelmelerinin arkasında da ABD vardı.
Buna karşın burjuva liberallerden devrimci yapılara kadar geniş bir kesim, 15 Temmuz’un bir ABD darbesi olduğunu reddetti. “Eğer darbeyi ABD yapsaydı başarılı olurdu, başarısız olduğuna göre ABD yapmamıştır” şeklinde son derece düz bir mantıkla hareket ettiler. Bu, ABD’nin “yenilmez” olduğu propagandasına kapılmak, son yıllarda yaşadığı çöküşü görmemek ve yeni emperyalist savaşla birlikte değişen konjonktürü anlayamamaktı.
Bununla bağlantılı biçimde 15 Temmuz’un yenilgiye uğratılmasında Rusya’nın rolünü de göremediler. Putin’in danışmanlarından Aleksandr Dugin, 15 Temmuz’dan önce Türkiye’deydi ve AKP’lilerle görüşmüştü. Ordu içinde artan telefon trafiğini uydu üzerinden farkedip Erdoğan’ı uyaran da onlardı. Onun içindir ki, özellikle 15 Temmuz sonrası Erdoğan ile Putin arasındaki ilişkiler sıklaşmıştır. Cemaat’in 15 Temmuz öncesi gerçekleştirdiği 17-25 Aralık operasyonundan sonra Erdoğan, ülke içindeki ittifaklarını değiştirdi. Ergenekon, Balyoz vb. davalarla tutukladıkları Avrasyacıları (Rus-Çin işbirlikçileri) tahliye ettirerek onlarla yeni bir sayfa açtı. Bütün suçu, Cemaatçi savcı ve polislerin üzerine attı. 15 Temmuz darbesinin önlenmesinde, bu subaylar başta olmak üzere Avrasyacılar önemli bir rol oynadılar.
* * *
15 Temmuz sonrası Erdoğan, söylediği gibi bunu bir fırsata çevirdi. FETÖ’yle mücadele adı altında bir yandan muhalif kesimleri baskı altına aldı, diğer yandan yandaşlarını palazlandırdı. Cemaat’in bankasına para yatıran, okullarına-dersanelerine çocuklarını gönderenler tutuklandı da, bu bankaların-holdinglerin sahiplerinin günler öncesinden yurtdışına kaçmalarına göz yumuldu. Sonra bir çoğunun mallarına-mülklerine el koyarak “sermaye transferi” yapıldı. “FETÖ Borsası” oluştu, cemaatçilerin ağababaları parayı bastırarak ya kaçtılar, ya da serbest bırakıldılar.
Doğal olarak “darbenin siyasi ayağı”na hiç dokunulmadı. Devletin tüm kademelerinde operasyonlar yapılırken, siyasi partiler bundan muaf tutuldu. Cemaat’e bulaşmayan AKP’li yok gibiydi çünkü. Siyasetten FETÖ’cülerin temizlenmesi, AKP’nin bitmesi anlamına geliyordu.
OHAL süreci ile birlikte yüzlerce dernek kapatıldı, yayınlar yasaklandı, gazeteciler tutuklandı, en temel haklar tırpanlandı, grev yasakları rutin halini aldı, 150 bin civarında kamu çalışanı görevden alındı vb… Bu saldırıların büyük bir kısmı devrimci-demokrat kişi ve kurumlara yapıldı. Bunların yanı sıra artan işkence vakaları, dolup taşan zindanlar ile, 12 Eylül askeri-faşist dönemini hatırlatan uygulamalar başladı. Kısacası Erdoğan, 15 Temmuz’u kendi yönetimini pekiştirme, “tek adam rejimi” denilen sisteme geçme yönünde kullandı.
Türkiye “darbeler ülkesi” olarak bilinir. Neredeyse 10 yılda bir askeri, yarı-askeri, “post-modern” darbeler gerçekleşmiştir. Başarısız olanlar ya da girişim halinde kalanlar da cabası… Son dönemde buna “sivil darbe”ler eklendi. Erdoğan, anayasayı, anayasa mahkemesi kararlarını, ensonu 7 Haziran 2014 seçim sonuçlarını tanımayarak bir “sivil darbe” dönemini başlattı. 15 Temmuz, AKP’nin sivil darbesine, askeri darbe ile karşılık verme girişimiydi. “Darbe içinde darbe” dememizin nedeni de buydu.
Son yıllarda sadece Türkiye’de değil, dünyanın pek çok yerinde askeri-sivil darbelerin yeniden artması, süren emperyalist savaşla bağlantılıdır. Savaş, emperyalistlerin ve burjuva kliklerin kendi arasındaki çelişkilerin en şiddetli yaşandığı dönemdir. Türkiye gibi çeşitli emperyalist güçlerin işbirlikçilerinin olduğu bir ülkede, bu çatışma daha kanlı geçer, darbe dahil her yöntemi kullanırlar. Ve sadece ABD değil, diğer emperyalistler de darbe yapar.
Önemli olan hangi emperyalist yaparsa yapsın, asker ya da sivil tüm darbelere karşı olmak ve mücadele etmektir. Darbelere karşı mücadele, emperyalizme ve faşizme karşı mücadeleyle birlikte yürütülmezse, son derece yüzeysel ve göstermelik kalmaya mahkumdur.
* * *
15 Temmuz’u resmi tatil ve bayram ilan ederek, her yere “15 Temmuz şehitleri” isimlerini verip bir kahramanlık destanı uydurarak, ne 15 Temmuz üzerindeki şaibeleri ortadan kaldırabilirler, ne de darbe karşıtlığı yalanı üzerinden yapılan onca haksızlığı, soygunu aklayabilirler. Üstü ne kadar örtülmeye, çeşitli tören ve ritüellerle gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın, gerçekler olanca çıplaklığı ile orta yerde durmaktadır.
Askeri darbelerin başlangıcı sayılan 27 Mayıs’ın, bayram olarak kutlanması bile 12 Eylül’e kadar sürebilmişti. 15 Temmuz’un bayramlık ömrü ise, onun kadar sürmeyecektir. AKP hükümetinin gitmesinin ardından 15 Temmuz da bir bayram olarak değil, başarısız bir darbe girişimi olarak tarihin tozlu sayfalarında yerini alacaktır.