Sosyal Güvenlik Yasası’nın yeniden düzenlenmesi için mücadeleye!

Sosyal güvenlik sistemi, -tıpkı grev ve toplu sözleşme, sekiz saatlik iş günü vb. – tüm haklarda olduğu gibi burjuvazi tarafından bahşedilmedi. Aksine tüm dünyada işçi ve emekçilerin 19. yüzyılın başlarından itibaren ağır bedeller ödeme pahasına kazandıkları hakların sonucunda, burjuvazinin kabul etmek zorunda kaldığı bir sistem oldu.

Buna karşın emperyalist burjuvazi, kendi doğasından kaynaklanan krizlerini aşmak ve sistemini yıkımdan korumak için politika üretmekten, ihtiyaçlarına uygun “modeller” yaratmaktan da geri durmadı. ‘70’li yılların ekonomik kriz ortamında ve 1980’lerin faşist darbeleri yoluyla uygulamaya giren neo-liberal politikalar da, bu arayışların ürünü olarak ortaya çıktı. Böylelikle özelleştirmeler ve esnek üretim dedikleri uygulamalar temel biçim halini almaya başladı.

 

“Şili”den dünyaya yayılan model

ABD emperyalizmi, ‘90’lı yıllarda hegemonyası altında bulunan ülkelere “Yapısal Uyum” adını verdiği ekonomik programları dayattı. Program, emperyalist kuruluşlar olan Dünya Bankası (DB) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gözetimi ve denetimi altında, her ülkenin işbirlikçi burjuvazisi aracılığıyla uygulamaya sokuldu.

Dayatılan programlar pratikte, özelleştirmelerin her alanı kapsaması, kamucu politikaların kırıntılarının bile kalmaması şeklinde kendini ifade etti. DB, 1994 yılında “Yaşlılık Krizinin Önlenmesi” raporunu hazırlamış ve Türkiye ile kredi anlaşmasının tek şartı olarak “sosyal güvenliğin yeniden yapılandırılması” koşulunu getirmişti. Bu kapsamda, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) tarafından “Sosyal Güvenlikte Yeniden Yapılandırma” adını verdikleri bir rapor hazırlandı. Bu sırada ANASOL-D Hükümeti işbaşında bulunuyordu. Hükümet, TÜSİAD’ın raporu üzerine “Kişisel Sağlık Sigortası” yasa taslağını çıkardı. Sosyal Güvenlik Sistemi’nin tasfiyesini amaçlayan bu tasarı gündeme gelir gelmez, ilk iş olarak Sosyal Sigortalar Kurumu’nu (SSK) özelleştirmeye açtılar. Kurum, emeklilik ve sağlık (hastaneler) olarak ikiye bölündü.

Türkiye’de SSK’nın emeklilik ve sağlık şeklinde ikiye bölünerek özelleştirilmesi, askeri darbe ile işbaşına gelmiş olan eli kanlı faşist Pinochet’nin uyguladığı “Şili Modeli”ne uygundu zaten. ABD, bütün ülkelerin Şili’yi örnek almasını istiyordu. Türkiye’ye de, bu modeli uygulaması için şartlar koştu. (Şili’de sosyal güvenlik sistemi özelleştirilerek tasfiye edilmiş ve yerine Özel Sağlık Sigorta Şirketleri kurulmuştu. Sonra bu şirketler, iflas göstererek yatırılan primleri yutup ortadan kaybolmuşlardı.)

 

Emilen SSK yutulan SSK oluyor

SSK, sermaye sahipleri tarafından sürekli emilen bir kurum durumundadır. ‘60’lı yıllardan bu yana SSK’da toplanan para (işçi ve emekçilerin primleri), sermayedarlara aktarılıyor, ya da Devlet Yatırım Bankası’na yatırılarak oradan yine sermaye sahiplerine veriliyor. SSK’nın milyarlarca dolar birikimi, her koşulda patronların karlarına kar katması için kullanılıyor. Emperyalist kuruluşların denetimi ve gözetimi altında uygulanan ekonomik ve siyasi programlar -kamu kuruluşlarında çalışacak ekonomi uzmanları bile o dönemde de DB ve IMF tarafından belirleniyordu- işçi ve emekçilerin artı-değerine göz dikilerek hayata geçirildi.

Fakat bunlar, Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin (KİT) varlığı ortamında yürütülen devletçi politikalar yoluyla yapılıyordu. KİT’lerin büyük bölümü tamamıyla, bazıları ise yüzde 51 hisse olarak devlet kuruluşları idi. KİT’ler, 1930’larda ihtiyaç duyulan o günün ekonomik, siyasi ve toplumsal sorunların çözümü olarak ve sosyalist Sovyetler Birliği’nden de etkilenerek devreye girmişti.

Sosyal sigortaların kuruluşu ve sosyal sigortalara ilişkin temel ilkeler 3008 sayılı iş yasası ile 1936 yılında oluşturulduktan sonra, sosyal sigortaların kolları olarak 1945 Haziran ayında çıkarılan ilk yasa, “meslek hastalıkları ve analık sigortası” olmuştur. Aynı yılın 9 Temmuz’unda Resmi Gazete’de yayınlanan- “İşçi Sigortalar Kurumu”nun ilanını da “Sigorta Kanunu hükümlerini uygulamak ve Çalışma Bakanlığına bağlı olmak üzere İşçi Sigortalar Kurumu vücuda getirilmiştir” ibaresiyle duyurulan 4792 sayılı yasa ile yaptılar. “İşçi Sigortaları Kurumu”, farklı yıllarda kurulan Emekli Sandığı (1950) ve Bağ-Kur’dan (1972) oluştu ve sonradan “Sosyal Sigortalar Kurumu” adını aldı. Sigortalı işçiler için sağlık kurumları ve hastaneler ise 1952 yılında devreye girdi.

Dünya genelinde sosyalizm rüzgârlarının estiği İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında, işçi ve emekçilerin hak ve özgürlükler mücadelesi yüksek, örgütlülükleri güçlü olduğu için, emeklilerin yatırdıkları primler tümüyle yutulamıyordu. Öyle ki, sosyal güvenliğin bir insan hakkı olduğu ibaresi, 1948 yılında kabul edilen insan hakları bildirgesine o dönem girdi. 1945’den sonraki yıllarda egemen sınıflar, dünya konjonktürü nedeniyle kamucu politikalar uygulamak zorunda kaldı.

Türkiye’de kamucu politikalardan vazgeçme yolunu açan -12 Eylül 1980 askeri faşist rejiminin zoru ve işkencesi ile uygulamaya soktukları- 24 Ocak Ekonomik Kararları oldu. 1980’lerin sonuna dek, grev yasakları, sendikasızlaştırma ve örgütlenme özgürlüğü gaspedilmesiyle, işçi ücretleri yarı yarıya azalmış, işsizlik ise yüzde 20’ye ulaşmıştı. Özelleştirmeler de 12 Eylül rejimi ve Özal döneminde başlamıştı.

Sınıf mücadelesi ve ulusal kurtuluş mücadelesi 1980’lerin sonundan itibaren yeniden yükselişe geçti. Bu durum zaten istedikleri hızda ilerleyemeyen sömürücü sınıfın yoluna kurulan barikat oldu. İşbirlikçi tekelci burjuvazi, işçi-emekçi barikatlarını yıkmak için yeni arayışlara girdi.

Kan ve ölüm, ağır sömürü ve zulüm demek olan, adına ‘92 Konsepti dedikleri saldırı politikaları ve “5 Nisan 1994 Ekonomik Kararları” uygulamaya sokuldu. Burjuvazinin, hükümetlere onaylattıkları bütün yasa ve kararlar, işçi ve emekçilerin ağır çalışma koşulları ve dizginsiz sömürüsü üzerinden uygulamaya girebilirdi ancak. Elbette bu kararlar her şeyden önce, kapitalist sistemin yaşadığı derin krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetmenin, onların sırtından krizi atlatmanın adıydı.

 

Sosyal Güvenlik Reformu’na giden yol

Türkiye’de kurulan bütün hükümetler, hem ‘90’lar hem de 2000’li yıllarda -Sosyal Güvenlik Reformu Yasası’nın çıktığı 2008 yılına dek- IMF’ye verdikleri niyet mektuplarında, SSK’yı bitireceklerine dair yeminler ettiler. Yukarıda da anlatıldığı üzere esasında kamucu politikaların yürütülmek zorunda kalındığı zamanlar dâhil, işçi ve emekçilerin primleri sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine hizmet etti. Fakat bu bir süreçti ve ‘90’lı yıllarda bütün hızıyla devam etti. SSK’nın özelleştirilmesi için kolları sıvadıklarında, SSK’ya bütçeden aktarılan devlet desteği yok denecek kadar düşürülmüştü. Aktarılan kaynağın milli gelire oranı resmi göstergelerde yüzde 1 ve 2 arasında değişiyordu. Hatta ‘94 yılında bu oran 0.6 idi ve aynı dönem faize aktarılan kaynak yüzde 7.7 olarak görülüyordu.

Her zaman yaptıkları gibi önce verileri çarpıtarak “SSK zarar ediyor, yük oluyor, kurtulalım” teranesi ile kitlelerin bilincini bulandırdılar. Bu gidişin nereye varacağını fark eden toplumun bilinçli kesimlerinin özelleştirme karşıtı mücadelesi ise, dizginsiz saldırıyı püskürtemedi. 1997 yılında hazırlanan yasa, Çiller Hükümeti’nin Bakanlar Kurulu’nda, sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) onaylandı. Emeklilik yaşı ile ilgili ilk düzenleme ise 1999 yılında yapıldı ve böylece 4447 sayılı yasa ile kadınlarda 58 erkeklerde 60 yaş zorunluluğu geldi.

Eski sosyal güvenlik sistemini değiştirmek için akla karayı seçtiler. 2021 yılının 7 Ekim’inde yürürlüğe giren “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Yasası” ile emeklilik fonlarını bireysel şirketlere aktarma ve buradan da devlet borçlarının ödenmesi dâhil her yolu mubah gördüler. Bazılarını uygulayamadılar ama, krizlerinden çıkış için emekli primleri ve vergiler bir nimet oldu onlar için. Bireysel emeklilik şirketleri, bireysel emeklilik fonlarına “cari açığın ilacı”, “yüksek getiri beklentisi olan yatırımcıların gözdesi” diyorlardı. Açıkça temel amaçlarının “sermaye birikiminde artış sağlamak, sermaye piyasasına kaynak yaratmak” olduğunu ilan ettiler. Daha sonrası için de AKP Hükümeti’nin gayretkeş çalışmalarına kaldı iş. Böylece 2008 Yasası’nın yolu düzlenmiş oldu.

 

“Sosyal Güvenlik Reformu” Yasası,

“Diri diri mezara sokma” yasası

Pek çok aşamadan sonra 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) yasası bütün hükümleriyle 2008 yılının Ekim ayı başında yürürlüğe girdi. Adına hiç sıkılmadan “reform” dediler. Bu yasa sosyal güvenlik ve sağlık alanının ticarileşmesi yanıyla emekliler ve çalışanlar için bir dönüm noktası oldu.

Bu alanda kabul edilmiş tüm yasa ve programlarda, öncelikle emekli yaşı yükseltilerek emekli olmak için yatırılan primlerin hem gün sayısı hem de ödenecek miktarın artırılması ve primlerin özel sigorta şirketlerinin havuzunda toplanarak sermaye sahiplerinin rahatça kullanımına açılması hedeflendi. Bunun işçi ve emekçiler için anlamı; iş ve yaşam koşullarının ağırlaşması, daha geç emekli olmaktı! Çünkü emeklilik yaşı yükselecek, ücretler ve emekli aylıkları sürekli düşecek ve “paran kadar sağlık” dönemi başlayacaktı…

Kısaca bu yasa, emekli olma hakkı ve emekli aylıklarını gasp ederek geleceği çaldı ve sağlığı ticarileştirerek ölüme terk etti insanları.

Bugün emeklileri açlık sınırının da altında yaşamaya terk eden emekli aylıklarının hesaplanması sorunu, 2008 yasasının hesaplama sistemini değiştirmesi ile ortaya çıktı. Emekli aylıklarının hesaplanması ve ödenmesinde 4 faktör bulunuyor: Güncelleme katsayısı, aylık bağlama oranı, aylıkların alt sınırı ve aylıklar bağlandıktan sonra nasıl arttırılacağıdır.

2008’deki yasa ile emekli aylıklarını hesaplamada bütün etkenleri ortadan kaldırdı ve yılda iki kez enflasyon oranında (TÜİK’in sahte hesaplarında) artış yöntemine başvurdu. Oysa Güncelleme Kat Sayısı, emeklinin ödediği primlerin bugünkü değerinin hesaplanmasında çok büyük önem kazanıyor. Aylık Ortalama Kazanç hesaplanırken primlerin bugünkü değerinin ederi, yani bugünkü kazancın eskiden ödenen prime yansıması, doğru şekilde bulunmak zorunda. Buna refah ve büyüme payının da eklenmesi gerekiyor. Yani güncelleme, sadece enflasyon farkı değildir, diğer etkenlerin de (refah ve büyüme payının) hesaba katılması demektir.

Fakat söz konusu yasa öylesine saldırgandır ki, Aylık Bağlama Oranını da düşürmüştür. Yasa yürürlüğe girmeden önce, oranlar prim ödediğin gün sayısına göre belirlenirken; sonrasında, gün sayısını parçalara bölerek oranları bölünen parçalara göre belirleme şekline büründü. Dahası yüzde sınırlaması koyma yoluna gidildi. Bu da oranı düşürdü ve aylık hesaplamasını olumsuz yönde etkiledi.

2008 öncesinde güncelleme katsayısında enflasyon büyüme oranının yüzde 100’ü dikkate alınıyordu. 2008’deki değişiklikle yüzde 30’u dikkate alınmaya başlandı. Yüzde 70 kayıp burada oluştu. Keza “aylık bağlama oranı” 1999 öncesinde yüzde 75’in üzerine çıkabiliyordu. Bu oran önce yüzde 65’e, 2008’de yüzde 50’ye düşürüldü. Böylece hem güncellenmiş kazanç hem de aylık bağlama oranı düşürülmüş oldu.

Onun için 1999 ve 2008 sonrasında işe girenlerin emekli aylıkları bu yıllardan önce işe girenlere göre düşük oldu. Geçmişte asgari ücretin üzerinde emekli aylığı alınırken bugün asgari ücretin çok altında aylık alınmasının nedeni de budur. (Sosyal Güvenlik Uzmanı Ali Tezel “2008 yılında yürürlüğe giren kanun çıkarılmasaydı, bugün en düşük emekli maaşı yaklaşık 25 bin TL olacaktı” şeklinde hesaplıyor.)

Öte yandan, yasa emekli aylıkları için sadece enflasyon oranına göre artış öngördüğü için, -TÜİK’in enflasyon oranlarını düşük göstermesi ve bu düşük enflasyon oranına göre hesaplama yapılmasını da eklersek- aylıklar kuşa çevrilmiş oldu. Bir bütün olarak çalışanlar ve emekliler için yasa, yüksek miktarda prim ödeme, daha uzun süre çalışma, ama düşük emekli aylığı alma şeklinde özetlenebilir…

 

Emeklilere yaşatılanlar hepimizin sorunudur

İşçi ve emekçilerin çalışma yaşamı bir bütündür. Yaşlılığın güvencesi olarak emeklilikte kullanacağı hakları, çalışırken işçi ve emekçiler belirler. Bu nedenle emekliler işçi sınıfının bir parçası olmak zorundadır. Emeklilerin sendikalaşma ve ağır yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesi, aynı zamanda işçi sınıfı mücadelesi ile doğal bir bütünlük oluşturur.

O halde hem emekliler hem de işçi ve emekçiler ortak mücadele yürütmeli ve 2008 Sosyal Güvenlik Reformu Yasası’nın, emekliler ve çalışanlar lehine yeniden ele alınması için birleşik mücadele içine girmelidir. Emeklilerin “toplu sözleşmeli sendika hakkı” için mücadelesi de bu kapsamda ele alınmak zorundadır. Sokaklar, fabrikalar, SGK önleri, hastane alanları grev ve direnişlerle donatılmadıkça, yasa değişikliği ve demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması mümkün olmaz. Ocak ve Temmuz aylarına hapsedilen cılız eylemlerle, var olan durumun değişmesi hem mümkün değildir, hem de daha geriye gidişe yol açan saldırıların önü alınamaz.

Yaşama hakkımızdan ve geleceğimizden vazgeçmemek için işçiler, emekçiler, emekliler, genç-yaşlı hep beraber, omuz omuza mücadele etmek zorundayız. Sosyal güvenlik hakkı öylesine vazgeçilmez ve yaşamsaldır ki, sadece emeklilerin değil tüm işçi ve emekçilerin sahip çıkması gerekir. İnsanlığın temel hakkıdır sosyal güvenlik hakkı. Bu uğurda ödünsüz bir mücadele şarttır.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …