“Sermaye tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve irin akarak doğmuştur” diyor Marks.
Karşılaştığımız her olay, her yeni gelişme, bize bu gerçeği yeniden hatırlatıyor. Burjuvazinin daha fazla kar için dökmeyeceği kan, işlemeyeceği cinayet, yapamayacağı vahşet yok!
Son örneğini Artvin-Hopa’da yaşadık. Doğasını, toprağını korumak isteyenlerin üzerine ateş açıldı; Reşit Kibar öldürüldü, iki kişi yaralandı. Öylesine pervasız ve rahatlar…
Sırtlarını dayadıkları sermaye sınıfı ve devleti, onlara bu cesareti, pervasızlığı veriyor. Ağaç katliamı yapacakları bölgeye silahla gelmeleri başka nasıl açıklanabilir?
Bölge halkının direnişiyle karşılaşacaklarını biliyorlar tabii. Ve sermaye sahipleri, ceplerine parayı ellerine silahı vererek gönderiyor bu tetikçileri. “Arkanda biz varız, ceza da almazsın” diyerek sırtlarını sıvazlıyor, salıyorlar direnişçilerin üzerine… Bir de yanlarına “koruyucu” olarak jandarmayı koyuyorlar! Jandarma, olaylı baştan sona izlemekle yetiniyor. Direnişçilerin yaralıları jandarma arabasıyla götürme isteğini yerine getirmeyerek ortak oluyor bu cinayete…
Bir kez daha sermaye sınıfı, tetikçileri ve onları koruyan polis-jandarma ekibiyle karşı karşıyayız… İşçi grevinde, doğa mücadelesinde, hak arayışında; nerede bir direniş varsa orada, bu “üçlü-troyka” karşımıza çıkıyor. Sermaye ve devletin içiçeliğini en çıplak haliyle sergiliyor…
Ama madalyonun bir de diğer yüzü var: Halkın tepkisi!
Başta Hopa olmak üzere tüm ülkede binlerce kişi sokağa döküldü, bu cinayeti protesto etti, hesabını soracağını haykırdı. Bu direnişler ne kadar büyür ve yayılırsa, yaptıkları ne kadar cezasız kalmazsa, bu pervasız, doludizgin saldırılar ancak o zaman durdurulabilir.
Hopa’daki cinayet, emperyalist maden tekellerinin ve onların işbirlikçilerinin önünü düzlemek için işlenmiştir. Karadeniz Bölgesi boydan boya maden tekellerinin yağmasına açılmış durumda. Karadeniz halkı bunun farkında ve her yerde direnişe geçiyor. Hopa’da “mesire yerine turistik tesis yapma” perdesinin arkasında, o toprakların altındaki madenleri ele geçirme çabası olduğu biliniyor. Halkın madene karşı tepkisini bu şekilde perdelemeye çalışıyorlar, fakat nafile!
Hopa’daki saldırıdan bir hafta önce, Artvin’in diğer ilçesi Arhavi’de köylerden kent merkezine kadar her yerde madene karşı yürüyüşler gerçekleşti. Arhavi’nin AKP’li belediye başkanı bile, maden tekellerinin talanına karşı olduğunu açıklamak zorunda kaldı.
Karadeniz halkı, Ayder Yaylası’nın, İkizdere’nin ne hale getirildiğini görüyor. Holdinglere verilen ruhsatlarla güzelim yaylalar, göller, dereler birkaç yılda yok olup gitti. “ÇED Raporları” çiğnendi, mahkeme kararları hiçe sayıldı. “Hukuk mücadelesi”nin tek başına ne kadar yetersiz kaldığı her aşamada görüldü.
Sadece Karadeniz mi? İşte Ege’nin efsane Kaz Dağları’nın hali… İşte Erzincan-İliç’in son durumu…
İliç’e altın madeni için giren Anagold Madencilik, önce köyleri yoketti; köylüleri kendi topraklarında ucuz işgücü haline getirdi. Sonra onları iş cinayetinde katletti, şimdi de yüzlercesini işten çıkarıyor. Ortada ne köy kaldı, ne köylü; ne iş kaldı ne de aş…
Ülkenin dört bir yanında yeraltı ve yerüstü zenginliklerini yağmalayan tekeller, geride tıraşlanmış çıplak dağlar, kurumuş nehir ve göller, çoraklaşmış topraklar, aç ve açıkta insanlar bırakarak bölgeyi terkediyorlar…
* * *
Doğa katliamına son aylarda hayvan katliamı da eklendi. “Hayvanları Koruma Kanunu”nda değişiklik, 30 Temmuz’da mecliste kabul edildi ve yasalaştı. Sahipsiz sokak hayvanlarının “ötenazi” adı altında katledilmesine yasal onay verilmiş oldu. Ve ardından arka arkaya toplu hayvan ölümleri gerçekleşmeye başladı. Bunların zehirlenerek öldüğü tespit edilmiş durumda.
Sorun sadece birilerinin bu yasadan cesaret alarak kendine “görev” çıkarmasından ibaret değil! Kuşkusuz böyle olanlar da vardır. Fakat sistematik biçimde sokak hayvanlarının öldürülmesi, bunun bir devlet politikası olarak, görevlendirilmiş kişiler tarafından yapıldığını gösteriyor. Son bir ayda yüzlerce hayvan öldürülmesine rağmen, hiç kimsenin yakalanmamış ve hakkında işlem yapılmamış olması da, bu gerçeği teyit ediyor.
Sermaye ve onun devletinin, ne doğa, ne hayvan ne de insan umurunda! Onu sadece ve sadece elde edeceği azami kar ilgilendiriyor. Bir gram altın için, börtü-böcek, bitki-ağaç, nehir-göl tüm canlılarıyla hayatı yok ediyor. Durdurulmadıkları sürece, tüm dünyanın yok olması işten bile değil…
* * *
Nazım Hikmet’in güzel dizeleriyle söylersek; “onlar ümidin düşmanıdır /akarsuyun, / meyve çağında ağacın / serpilip gelişen hayatın düşmanı…”
Doğayla birlikte tabii ki, insana da düşmanlar… “Bursa’da havlucu Recep’e, / Karabük fabrikasındaki tesviyeci Hasan’a / Fakir köylü Hatçe kadına / Irgat Süleyman’a…”
Hopalı şoför Reşit’e, sana, bana, hepimize… Ülkeye, dünyaya, tüm kainata…
Tarihsel olarak “ölüm vurdu damgasını alınlarına.” “Çürüyen, can çekişen, asalak” sistemleriyle birlikte yok olup gidecekler. Ama öyle kendiliğinden değil!…
Yaşananlar da gösteriyor ki, bugüne dek verilen mücadeleden daha büyüğünü, daha kitleselini ve daha radikalini vermek zorundayız.
Yine yaşananlar gösteriyor ki, kapitalist barbarlığı durduracak, en hafifinden frenleyecek tek güç, sosyalizmin varlığıdır. 1917 Ekim Devrimi, sadece işçi ve emekçiler için değil, tüm insanlık için bir umut ışığı olmuştu. Dünyada gelişen ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin önünü açmış, emperyalist-kapitalist sistemi zorlamıştı. “Sosyal devlet” başta olmak üzere işçi-emekçi lehine birçok uygulama, o dönemin eseridir. Tersten; “sosyalist blok”un yıkılışı, komünist ve devrimci hareketlerin yenilgisi, burjuvaziyi pervasızlaştırmış, vahşi kapitalizmi, ortaçağ karanlığını yeniden hortlatmıştır.
Açgözlü emperyalist burjuvazi, insanı-hayvanı-doğası ile tüm hayatı bitirmeden, devrim ve sosyalizm mücadelesini büyütmek ve yeniden kapitalizme karşı sosyalizmi kurmak zorundayız. Sosyalizm sadece işçi ve emekçiler için değil, tüm insanlık ve doğa için, yaşanılır bir dünya için zorunludur artık. Ve ne yazık ki, zamana karşı yarışıyoruz; elimizi çabuk tutmak, hızlanmak zorundayız.