Savaş ve barış üzerine…

İnsanlık bin yıllardır savaşlarda acı çekiyor, yaralanıyor, ölüyor; yine binyıllardır barış için mücadele ediyor, barış içinde bir ülkede-dünyada yaşama çabasını sürdürüyor.

1 Eylül’de kutlanan “Dünya Barış Günü” de, barış mücadelesinin bir sonucu olarak kazanıldı. Sanıldığının aksine Birleşmiş Milletler’in (BM) kararıyla olmadı. İkinci emperyalist paylaşım savaşı sonrası, faşizme karşı büyük bir zafer kazanan Sovyetler Birliği ve devrimini gerçekleştiren ülkeler, Nazi Almanyası’nın Polonya’ya saldırarak savaşı başlattığı 1 Eylül’ü “dünya barış günü” ilan ettiler.

“Dünya Barış Günü” öncelikle sosyalist SB’nin gerçek anlamda barış çabalarıyla gündeme geldi. II. Emperyalist Paylaşım Savaşı biterken ABD atom bombası üretmiş, zaten yenilmiş olan Japonya’ya karşı kullanmıştı. Asıl amaç, başta sosyalist SB olmak üzere tüm dünya halklarına gözdağı vermekti. Buna karşın büyük bir pişkinlikle SB’nin savaş çıkartacağı yalanını yaydı. Bu yalanı tersine çevirmek için haklı olarak yoğun bir çaba içine giren SB, barış fikrini yaymak ve esas savaş çığırtkanlığını yapanların yüzünü teşhir etmek için “Uluslararası Barış Kongresi” düzenledi ve buradan savaş karşıtı kararlar çıkartarak tüm dünyaya barış istediklerini ilan etti.

Bütün bu uğraşların sonucu olarak “1 Eylül Dünya Barış Günü” doğdu. Kurucu üyeleri Sovyetler Birliği, Macaristan, Polonya, Romanya, Demokratik Almanya Cumhuriyeti, Arnavutluk, Çekoslovakya olan “Varşova Paktı”nın aldığı bu karar, dünya halkları tarafından coşkuyla karşılandı. Emperyalistlere ve işbirlikçilerine karşı mücadele çağrıları ile kutlandı, gerçek barışın sömürücülere karşı savaşmakla mümkün olacağı fikrini yaydı. Mücadele ile kazanılan her günde olduğu gibi 1 Eylül, gerçek anlamda barış için mücadelenin ivmelenmesine yol açtı.

BM ise, 1981 yılında, her yıl açılış tarihi olan Eylül’ün üçüncü haftasına denk düşen Salı gününü “Uluslararası Barış Günü” ilan etti. Ardından 7 Eylül 2001 tarihli BM kararı ile 21 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” kabul etti. Fakat ne Eylül’ün üçüncü haftası ne de 21 Eylül tarihi tuttu. “Dünya Barış Günü” hep 1 Eylül olarak kaldı. 1991 yılında “Varşova Paktı” dağılınca, “Dünya Barış Günü”nün “tek sahibi” BM olarak kaldı.

1 Eylül’ü değiştirmeyi başaramayan BM ve emperyalist kurumlar, bu kez içeriğini boşaltma yolunu tuttular. Her 1 Eylül’de barış üzerine hamaset yapıp, emperyalizmin savaşsız duramayacağını perdelemeye çalıştılar. Ne kadar çok “barış” üzerine nutuklar atıp yaygara yaptılarsa, o kadar çok savaş çıktı.

Bugün de “Dünya Barış Günü”ne savaş ortamında giriyoruz. Emperyalist devletlerin yeni paylaşım savaşının merkezinde duran Ortadoğu, on yıllardır yangın yeri. ABD’nin Ortadoğu’daki en büyük dayanağı İsrail devleti, Filistin’de, Suriye’de, İran’da insanları katletmeye devam ediyor. Rusya-Ukrayna savaşı ise, savaşın Avrupa’ya sıçrayan ilk ayağı oldu. NATO tüm güçleriyle Ukrayna’yı Rusya’nın üzerine saldırtıyor. Diğer yanda ABD, “asıl tehlike Çin” diyerek Pasifik’te savaşı körüklemeye devam ediyor. Kısacası dünyanın dört bir yanında ya savaş sürüyor ya da savaş tehlikesi artıyor.

Türkiye de bu savaşın önemli bir parçası. ABD’nin çıkarları doğrultusunda Suriye’ye, Irak’a, Libya’ya asker gönderdi, çeteleri besleyip büyüttü. AKP döneminde, sadece dışta değil, içte de savaş büyüdü, yayıldı… Kürt ulusal hareketine karşı “kirli savaş”ın tüm yöntemleri devreye sokuldu. Son dönemin en büyük katliamı bu yıllarda gerçekleşti. Şimdi de Irak ve Suriye’de Kürt gerillaları başta olmak üzere Kürt halkına karşı kuralsız savaşı sürdürüyor. Keza kazanılan belediyelere kayyum atayarak demokratik kazanımlarını gaspederek savaşı her alana yayıyor.

Sadece Kürt halkına karşı değil, Türkiye sınırları içinde yaşayan tüm halklara karşı büyük bir saldırı sözkonusu. Enflasyon görünümü altına vergi soygunu ve düşük ücretlerle, işçi ve emekçileri aç ve açıkta bırakmak, onlara karşı açılan en büyük savaştır. Türkiye halkları son yılların en derin yoksullaşmasını, işsizliği, açlığı yaşıyor. Her an işsiz kalma tehdidi altında en düşük maaşla ve uzun saatler çalışmaya zorlanıyor. Artan göçmen işçilerle, hem bu tehdidi daha rahat kullanıyor, hem de işçileri birbirine düşürerek milliyetçiliği körüklüyor, yabancı düşmanlığını arttırıyor.

Bütün bunlar, içte ve dışta savaşı kimin başlattığını, kimin çıkarlarına hizmet ettiğini somut olarak gösteriyor zaten. Savaşın sınıfsal, siyasal yönünü güncel olarak da ortaya koyuyor. Buna karşın “barış” hakkında demagojiler bitmiyor. Sadece egemen sınıflar değil, uzlaşmacı liberal kesimler, reformist partiler de buna kan taşıyor. Onun için savaş ve barış hakkında tarihsel bilgilere, bunun altında yatan ideolojik-siyasi yönleri öğrenmeye ihtiyaç var.

 

Savaşın ve barışın tarihçesi

İnsanlığın bilinen tarihi, yaklaşık 400 bin yıl olarak saptanıyor. Bu 400 bin yılın son 10 bin yılı ise, “sınıflı toplumlar” dönemi şeklinde geçiyor. (Köleci, feodal, kapitalist toplum.) Ondan öncesi, ilkel komünal toplumda, yani yaklaşık 390 bin yıl boyunca, -inanılmaz gibi geliyor ama- insanlar barış içinde yaşamışlar. Sınıfsız, sömürüsüz bir ortamda, ilkel biçimlerle de olsa, üretmişler, tüketmişler, birbirleriyle ilişki içinde yaşamlarını sürdürmüşler.

Fakat sömürücü toplumlara geçişle birlikte, her 100 yılın 87’si savaşlarla geçiyor. Yani 10 bin yıllık tarihin, yaklaşık yüzde 90’nı savaşlarla dolu, sadece yüzde 10’unda insanlar barış içinde yaşayabilmiş! Son 1500 yıl içinde ise, 14 bin savaş olduğu ve bu savaşlarda, 3 milyar civarında insanın öldüğü saptanmış. Bu rakam, bugünkü dünya nüfusunun yarısına denk düşüyor neredeyse.

Bunların içinde en çarpıcı olanı Afrika kıtasında yaşananlardır. Afrika, 17. yüzyılda dünya nüfusunun beşte birini barındırırken, günümüzde onda birini oluşturacak ölçüde azalmış, yani yarısı savaşlarla, onun yolaçtığı açlıkla yok olmuş.

Savaşlar, insanlığa dönük en büyük saldırıdır. Dolayısıyla insanlık suçudur.

Dünya, iki büyük emperyalist savaş yaşadı. Birinci emperyalist savaşta, 1914-1918 yılları arasında 10 milyon insan öldü. İkinci emperyalist savaşta ölen insan sayısı ise, 54 milyon! Yani 5 katı!.. Teknoloji geliştikçe, silahlanmaya ayrılan pay arttıkça, savaşın yıkıcı gücü de, ölen insan sayısı da artıyor!

Bir zamanlar savaşın zararı, okun nereye kadar uçacağına, bir Roma lejyonunun nereye kadar yürüyeceğine bağlıydı. Şimdi ise, sınırları aşan füzeler, denizaltılar, savaş uçakları, kimyasal silahlarla savaşılıyor ki, yıkımların oranı misliyle katlanıyor. Hem katledilen insan sayısı, hem de doğa tahribatı devasa boyutlara ulaşıyor.

İki dünya savaşının doğrudan savaş harcamaları, birincisinde 208; ikincisinde 1380 milyar dolar olarak tespit edilmiştir. Yanı sıra birinci emperyalist savaşın 338 milyar dolar, ikincisinin ise 4 trilyon dolar maddi zarara yol açtığı saptanmıştır.

Sadece bu iki büyük dünya savaşında değil, bunların arasında geçen sürede ve ikinci emperyalist savaş sonrasında da silahlanmaya ayrılan pay, her dönem bütçelerin en büyük kesimini oluşturmuştur. Askeri harcamalar, ortalama olarak her hükümetin sağlık hizmetlerine ve eğitime ayırdığının iki buçuk katıdır. Savaş tekelleri için savaş sanayi en kazançlı gelir kaynağıdır. Eskiyen savaş tekniği, daha öldürücü ve milyarlar yutucu yeni teknikle değiştirilmektedir. Yeryüzünde silah depolarında bulunan nükleer silahlar, TNT olarak hesaplandığında, adam başına birkaç ton patlayıcı madde düştüğü belirlenmiştir.

Savaş tekelleri, bilim ve teknikteki her gelişmeyi, insanlığı yok eden savaş sanayinin hizmetine sokmakta ve giderek daha gelişmiş, dolayısıyla daha pahalı silahlar üretilmektedir. Örneğin bir mayın gemisi ikinci emperyalist savaşta 8.7 milyon dolara mal olurken, sonraki yıllarda 200 milyon dolarlık bir harcamayı gerektirmiştir. Bu, denizaltılar, bombardıman uçakları vb. tüm savaş sanayi için geçerlidir. Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRI, dünyada askeri harcamaların son on yılda yüzde 37 oranında arttığını, bu harcamaları yapanların başında ABD’nin yer aldığı belirtmiştir.

Emperyalistler, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarını bastırmak için; ya da yeni pazarlar elde edebilmek için bölgesel-yerel birçok savaş başlattı. Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da, Afrika’da emperyalist kışkırtmalarla gerçekleşen savaşların sayısı belirsizdir. “Balkanlaşma” terimini kullanıma sokan emperyalistler, bu bölgelerde kışkırtmalarla küçük devletçikler kurmuşlardır. ABD’nin “Politik Araştırmalar Enstitüsü’nde müdürlük yapan R. Barnet, “yaklaşık olarak her 18 ayda bir ABD askeri gücü, ya da yarı-askeri güçleri, ayaklanma hareketlerini bastırma gerekçesiyle Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerine yollanıyor” diyor.

Elbette sadece ABD değil, diğer emperyalistler de savaş politikası izliyorlar. Fakat ikinci emperyalist savaş sonrası dünyanın en güçlü emperyalisti haline gelen ABD, bu işin başını çekiyor. İster dünya çapında, isterse yerel-bölgesel olsun, emperyalist sistemde savaşlar kaçınılmazdır. Diğer sömürücü sistemlerden farklı olarak emperyalizmde, dünyadaki tüm topraklar paylaşılmış durumdadır. Emperyalist tekeller, “azami kar” elde edebilmek için, yeni pazarlara açılmak zorundadır. Yeni pazarlar da “paylaşılmış toprakların yeniden paylaşımı”nı zorunlu kılar. Dolayısıyla dünya üzerinde hakimiyet kurabilmek ve onu elinde tutabilmek için egemenlerin asıl yöntemi; savaştır. “Kapitalistler dünyayı… ‘sermayeleriyle orantılı olarak’, ‘herkesin güçlerine göre’ paylaşıyorlar; çünkü kapitalizm düzeninde, başka bir paylaşım biçimi olanaksızdır.” diyor Lenin. (Emperyalizm, Bilim ve Sosyalizm Y. sf. 80)

 

Haklı ve haksız savaşlar

Sözünü ettiğimiz savaşlar, genel olarak sömürücü sınıfların ve bugünkü haliyle emperyalistlerin savaşıdır. Egemen sınıfların sömürü ve soygun için, yeni pazarlar elde edebilmek için, kısacası “köleliği güçlendirmek için” giriştiği savaşlar “haksız savaşlar” olarak adlandırılır ve asla desteklenmez.

Bir de “haklı savaşlar” vardır; işgal altındaki bir ülke halkının işgalciye karşı, ezilen ve sömürülen halkların ezen ve sömüren egemenlere karşı ve en önemlisi, işçi ve emekçi kitlelerin burjuvaziye ve sömürücü sisteme karşı yürüttüğü savaşlar ise “haklı savaşlar”dır. Bunlar, ezilen ve sömürülenlerin, sömürücü sisteme başkaldırısıdır.

Egemen sınıfların sömürüyü artırmak için giriştiği savaşlara karşı çıkarken, her ülkenin işçi sınıfının, emekçilerinin ve ezilen halkların yürüttüğü savaşlara, ulusal ve sosyal kurtuluş savaşlarına tarafızdır. Bunların bizzat içinde yer alır, önderlik ederiz; sonuna kadar yanında oluruz.

Burjuvazi, dünyadaki yoksulluğun nedenini, kişilerin başarısızlığı olarak gösterir. Zenginleşmiyorlarsa, çalışmasını bilmedikleri, ya da ellerine geçen fırsatları kullanamadıkları içindir! Gerçekte, yoksulluğun da zenginliğin de nedeni, sömürüdür. Bunu gizlemek için her tür yalan ve demagojiye başvururlar.

Dünyada zenginliği bir grup elinde tutar, başkalarını yoksullaştırmak pahasına. Milyonlarca işçi ve emekçinin cebinden çıkanlar, bir avuç zenginin elinde toplanır. Hükümetleri onlar yönetir, kararları onlar aldırır, savaşları onlar çıkarır.

Zenginliklerini artırmak için, başka ülkelerin pazar alanlarını ele geçirmek, onların zenginlikleri yağmalamak için; ya da işçi sınıfının artı-değerini sömürmek için savaş yürütürler. Sistem, bunun üzerine kurulmuştur. Tankları, topları, orduları, hukukları, mahkemeleri, hükümetleri, devlet organlarıyla, tüm yasal kurumları ve güvenlik güçleriyle, işçi sınıfının üzerinde terör ve baskı oluştururlar. Onların bu sömürü sistemine karşı direnilmesini engellemek için, tüm güçlerini kullanırlar.

Çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek isteyen işçi ve emekçiler de, üzerlerinde baskı ve terör estiren, sömüren burjuvaziye karşı bir sınıf savaşımı yürütür. Her biçimiyle işçi ve emekçilerin burjuvaziye karşı savaşı, haklı bir savaştır ve sonuna kadar yanında olmak gerekir.

Bir de ulusal kurtuluş savaşları vardır. Bir başka ulus tarafından ezilen sömürülen ulusların, bu baskıdan kurtulmak, kendi kaderini tayin etmek için başlattıkları savaşlardır bunlar. Bu savaşlar, emperyalizme ve işbirlikçilerine, kendisini ezen ulusun egemen sınıflarına karşı yürütüldüğü sürece, desteklenmesi gereken savaşlardır.

Burjuvazi, işçi ve emekçileri daha rahat yönetebilmek için, onları bölüp parçalamaya çalışır. Ulusal, mezhepsel ayrılıkları kışkırtır, birbirlerine düşürür. Ülke içinde bulunan farklı ulusal topluluklar üzerinde daha yoğun bir baskı ve sömürü oluşturur.

Emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin halkları birbirine kırdırma, bölüp parçalayarak sömürüyü daha da arttırma çabası, en çok işçi ve emekçilerin birliğine ve mücadelesine zarar verir. O yüzden de “bir ulusu ezen bir ulus, özgür olamaz” demiştir işçi sınıfının ustaları. Ezen ve ezilen ulusun işçi ve emekçileri, güçlerini birleştirerek emperyalizme ve işbirlikçilerine yönelmedikçe, ikisinin de gerçek kurtuluşu sağlanamaz.

 

Barış, savaşlara verilen moladır

Her savaştan sonra bir barış anlaşması imzalanır. Savaşanlardan bazıları yenmiş, bazıları yenilmiştir. Yenenler, bunu bir anlaşma ile resmileştirirler. Ve buna “barış” derler.

Peki sonraki savaşlar neden çıkar? Barış anlaşmasında yenilen, pazar alanlarını kaybeden emperyalistler, güçlerini yeniden toparlayıp kaybettiklerini almak ve yeni sömürü alanlarıyla zenginliklerini artırmak isterler. Bunun için savaşmaları gerekir.

Tarihte, özellikle büyük savaşlar sonrası yapılan barış anlaşmaları, hemen her dönem yeni bir savaşın temelini oluşturmuştur. Birinci emperyalist paylaşım savaşının sonrasında imzalanan Versay, ikinci emperyalist savaşının nedeni haline gelmiştir mesela. Keza ikinci emperyalist dünya savaşını bitiren Paris Anlaşması da, o günden bu yana süren bölgesel savaşların nedeni olmuştur.

Burjuva hukuk, egemen sınıfların hukukudur; “barış anlaşması” denilen şey ise, yenenlerin hukuku, yenenlerin anlaşmasıdır. Çünkü “barış anlaşması” eşitler arasında gerçekleştirilmez. Taraflardan birisi galip gelinceye kadar savaş sürer, galip gelen kendi şartlarını dayattığı anlaşmayı masaya koyar.

Bütün savaşlar, kendilerini doğuran politik sistemin bir parçası, onun uzantısıdır. Savaşı başlatan devletlerin ve sınıfların, savaş öncesi politikası neyse, savaşta da o sürdürülür; yalnızca biçimi değişmiştir. O yüzden savaş, “politikanın başka araçlarla -silahlarla- sürdürülmesi”dir. Barış dönemleri ise, “savaşlara verilmiş aralar” olmaktan öteye gitmez.

Kriz ve savaş, emperyalizmin kaçınılmaz sonuçlarıdır. Krizi savaş dışında aşabilmenin yolunun kalmadığı yerde, savaşlar patlak verir. Bu, egemenlerin bir tercihi de değildir. Sistemin iç çelişkilerinin ve açmazlarının kaçınılmaz sonucudur.

Emperyalistler, boş yere silahlanmıyorlar. Kriz dönemlerinde bile, yükselişini sürdüren tek sektör, silah sanayiidir. Engels, “sınıflı toplumun en pahalı kurumlarından birinin ordu olduğunu” söyler. Ordunun “nüfusun en güçlü ve en işe yarar parçasını ulusun elinden alarak, üretkenliğini yitirmiş durumdaki bu parçayı beslemeye zorlayan” asalak bir aygıt olduğunun altını çizer.

Dünya silah satışının yüzde 95’ini 15 emperyalist ülke elinde tutuyor. Bunların içinde ABD, yüzde 31 ile birinci sırada yer alıyor. Emperyalist güçler arasında değişen dengeler silahlanma sektörüne de yansıyor tabi. Çin başta olmak üzere BRIC ülkelerinin (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin) askeri harcamaları artıyor. Daha önce silah alımında dünya birincisi olan Çin, silah satan ülke konumuna yükseldi. Askeri yatırımlarını artırarak, ABD’den sonra ikinci sıraya çıktı.

Silahlanma yarışında Türkiye de geri kalmıyor. Türkiye, silah alımını arttırırken, bazı silah parçalarını Ortadoğu ülkelerine ihraç eden bir ülke durumuna da geldi. Keza Ukrayna başta olmak üzere bazı ülkelere doğrudan SİHA satmaya başladı.

Artan bu silahlanma, yeni bir emperyalist savaşın içinde olduğumuzun somut göstergesi. Diğeri ise onmilyonları bulan mülteci akınıdır. Sadece Suriye’deki savaşta milyonlarca mülteci, komşu ülkelere sığındı, ardından Yunanistan ya da Türkiye üzerinden Avrupa’ya aktı. Keza Ukrayna halkının Avrupa’ya göçü sürüyor. Mültecilik her zaman savaş-şiddet ortamında artış gösteriyor.

Savaşlarda kullanılan teknolojik aletler geliştikçe, savaşın yıkıcılığı, vahşeti de artıyor. Bu sadece mülteci duruma düşen milyonlarla sınırlı değil. Ölü ve yaralı sayısı da milyonları aşıyor. 18. yüzyıldan 20. yüzyılın başlarına kadar savaşlarda, toplam ölümlerin ancak yarısını siviller oluşturuyordu. I ve II. emperyalist savaşlar, kitle savaşı niteliğine büründü, cepheyle ev arasındaki ayrım ortadan kalktı, topyekün bir savaş halini aldı.

Günümüzde ise, ‘90’lardan itibaren sivil ölümler, toplam kaybın yüzde 90’ına çıktı. 2003 yılında gerçekleşen Irak işgalinde yaklaşık 1.5 milyon insanın yaşamını kaybettiği tahmin edilmektedir. Sakat kalanlar, kayıplar, faili meçhuller, evini-yurdunu terk edenlerin ise haddi hesabı yoktur.

Kısacası, emperyalist-kapitalizm, sömürücü toplumlar içinde en kıyıcı savaşların yaşandığı toplum olmuştur. Emperyalizm dönemiyle birlikte savaşlar “üç boyutlu” bir hal almış, kara, hava ve deniz, hatta denizin altı da devreye girmiştir. Hal böyleyken “barış” sözcüğünü en fazla kullanan da yine emperyalistlerdir.

 

Emperyalist

“barış” görüşmeleri

Bölgemizde emperyalist bir savaşın sürüyor olması, üstelik yaklaşık 40 yıldır süren Kürt halkının özgürlük mücadelesini egemenlerin kanla bastırma çabaları, kitlelerin barışa duyduğu özlemi doğal olarak arttırdı. Kitlelerin bu özlemi ne yazık ki, gerek egemenler, gerekse reformistler tarafından, içi boşaltılarak kullanılıyor.

Egemen sınıflar, halkın “direnmeden boyun eğmesi”ne, hiçbir dönem, savaş zamanındaki kadar ihtiyaç duymaz. Silah bakımından ne kadar üstün olursa olsunlar, savaşı sürdürebilmek için “cephe gerisini” sağlama almak zorundadırlar. Hiçbir kapitalist ülke, “kendi cephe gerisini sağlamlaştırmadan ‘kendi’ işçilerine, ‘kendi’ sömürgelerine gem vurmadan, ciddi bir savaş yürütmez” demiştir Stalin. (Eserler Cilt 10, sf: 241)

Son yıllarda birçok ülkede, adına “siyasi çözüm”, “diyalog”, “barış” denilen, gerçekte emperyalist bir çözüm süreci yaşanıyor. Ulusal kurtuluş mücadelesi veren birçok örgüt, bu şekilde eritildi, emperyalistler ve işbirlikçileri için bir “tehlike” olmaktan çıkarıldı.

İngiltere’de, İspanya’da, Güney Afrika’da Filistin’de, Kolombiya’da, Nepal’de bu tür barış görüşmeleri yürütüldü. Gerillayla devletler masaya oturuyorlar, müzakereler yapıyorlar ve barış anlaşmaları imzalanıyor. IRA, ETA, ANC, FKÖ, FARC gibi örgütlerle, “barış görüşmeleri” yapıldı. Sonuçta bu örgütleri ya bölüp parçalayarak güçsüz düşürdüler; ya da eski özelliklerini kaybettirip sistemin bir parçası haline getirdiler. Ve o ülkelerde, ne baskı ne de sömürü son buldu. Aksine daha da arttı.

Bu görüşmelerin bize gösterdiği bir tek şey var: Ezilen kesimin temsilcileri ne kadar çaba gösterirlerse göstersinler, masadan daha güçlü kalkan devletler oluyor. Devletler, zaten o masaya, bu hareketleri bastırmak ve ezmek için oturuyorlar. En fazla birkaç kırıntı verdikten sonra, hareketin tamamını ezmeyi amaçlıyorlar.

Zaten genellikle barış görüşmeleri sürerken, bir taraftan savaşı da olanca şiddeti ile sürdürüyorlar. Gerilla kamplarını bombalamaya devam ediyorlar; gerilla liderlerinin kaçırılması ya da infaz edilmesi, ezilen halka dönük hak gasplarının artırılması vb. hemen her “barış görüşmesi” sürecinde gözlenebilen “olağan” durumlar.

Gerilla “ateşkes” ilan etse ve kendi cephesinden savaşı durdursa bile, devlet tarafından ateşkes ilan edilmiyor, savaş sürdürülüyor. Bu saldırılar, “barış”maya çalışan kesimin “pazarlık” gücünü zayıflatmayı amaçlıyor. O yüzden savaş boyunca dökülen kanın, ödenen bedellerin, harcanan emeğin karşılığı alınmıyor, haklarını asgari düzeyde bile elde edemeden sonlanıyor. Bazen de görüşmeler, bir aşamada kesintiye uğruyor. Kimi yerlerde ise, katliamlarla hareketi yok etmeye çalışıyorlar.

Sri Lanka’da Tamil Kaplanları çok çarpıcı bir örnektir. Barış görüşmeleri başladıktan üç yıl sonra, öyle bir katliam gerçekleştirildi ki, Sri Lanka devleti, 2008 ve 2009 yıllarında 173 bin civarında Tamil halkı katletti. Kolombiya’da da bir taraftan barış görüşmeleri yürütülürken, bir taraftan binlerce sendikacı, muhalif ve gerilla öldürüldü. Gerilla kamplarına bombalar yağmaya devam edildi, özellikle önderleri hedef alındı ve katledildi.

Burjuvazi ne kadar çok “barış” lafı ediyorsa, o kadar çok savaşı yükseltiyor. Ne kadar çok “demokrasi” diyorsa, o kadar çok baskı ve şiddet uyguluyor. Sözde barış yanlıları, haklı bir savaştan yana olanları “şiddet yanlısı”ymış gibi gösteriyorlar. Burjuva hümanizmi ile “daha fazla kan akmasın” diyorlar. Sanki devrimciler, kan akmasına tarafmış gibi… Asıl şiddeti devletin gösterdiğini, en fazla kanın, barış dönemlerinde aktığını gizliyorlar.

Kuşkusuz “haklı savaşlarda” da kan akıyor, insanlar acı çekiyor. Ama bu, belli bir dönemi kapsıyor ve sonucunda bütün çekilenlere son verecek bir kurtuluş gerçekleşiyor. Diğerinde ise baskı ve zulüm sürgit devam ediyor; dökülen kanlar, çekilen acılar çok daha fazla oluyor.

 

Ülkemizdeki barış görüşmeleri

AKP’nin ilk döneminde başlayan barış görüşmeleri, dünya çapında yürütülen görüşmelerin bir parçasıydı. Yüzyıllardır ezilen, kimliği inkar edilen Kürt halkının haklı isyanı, ‘90’ların ortasından itibaren “siyasal çözüm” kulvarına sokularak, adım adım uzlaşma zeminine çekilmişti zaten. Öcalan’ın tutsak düşmesinden sonra ise, rota tamamen devlet tarafından “muhatap alınma”ya, “müzakere”ye, “barış”a çevrildi. Defalarca “ateşkes” ilan edilip devletle görüşmeler yapıldı.

Egemen sınıflar ve sözcüleri de “barış”ı dillerinden düşürmediler. Patronlar kulübü TÜSİAD bile “barış”tan dem vurdu. AKP’nin “çözüm süreci”ne desteklerini sundular. Güler Sabancı, bu sürecin onları “uçuracağını” söyledi vb…

Emperyalist ülkelerin genelkurmay başkanları, istihbarat uzmanları, bakanları, akın akın ziyaretler gerçekleştirdi. Türkiye, kraldan çok kralcı kesilip ABD’nin Ortadoğu’daki savaşındaki “koçbaşı” görevini üstlendi. Ama dillerinden “barış” düşmedi!

Türkiye’de yıllardır savaş sürüyor aslında. Yukarıda belirttiğimiz gibi “barış” görüşmeleri sırasında da birçok katliam yapıldı, cinayetler işlendi. Emperyalist paylaşım savaşının bölgemizde yoğunlaşmış olması ve Türkiye’nin bu savaştaki rolü, egemenleri “cephe gerisi”ni sağlama almaya zorladı. Daha özel bir durum ise, gerek Irak’ta, gerekse Suriye’de Kürtlerin özerk bir yapıya kavuşmuş olmalarıdır. Bu durum, kuzeydeki Kürt halkının da beklentilerini güçlendirdi, taleplerini artırdı. Burjuvazi, Kürt halkının direnişinin büyümesinden, bu yükselen dalgadan etkilenerek harekete geçmesinden korktu.

Diğer yandan ABD emperyalizmi, genel olarak üç bölgedeki Kürt hareketini kontrolü altına almak istiyordu. Ayrıca Türkiye’nin Irak Kürdistan Bölgesi ile ilişkilerini geliştirmesinin önünü açtı. Türkiye, Almanya’dan sonra en fazla ihracatı Kürt Bölgesi’ne yapmaya başladı. Türk egemen sınıfları, hem Irak petrollerinden daha fazla pay almak, hem de Türkiye’yi Irak petrollerinin diğer ülkelere taşınmasında bir köprüye dönüştürmek üzerinden planlar kurdu.

Kısacası dünya konjonktürü ve bölgenin içinde bulunduğu durum, Türk egemenlerine o kesitte “barış” görüşmelerini dayattı. Fakat bu, başta Kürt halkı olmak üzere Türkiye halklarına bir yarar getirmedi. Kürt halkı yıllarca “barış” diye oyalandı. Savaşarak elde ettiği hakları önce “kırıntı” biçiminde kendileri bahşetmiş gibi sundular, sonra onları da gaspettiler. Diğer yandan şovenizm körüklenmeye, Türk ve Kürt halkı arasına kama sokulmaya, düşmanlaştırmaya devam edildi.

Biz devrimciler, savaşa da, barışa da, bir burjuva hümanistten, sıradan bir savaş karşıtından farklı yaklaşırız. Nasıl ki, her tür savaşa karşı değilsek, her tür barışa da destek olamayız. İşçi ve emekçilerin çıkarlarını savunur ve her gelişmeye de bu gözle bakarız. İşçi ve emekçilerin, ezilen halkların çıkarına değil de, emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin çıkarlarına hizmet eden hiç bir politikayı desteklemeyiz.

Ulusal hareketin devrimci bir çizgide mücadeleyi sürdürdüğü yıllarda, Marksist-Leninistlerin ulusal harekete desteği güçlü olmuştur. ‘90’lı yıllarda “Kürdistan’a Askere Gitme” kampanyası başta olmak üzere birçok önemli eylemi gerçekleştirdi. Ancak reformist bir çizgiye evrildikten sonra, doğal olarak eleştirel bakış ağırlık kazanmış, “barış”, “çözüm süreci” gibi uzlaşmacı politikalarına destek verilmemiştir. Kürt siyasal hareketinin aldığı kararları eleştirmek başkadır, Kürt halkının haklı mücadelesini desteklemek ve yanında olmak başka!..

Türkiye Devrimci Hareketi, ‘90’lı yılların ortalarından itibaren ciddi bir güç kaybı yaşadı; niteliksel olarak da tasfiyeci-reformist bir evrime uğradı. Bu nicel ve nitel zayıflama, ulusal harekete verilen desteği de, bu hareketi devrimci tarzda etkileme şansını da azalttı. Bu durum reformizmi güçlendirdi. İçi boşaltılmış “barış” çağrılarının baskın hale gelmesinde, bunun da önemli bir rolü oldu.

 

Barış sosyalizmle gelecek!

Tarihsel deneyimler de göstermiştir ki, hiçbir yerde barış, müzakere masalarında elde edilmiyor, savaşın içinde kazanılıyor. Mesela ikinci emperyalist savaşı bitiren, sosyalist Sovyetler Birliği’nin Nazi Almanya’sının saldırısını püskürtmesi ve onları Berlin’e kadar kovalamayı başarması, saldırgan Alman Ordusu’nu kendi ülkesinde yenmesidir.

Sınıf savaşımı açısından da aynı durum geçerlidir. Bir fabrikadaki toplu sözleşmeye karşı, ya da işten atılmalara, işçi haklarının gaspına karşı yürütülen mücadeleyi kazanımla bitiren şey, masadaki görüşmeler değildir. İşçi sınıfının o mücadeleyi sonuna kadar götürme kararlılığıdır.

O yüzden bizim sloganımız; “saraylara karşı savaş, kulübelere karşı barış”tır. 1848’de İngiliz işçi sınıfının ayaklanmasına yön gösteren bu slogan, sınıf savaşımının en dolaysız ifadesidir. Marks, I. Enternasyonal Belgeleri’nde, “çeşitli ülkelerin işçilerinin birleşmesi, uluslararası savaşları olanaksız kılacaktır” diyerek, savaşın kökünün tamamen kazınmasının, “işçilerin birleşmesiyle olacağı”nı vurgulamıştı.Ekonomik sefalet ve politik çılgınlıklar içindeki eski toplumun tam tersine, her ulusta aynı ilkenin, yani emeğin egemen olması nedeniyle, yalnızca işçi sınıfı uluslararası ilkesini barışın oluşturacağı bir toplum düzenini kurma yeteneğine sahiptir.”

Engels, “günümüzde ordu tarafından sivil halkların elinden alınan sayısız iş gücü, sınıfsız toplumda tekrar işinin başına verilecektir; bunlar tükettikleri kadar üretmekle kalmayacak, geçimleri için gereken çok daha fazla ürünü resmi depolara da yollayabilecektir” der. Böylece geleceğin toplumunun, asalak ordudan kurtulduktan sonra nasıl refah toplumuna dönüşeceğini ortaya serer.

Marks ve Engels’i kendine rehber edinen Lenin ise, I. emperyalist savaş sırasında yalnızca burjuvaziye karşı değil, “vatan savunması” adı altında burjuvazinin değirmenine su taşıyan sosyal-şovenlere karşı da mücadele etmiş, proletarya enternasyonalizminin bayrağını dalgalandırmıştır. Emperyalist savaşı iç savaşa çevirip devrimle taçlandırmak gerektiğini söyleyerek, bunu bizzat yaşama geçirmiştir. Proletaryanın devrimci sınıf savaşımıyla bağlantı kurulmaksızın yapılan barış mücadelesini ise, “duygusal ya da halkı aldatan burjuvazinin pasifist laf kalabalığı” olarak nitelemiştir.

Emperyalist savaşa karşı direnenler, her yerde işçi ve emekçiler oldu. Ve ona önderlik eden Komünist Partilerin öncülüğünde savaştılar, birçok yerde bunu devrimle taçlandırmayı başardılar. I. emperyalist savaşın bitmesinde Ekim Devrimi ne kadar belirleyici olduysa, ikincisinde Stalin önderliğindeki SSCB’nin eşsiz direnişi ve tüm dünya halklarının savaşa ve faşizme karşı yükselttikleri birleşik mücadele, o denli etkili oldu.

Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının hüküm sürdüğü günümüz koşullarında, barış için mücadele, devrim ve sosyalizm için mücadeledir. Bu perspektifle hareket etmeden barış üzerine konuşanlar, burjuva demagoglardır, reformist-pasifist entelektüellerdir.

Bugünün komünist ve devrimcilerine düşen görev; I. emperyalist savaşta Lenin’in, ikincisinde Stalin’in yaptığı gibi, hem emperyalist savaşı, hem de ona şu ya da bu şekilde destek sunan reformistleri teşhir etmek, iktidar perspektifi ile sınıf mücadelesini yükseltmektir.

Tarihin ortaya koyduğu kesin doğruyu, Lenin şöyle formüle etmiştir: “Ya devrimler savaşları önler, ya da savaşlar devrimlere yol açar!”

 

BARIŞ MI SAVAŞ MI?

 

Doğrudur yıldırımın düştüğü,

yağdığı yağmurun,

Bulutların rüzgârla sökün ettiği

Ama savaş öyle değil,

savaş rüzgârla gelmez;

Onu bulup getiren insanlardır.

Duman tüten topraktan

bahar boyunca,

Dökülüp yükselir birden gökyüzü

Ama barış ağaç değil,

ot değil ki yeşersin:

Sen istersen olur barış,

istersen çiçeklenir.

Sizsiniz uluslar,

kaderi dünyanın.

Bilin kuvvetinizi.

Bir tabiat kanunu değildir savaş,

barışsa bir armağan gibi

verilmez insana:

Savaşa karşı barış için

Katillerin önüne dikilmek gerek,

“Hayır yaşayacağız!” demek.

İndirin yumruğunuzu suratlarına!

Böylece mümkün olacak

savaşı önlemek. (…)

Para hesap eder gibi

hesaplıyorlar bizi,

Savaş da bu hesabın ucunda.

Ürkmeyin tutmuşlar diye

suyun başını:

Korkunç oyunları,

davranın, bitsin.

Söz konusu olan çocuğundur, ana:

Koru onu, dikil karşılarına,

Biz milyonlarca kişi

savaşı yener miyiz?

Bunu sen bileceksin.

Bunu biz bilecek, biz seçeceğiz.

Bir de düşün “yok” dediğini.

Düşün ki savaş geçmişin malı

Ve barış taşıyor gelecekten.

 

BERTOLT BRECHT

 

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …