“Gelirde adalet, vergide adalet” sloganı, yaygın biçimde atılan bir slogana dönüştü. DİSK bu sloganı çeşitli biçimlerde ve eylemlerde kullanıyor; giderek bütün siyasal-sendikal kesimler de sahiplenmeye başladı.
Sanılandan daha eski bir tartışmadır bu. “Vergi”nin tarihi ve “adaletsiz”liği, köleci toplumun başlangıç evresine kadar uzanır. İlk vergi, ilk “adaletsizlik”tir aynı zamanda. Benzer biçimde, gelir de “adaletsiz”leşmiştir aynı süreç boyunca.
Gelir “adil” olabilir mi?
1881 yılında Engels, “Adil bir işgücü için adil ücret” başlıklı makalesinde, sınıflı ve sömürücü toplumlarda, böyle bir adaletin olmadığını anlatır. “Adil bir işgünü nedir ve adil bir ücret nedir? … Ahlaki olarak adil olan, hatta yasaya göre adil olan, toplumsal olarak adil olmaktan çok uzakta olabilir.” (Ücretli Emek ve Sermaye, Ücret, Fiyat ve Kar, İnter Yay, sf. 159)
Toplumsal olarak adil bir gelir dağılımı, ancak ilkel komünal toplumda gerçekleşmiştir. Herkesin gücü oranında üretime katıldığı, ihtiyacı oranında üründen payını aldığı bir sistemdir bu. Köleci toplumların başından itibaren ise, gelirde adaletsizlik başlar. Toplumun geniş bir kesimi ağır bir çalışma temposuyla üretim yaparken, toplumun çok küçük bir kesimi, bu ürüne el koyar. Çok küçük bir azınlık bu şekilde zenginleşirken, toplumun ezici çoğunluğu giderek daha büyük bir sefalete savrulur. Kapitalist toplumda en zengin ile en yoksul arasındaki uçurum giderek büyümüş ve daha “kurumsal”, daha kalıcı hale gelmiştir.
Gelir adaletsizliğini tespit eden hesaplamaya, “Gini Katsayısı” adı verilir. Buna göre bir ülkede Gini Katsayısı 0 ise, herkes eşit bir gelire sahiptir; 1 ise, tüm gelir bir kişide toplanmış, diğer kişilerin hiç geliri yoktur. Bir ülkenin Gini Katsayısı 0’a ne kadar yakınsa, ülkede zengin-yoksul arasındaki gelir uçurumu azalıyor; 1’e yaklaştığında ise büyüyor demektir.
Türkiye’nin Gini Katsayısı, Dünya Bankası verilerine göre, 2019 yılında 0,41 olmuştu. 2022 yılında gelir dağılımı daha da bozuldu ve 0,42’ye çıktı. Bu rakamlarla Türkiye, Avrupa’da gelir dağılımının en kötü olduğu ülke oldu; dünyada ise 180 ülke arasında 28. sıraya yerleşti. (Kıyaslamak açısından; İsveç, Norveç ve Finlandiya’da Gini Katsayısı 2023 yılında 0,25 civarındadır.)
Bu eşitsizliği daha da somutlayalım. Türkiye’de ücretli çalışanlar 2019 yılında milli gelirin yüzde 31,4’ünü alırken, şirketler yüzde 42,9’unu aldılar. İki yıl sonra, bu oran daha da bozulmuştu. 2021’de ücretliler milli gelirin sadece yüzde 27’sini aldılar, şirketlerin aldığı pay ise yüzde 47’ye yükseldi. (Şirket müdürlerinin de “ücretli” kategorisinde olduğunu ve ortalamayı yükselttiğini, salt işçi-emekçilerin aldığı payın çok daha düşük olduğunu belirtelim.) TÜİK verilerine göre, 2021 yılında işgücüne yapılan ödemelerin GSYH’ye oranı, son on yılda en düşük seviyeyi gördü. TÜİK’in verileri bile, çalışanların giderek yoksullaştığını, bir avuç patronun ise daha da zenginleştiğini gösteriyor.
TÜİK’in verilerine bakmaya devam edelim. TÜİK’in 2023 yılına ilişkin Gelir Dağılımı İstatistikleri’ne göre, en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun, toplam gelirden aldığı pay, yüzde 49,8 oldu. En düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun aldığı pay ise yüzde 5,9’a geriledi. Yani en zengin yüzde 20, toplam gelirin yarısına el koyarken, en yoksul yüzde 20’nin payı, sadece yüzde 6. Üstelik bu yüzdelik dilimleri küçülttüğümüzde fark daha dehşet verici hale geliyor. 2024 Mart ayında İsviçreli Credit Suisse’nin raporuna göre, Türkiye’de en zengin yüzde 1’lik kesim, servetin yüzde 39,5’ine sahip.
AKP döneminde yoksullaşmanın ve gelir dağılımındaki uçurumun arttığı doğru elbette. Ancak AKP öncesinde de Türkiye’de 2001 ekonomik krizi, 5 Nisan 1994 kararları, 24 Ocak 1980 kararları gibi, halkın yoksulluğunu daha da büyüten, gelirini küçülten kararlar ve IMF reçeteleri dönemleri yaşandı.
Aslında sorun ne AKP dönemi ile sınırlıdır ne de Türkiye ekonomisi ile. Sorunun kaynağında, AKP’nin ekonomi politikaları değil, kapitalizmin sömürü yasaları durmaktadır. Aralarında ton farkı olmakla birlikte, ABD’den Hindistan’a, Finlandiya’dan Nijerya’ya kadar dünyanın bütün ülkelerinde sınıfsal sömürü de, gelir dağılımındaki eşitsizlik de, ortaktır. Fark yaratan tek unsur, sınıf mücadelesinin ve kazanılan hakların düzeyidir.
“Gelir dağılımının adaletsizliği” üzerine sayısız örnek vermek mümkün. İstatistikleri bir kenara koyalım; kendi yaşantımızın her anı bunun kanıtlarıyla dolu. Erdoğan ABD’ye 5 özel uçakla giderken, işçi ve emekçiler için kliması çalışmayan toplu taşıma araçlarında balık istifi yolculuk sözkonusudur. Sarayın bir günlük elektrik harcaması, orta boy bir ilin bir aylık elektrik harcamasına denktir mesela. Gıdaiiida pazarın artığı, çürüğü, kalitesizi layık görülmüştür yoksullara. Geçilmeyen köprülere, uçak kalkmayan havalimanlarına, şehir hastanelerine servet akıtılırken, asgari ücret açlık ücretinin bile altında tutulmaktadır bilinçli bir biçimde.
Peki tüm bu tablo içinde, “Gelirde Adalet” sloganı nereye oturmaktadır? Gelir dağılımındaki bu uçurumun giderilmesi, burjuvazi ile proletarya arasındaki bu devasa farklılığın çözülmesi mümkün mü?
“Gelir adaletsizliği” nerede başlar?
Burjuva ekonomistler, “pazarda”, işçi ile kapitalistin “adil” biçimde karşılaştığını iddia ederler. İşçi, işgücünü satışa çıkarmıştır; kapitalist ise üretim için işgücüne ihtiyaç duyar. Ama gerçekten adil bir karşılaşma mıdır bu? Mesela işsizlerin varlığı kapitalistin lehine ücretleri aşağıya çekerken… Hiçbir birikimi olmayan işçinin, kapitalistin teklifini kabul etmediği koşulda, yaşamını sürdürme olanağı yokken…
İşçi bir köle gibi değildir; görünürde “özgür”dür. Ancak işgücünü satamadığı koşulda hayatta kalamayacak olması, onu baştan dezavantajlı hale getirmektedir. Kapitalist sistem, patronların çıkarlarını koruyan sistemdir. “Adaletsizlik” daha burada başlamaktadır.
İş ücreti belirlenirken, bu adaletsizlik kendisini daha açık gösterir.
“İşçi kapitaliste bir günlük tam işgücünü verir … Bunun karşılığında aynı işin her gün yinelenmesini olanaklı kılmak için gerekli olduğu kadar geçim aracı alır, ama daha fazlasını değil. Yani anlaşmanın doğasının izin verdiği ölçüde, işçi verebileceği kadar çok, kapitalist verebileceği kadar az verir.” (age, sf. 160)
Ücret, “işgücünün yeniden üretimini” sağlayacak, işçinin ertesi gün yeniden işe gelip aynı biçimde çalışabilmesini olanaklı kılacak düzeyde tutulur. İşçinin karnı doymalıdır; biftek yemesi şart değil, makarna da bu işi görür! İşçinin barınacağı bir yer olmalıdır; lüks sitede oturması gerekmez, gecekondu mahallesi yeterlidir! Kapitalist, işçi için yaşam kriterlerini en aşağı seviyede tutmak için özel bir çaba harcar. Çünkü karşısında, “adil” bir pazarda karşılaştığı özgür bir “insan” değil, bir “üretim aracı” bulunmaktadır.
“Köle sahiplerinin ideolojisini dile getiren Romalı yazarlar … köleleri basit üretim aletleri olarak görüyorlardı. Aletlerin 1- dilsiz (arabalar), 2- anlaşılmaz sesler çıkaran (hayvanlar) ve 3- konuşabilen (köleler) olarak bölünmesi…” (Politik-Ekonomi Ders Kitabı Cilt 1, SSCB Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi, İnter Y, sf. 57)
Egemen sınıfların gözünde işçinin yeri sadece bu kadardır işte: “Konuşabilen alet”!
İşçi bu adil olmayan koşullarda işe başlar, günlük çalışmasının en az yarısı, artı-değer sömürüsü ile gaspedilir. Gaspedilen bu gelir, patronların sermayesi haline gelir. Patronlar konuşurken işçilerin “ekmeğini verdiklerini” söylerler kasılarak… Oysa işçiler patronların “ekmeğini verir”; patronun sermayesinin kaynağı, işçinin artı-değer sömürüsüdür.
“Çalışma yeteneğinden başka bir şeye sahip olmayan bir sınıfın varlığı, sermayenin zorunlu bir önkoşuludur.” (Ücretli Emek ve Sermaye, Ücret, Fiyat ve Kar, Marks, İnter Y, sf. 38)
“Bir pamuk fabrikasındaki bir işçi, yalnızca pamuklu kumaşlar mı üretir? Hayır, sermaye üretir.” (age, sf. 39)
“Sermayenin kendisi, biriktirilmiş emek ürününden başka bir şey değildir.” (age, sf. 161)
Şimdi “Gelirde adalet” talebine bir kere daha dönelim: Kapitalist sistemde sermaye birikimi, işçinin artı-değer sömürüsü üzerinden gerçekleştirilir. Ülkenin ekonomik büyümesi de, Gayri Safi Milli Hasılası da işçinin üretimi, yarattığı değerler üzerinden oluşur. Ancak sermayeyi biriktiren kapitalist ve onun temsilcisi olan devlet, bu yaratılan değerlerin, oluşan toplam gelirin en küçük parçasını işçiye bırakırlar… Gerisi kapitalistlerin ve onların temsilcisi devlet yetkililerinin lüks yaşamlarına harcanır.
Bu tabloda, gelirin adil dağıtımı nasıl olmalıdır?
Elbette tüm gelirin çalışan-üreten işçi sınıfına dağıtılması, kanemici-sömürüsü burjuva sınıfın, bu tablodan tamamen dışlanmasıdır doğru olan. Üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kaldırılması, sınıfların ve sömürünün yokedilmesidir tek çözüm. Çözüm, sınıfsız, sömürüsüz toplumdur.
Peki kapitalist sistemin sömürü çarkları içinde “Gelirde adalet” sloganı atılırken, kastedilen nedir? Toplumsal gelirin ne kadarının işçilere bırakılması “adalet”i sağlayacaktır? Bu konu “çıkmaz sokak”tır. Ve kapitalist sistem içinde bunun bir cevabı yoktur.
“Vergide adalet” nasıl sağlanır?
Verginin tarihi, devletin tarihi ile paraleldir. “Ezilen sınıfın sömürülmesinin aleti olarak devlet” (Lenin, Devlet ve İhtilal), ortaya çıktığı andan itibaren, ezilen ve sömürülenlerin üzerine vergi kırbacını indirmiştir.
İki yönü, iki görevi vardır verginin. Birincisi, kitlelerin üzerinde asalak bir ur olan ve kitleleri sömürmenin aleti olarak çalışan devletin, ezilenler ve sömürülenler tarafından finanse edilmesidir. “Ödediğiniz her kuruş vergi, yol, su, elektrik olarak geri dönecek” demagojisiyle, kitleleri kandırmaya çalışır egemen sınıflar. Gerçekte ise “toplumun üstünde yer alan özel bir kamu gücünü beslemek için, vergiler ve kamu borçları gerekli hale gelir.” (Lenin, age) Ve ödediğiniz her kuruş vergi, işçi direnişini bastıran polis copu, patronun lehine karar veren iş mahkemesi, grev yasaklayan hükümet, kitleleri uyuşturan tarikat olarak geri döner.
Vergi sisteminin ikinci görevi, toplam toplumsal ürünün ve gelirin, burjuvazi lehine yeniden bölüştürülmesidir. Sermaye birikimine sübvansiyon, teşvik (sadece 2023’ün ilk 5 ayında, yandaş şirketlere verilen teşvik sayısı tam 6 bin 918 oldu); üretim maliyetlerini düşüren ara malların üretilip zararına satılması; pazarı genişleten altyapı yatırımları (enerji, ulaşım, iletişim, belediye vb); emek maliyetlerini düşüren harcamalar (sağlık, eğitim, konut, vb); son dönemde giderek daha yaygın kullanılan, patronların çalıştırdığı işçinin ücretinin bile devlet tarafından ödenmesi (MESEM kapsamındaki çocuk işçiler)…
İşçilerden toplanan vergiler, patronları daha da zenginleştirmek, sermaye birikimini güçlendirmek için kullanılır.
Vergi gelirleri konusunda işçiler ile patronlar arasında ters orantı vardır. Vergilerin büyük miktarı işçilerden toplanır; patronların kullanımına sunulur. Üstelik bu, çok açık biçimde yapılır. İşçi ve emekçiler daha aylığını almadan vergiler kesilmektedir; patronların ödediği vergiler ise, onların beyanına bırakılmaktadır. Bu bile, devletin kimi koruduğunu, kimi sömürdüğünü göstermeye yeter.
Mehmet Şimşek’in hazırladığı programa göre, 2024 yılında toplanması hedeflenen vergi, geçen yıla göre yüzde 100 artırılarak 8,5 trilyon lira olarak belirlenmiş. Vergi hedefi 2 kat artırılmış, ancak patronlardan alınması gereken 2,2 trilyonluk vergiden de vazgeçilmiş. Bu açığı nasıl kapatacaklar? Elbette işçi ve emekçilerden daha fazla vergi alarak. Hem de en vahşi, en pervasız yöntemlerle.
İşçi ve emekçiler üzerindeki vergi soygununun iki yüzü vardır. Birincisi, dolaylı vergilerdir. Gelir durumu ne olursa olsun, gıda başta olmak üzere en temel ihtiyaç malzemelerinden alınan KDV ve ÖTV’ler, verginin en sömürücü yüzüdür. Bu durum, AKP Türkiyesi’nde daha pervasız hale getirilmiştir. Mesela lüks yatlardan ÖTV alınmaz, KDV ise sadece yüzde 1 olarak uygulanır. Ama temel gıda maddelerindeki KDV oranı yüzde 10’dur.
Dolaylı vergilerin toplam vergiler içindeki payı, son yıllarda ortalama yüzde 66-70 civarındadır. Doğrudan vergi gelirleri ise toplam vergilerin sadece yüzde 30-34’ü kadarını oluşturmaktadır. Sadece bu rakamlar bile, verginin asıl olarak işçi ve emekçilerden toplandığını göstermeye yeterlidir.
Vergi soygununun ikinci biçimi ise, ücretler üzerindeki vergi yükünü ağırlaştıran unsurlardır. Egemen sınıflar, vergilendirme sisteminin adil olduğu; az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alındığı propagandasını sistemli biçimde işler. Oysa vergi dilimi uygulaması, alt gelir grubundakilerin ödediği vergi oranını artırmakta, “az kazanandan çok” vergi alma çabasını göstermektedir. Türkiye’de vergi diliminin ilk basamağı, 110 bin TL olarak belirlenmiştir. Bu, asgari ücretli bir işçinin, yılın 6. ayında vergisinin artacağını, ücretinin düşeceğini gösterir. Asgari ücretin biraz üzerinde ücret alanlar ise, 4. ya da 5. aydan itibaren üst vergi dilimine geçmekte, ücretleri düşmektedir.
“Aşırı vergilendirme” sömürüsü
Türkiye’de vergi sisteminin daha vahşi, daha pervasız olduğu doğrudur. Ancak Türkiye istisna, ya da “en kötü” örnek değildir. Tarih boyunca verginin asıl kaynağı, her zaman ezilen sınıflar olmuştur. Ve yüksek vergiler, sanıldığının aksine, sömürücü toplumsal sistemlerin temel dayanağıdır.
“Aşırı vergilendirme, bir rastlantı olmaktan çok, bir ilkedir” der Marks. (Kapital Cilt 1, Sol Y, sf. 720) Ve şunları söyler: “Modern vergilendirme sistemi, ulusal istikraz (borçlanma-nba) sisteminin zorunlu tamamlayıcısıdır. Bu istikrazlar, devlete, vergi yükümlüleri, hemen hissetmeksizin olağanüstü harcamaları karşılama olanağını sağlamakla birlikte, eninde sonunda vergilerin yükselmesini zorunlu kılar. … En gerekli geçim araçlarını vergilendirme ekseni çevresinden dönen modern maliyecilik, böylece otomatik ücret artışlarının tohumunu kendi içerisinde taşır. … İşte bunun için, Hollanda’da bu sistem ilk uygulanmaya başlandığı zaman, büyük yurtsever De Witt, Özdeyişler’inde, bunu, ücretli emekçiyi, uysal, tutumlu, çalışkan ve aşırı işle yüklü hale getirmenin en iyi yolu diye göklere çıkarır.” (agy)
Kapitalizmde “vergi adaleti” hiçbir ülkede yoktur. Bazı ülkelerde dolaylı vergilerin kısmen düştüğü örnekler görülebilir, ki bu, o ülkelerdeki sınıf mücadelesinin sonucudur. Yaygın olan “aşırı vergilendirme”dir.
Tarih, egemen sınıfların saçma, gereksiz, abartılı vergilendirme örnekleriyle doludur. Sömürücü sınıflar bir taraftan, rutin olarak alınan gelir vergisini artırmak için çeşitli yollar bulurlar, diğer taraftan ekstra vergiler toplamak için her dönem farklı gerekçeler, bahaneler üretirler. Kimi zaman tuz, sabun gibi temel ihtiyaç malzemeleri, kimi zaman bekarlık, sakal bırakmak gibi sosyal tercihler, kimi zaman pencere, şömine vergisi gibi yoksul emekçilerin barındıkları mekanları penceresiz ve ocaksız bırakan çok çeşitli vergi türleri tarih boyunca farklı ülkelerde uygulanmıştır.
Bilinen en korkunç vergilerden birisi, Hindistan’da uygulanan “meme vergisi”dir. Binlerce yıl katı bir kast sistemi uygulanan Hindistan’daki eyaletlerden biri olan Travancore’de, giyinmek bir ayrıcalıktı ve alt sınıftan yoksul kadınlara, bedenlerinin üst kısmını açıkta bırakma zorunluluğu getirilmişti. Üst bedenini kapatmak isteyen kadın, vergi ödemekle yükümlüydü. Kralın vergi tahsildarları, bu kadınların memelerine dokunarak ölçer, büyüklüğüne göre vergi alırdı. Bu verginin elbette diğer vergiler gibi krala ek gelir yaratmak gibi bir amacı vardı; ancak daha önemlisi, kast sistemini korumak, alt kastlardaki insanları aşağılamak, onları “hayvan” olarak göstermek, ezen-ezilen ilişkisinin en vahşi simgesini oluşturmak gibi bir yanı da vardı. Bu duruma karşı tepki ve direniş elbette oldu. Ancak 1859 yılında, alt kasttan ve güzel giyinmiş iki kadının, halkın önünde çırılçıplak soyulması ve idam edilmesi, direnişi farklı bir boyuta çıkardı. Ardından Nangeli adlı bir kadın, evine gelen vergi tahsildarına, göğüslerini keserek fırlattı ve kan kaybından öldü. Bu iki olay, meme vergisine karşı direnişi büyüttü. Buna rağmen, yasal olarak tüm kadınların göğüslerini örtecek şekilde giyinme hakkı, anayasaya ancak 1924 yılında; Sovyet devriminin dünya halkları üzerindeki etkisinin artması ile birlikte girebildi.
“Aşırı vergilendirme”, sömürücü sistemlerin kaçınılmaz bir ihtiyacıdır. Aynı zamanda, kitle direnişlerinin de en temel sebeplerinden biridir. Fransız İhtilali’ni hazırlayan unsurlardan biri de tuz vergisidir mesela. 2019’da, koronavirüs salgını başlamadan önce, Lübnan, Şili gibi dünyanın farklı noktalarındaki bir çok ülke, ağır vergilere karşı güçlü kitlesel eylemlerle sarsılıyordu. Fransa’nın son dönemdeki en güçlü kitle hareketi olan Sarı Yelekliler’in başlangıç noktası, vergilerdi. Kenya’da geçtiğimiz Haziran ayında, vergiler nedeniyle kitleler sokaklara döküldü, parlamentoyu bastı; onlarca kişinin öldüğü büyük bir halk hareketi yaşandı.
Talep ne olmalı?
“Adalet” kavramı, tıpkı “demokrasi” kavramı gibi sınıfsal bir kavramdır ve her sınıf bu kavramlara kendi durduğu yerden bakar. Sınıflar üstü “demokrasi” olmadığı gibi, sınıflarüstü “adalet” de yoktur.
Burjuvazi için “gelir adaleti” işçi sınıfının ölümüne bir tempoda çalışması ve karşılığında ölmeyecek düzeyde bir ücret verilmesidir. Proletaryanın gözünde ise “adalet”, el konulan artı-değerinin patronlardan geri alınmasıdır; ki bu miktar, patronun birikmiş sermayesinin tamamıdır. Çünkü patron, kendisi üreterek değil, işçinin artı-değerini gaspederek oluşturmuştur bu sermayeyi.
Bu koşullarda “gelir adaleti”, “adil bir ücret” kavramları, kapitalizm koşullarında gerçekleşmeyecek taleplerdir.
Aynı durum, “vergide adalet” talebi için de geçerlidir. Tüm serveti yaratan işçi sınıfı olduğu için, verginin tamamı, işçinin ürettiği değer üzerinden ödenir. Yani patronun ödediği vergi de, gerçekte işçi sınıfından gaspettiği paradan kesilmektedir. Onun için Marks; “vergileme biçimindeki hiçbir iyileştirme, emek ile sermaye arasındaki ilişkilerde önemli bir değişme yaratmaz” der.
Bu koşullarda “vergi adaleti” de sömürücü toplumlarda sözkonusu olamaz.
Bu talepler ancak proletaryanın iktidarı ele geçirdiği koşullarda hayata geçebilecek taleplerdir. Kapitalizm koşullarında ise, gelirde ve vergide adaleti sağlamak mümkün değildir. Fakat yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesi verilmesi zorunludur. Ücretlerin arttırılması talebi gibi, vergi konusunda da “vergi soygunu”nu azaltacak talepler ileri sürülmelidir. Dolaylı vergilerin kaldırılması veya azaltılması, artan oranlı gelir vergisi gibi… “İnsanca yaşayacak ücret”, “Vergi soygununa son” sloganlarıyla mücadele yükseltilmelidir. Elbette bu talepler, işçi sınıfının üzerindeki sömürüyü kaldırmaz ve “adalet” sağlamaz; ancak her düzen-içi iyileştirmede olduğu gibi, işçi sınıfının kendi mücadelesi temelinde eğitilmesini, sınıfların ve sömürünün özünü görmesini, elde edeceği somut kazanımlarla yaşam koşullarını daha insani hale getirmesini sağlayacaktır.
“Sermaye, kâr olmadığı zaman ya da az kâr edildiği zaman hiç hoşnut olmaz… Yeterli kâr olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır: yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insanal yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kar getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular.” (Kapital C.1, Sol Yayınları, sf. 724)
Sermaye, kendi sınıfsal duruşuna uygun olarak, sömürü politikalarını bu kadar büyük bir tutkuyla, kararlılıkla ve gözüpeklikle uygulamaktadır. İşçi sınıfı da, kendi sınıfsal çıkarlarını aynı tutku, kararlılık ve gözüpeklikle savunmalıdır. Çünkü egemen sınıflar, el koydukları artı-değeri paylaşmaya asla razı olmayacaklar, tam tersine sömürü ve yağma politikalarını sürdürmenin yollarını arayacaklardır.
Unutmayalım: Yaşam hakkımız, mücadele gücümüz kadardır!