12 Eylül’e sıkılan ilk kurşun: OSMAN YAŞAR YOLDAŞCAN

“Osman Yaşar Yoldaşcan, 12 Eylül faşist cuntanın işbaşına gelişinden 17 gün sonra 29 Eylül 1980’de İstanbul-Bağcılar’da saatlerce süren sokak çatışmasının ardından şehit düştü. Onun bu yiğitçe ölümü, başta yoldaşları olmak üzere tüm tutarlı devrimcilere, anti-faşistlere izlenmesi gereken yolu gösteren bir manifesto oldu.

12 Eylül’e sıkılan ‘ilk kurşun’ olmasının anlamı, yaşanan ilk sokak çatışması olması ve bir işkenceci şefinin hak ettiği cezayı bulmasının çok ötesindedir. 12 Eylül’ün ilk günlerindeki şaşkınlık ve bekle-gör tavrı, Osman’la birlikte mevzileri direnişsiz terketmeme ve ‘hücum’ ruhuna çarpmıştır. Buz kırılmış, yol açılmıştır.

O yolu, daha kaç komünist, devrimci, demokrat, yurtsever canı pahasına izlemiş ve ihanet ortamında bir avuç direnci güzellemiştir. İşte o ‘bir avuç direnç’tir o günlerden bugüne miras kalan… Ne 12 Eylül’ün vahşeti, ne ihanetin çirkefliği, ne teslimiyetin ve tasfiyenin rezaleti… Sadece direnenler sulamıştır toprağı ve son sözü direnenler söylemiştir.3-ilk-kursun

***

Osman Yaşar Yoldaşcan; 12 Eylül karanlığını delen ‘ilk kurşun’ olarak şehit düştüğünde, örgütün faşist cuntaya karşı manifestosunu da okumuş oluyordu. İhtilalci Komünistlerin, cuntaya karşı aldığı ‘hücum’ kararının ilk somutlanışı idi Osman’ın çarpışması. Ardından Selma, Metin, Ataman, Mehmet Ali, Aslan, İsmail Cüneyt, Mehmet Fatih gibi yoldaşlarımız, işkencede, zindanda, sokakta, bulundukları her yerde dövüşerek şehit düştüler. Düşmana korku, dostlara güven ve inanç taşıyarak…

İhtilalci komünist hareketin önderlerinden olan Osman Yaşar Yoldaşcan hakkında, bugüne dek bir çok yazı yazıldı, anılar anlatıldı. Ölümünün hemen ardından yayınlanan broşürü ile (daha sonra Yediveren Yayınları tarafından basılan kitabı) belki de şehitlerimiz içinde kitlelere en derli-toplu sunulan yoldaşımız oldu. Buna rağmen Osman’a dair anlatılanlar, onu tanımlamaya, tüm yönleriyle kavramaya yetersiz kalıyor. Çünkü gerçekten de Osman, sadece örgütümüzün değil, Türkiye devrimci hareketinin yetiştirdiği ender önderlerden biriydi. Örneğin en belirgin özelliği olan askeri ve teknik yöndeki üstünlüğü, halen doldurulamamıştır. Çünkü onun askeri dehası, ML bilimi ile güçlü donanımı, örgütüyle ve politikalarıyla bütünleşmesi ve kendi alanına dönük özel eğitimi üzerinden yükseliyordu. Parti-ordu ilişkisinde, partinin belirleyiciliğini temel alan ML bir bakışa sahipti ve silahına her zaman örgütün politikaları yön verdi. Bu rotadan, en çapraşık, en çetrefilli olaylarda bile şaşmadan ilerledi.

Örgütümüzün kuruluşundan 12 Eylül sürecine kadar bir buçuk yıllık dönem içinde bizi en fazla meşgul eden HK revizyonizmi ile çatışmalarda bile, o hep soğukkanlılığını ve siyasal bakışını korudu. Eğer öyle olmasaydı, dönemin genç kadroları olarak bizler, çok daha büyük hatalara düşebilir, çok daha zor koşullarla boğuşmak zorunda kalabilirdik.

1980 yılının Şubat ayı, tam da böyle kesitlerden biridir. İskenderun bölgesinin doğal önderi, örgütümüzün üyesi ve genç yöneticilerinden olan Hacı Köse, bir bildiri dağıtımı sonrasında HK’lılar tarafından vuruldu… Hacı, sadece İskenderun’da değil, tüm Çukurova bölgesinde tanınan ve çok sevilen bir yoldaştı. Liseyi Adana’da okumuş ve Adana’da liseli gençliğin önderlerinden olmuştu. Daha sonra İskenderun-Dörtyol-Payas tüm bölgede çalışmaları yönetmiş, Demir-Çelik fabrikasındaki işçilerle ilk bağlantıları o kurmuştu. İskenderun’a faşist Türkeş’i sokmama eyleminin önderlerindendi. Militanlığı ile tüm halkın ve yoldaşlarının sevgi ve saygısını kazanmıştı. Ama sadece militanlığı ile değil; ideolojik-siyasal birikimi, araştırmacı-sorgulayıcı yapısı, örgütçü özellikleri, bir bütün olarak önder vasıflarıyla, kısa sürede örgütün yerel yöneticilerinden biri haline geldi. İskenderun’da çalıştığı dönem, Adana’da bazı temel komitelerde yaşanan boşluğu doldurmak için oraya çağrıldı. Yaralandığı olay, İskenderun’da katıldığı son eylem olacaktı. İskenderun’u orada yeni yetiştirdiği kadrolara bırakıp Adana’ya dönecekti. Ama buna fırsat vermediler.

Böyle çok yönlü özelliklere sahip genç bir komünisti, erken yitirme korkusu sarmıştı herkesi… Zaten bölge düzeyinde bir çok semtte, bir yandan HK’lılarla çatışma, diğer yandan sivil faşistlere, ihbarcılara dönük cezalandırma eylemleri ile artan polis ablukası, örgütü tam bir kıskaca sokmuştu. Hacı’nın vurulması, bunların üzerine gelmiş ve hepsini bastıran bir hal almıştı. Böyle bir durumda MK, duruma doğrudan müdahale etmeyi uygun gördü ve Osman Yaşar Yoldaşcan’ı Adana’ya gönderdi.

Adana, örgütümüzün en hızlı gelişen iliydi. Fakat tam da o dönem, çok yönlü bir mücadelenin ortasında ve abluka altındaydı. Böyle bir ortamda Anadolu Mahallesi, tüm yoldaşların çekildiği bir üs halini aldı adeta. Yaralı yoldaşların tedavisi orada yapılıyordu, devletin baskınlarıyla aranma durumuna düşen yoldaşlar orada saklanıyordu. Osman ve o dönem Adana İl Komitesi üyesi olan Ataman İnce de oradaydılar. Bir yandan Hacı’yı kurtarma eylemini örgütlüyor, diğer yandan tüm yoldaşların öfkesini kontrol altında tutmaya ve can güvenliklerini sağlamaya çalışıyorlardı. Bütün bu yığılma, devletin ilgisini de bölgeye çekmeye yetmişti.

* * *

Osman’ı, siyah çerçeveli gözlüğü, gri pardösüsü, elinde bond çantasıyla karşımda gördüğümde, onun diğer yoldaşlardan farklı olduğunu anlamıştım. Yanında Ataman ve diğer yoldaşlar vardı. Hepsinin yüzü güven ve huzur dolu bir ifadeyle parlıyordu. Mezarlıktan çıkarak mahalleye daldılar. Onları bekliyorduk, önceden ayarladığımız bir eve götürdük. Daha önce de bir çok önder yoldaşla karşılaşmış, konuşmuştum. Ama onu ilk kez görüyordum. Diğerlerinden çok farklı geldi. Gerçekten de ilk anda çok soğuk ve mesafeli bir duruşu vardı. Çok az konuşuyordu. Yanındaki yoldaşlar pür-neşe gülüp şakalaşıyorlar, o en fazla hafif bir gülümseme ile yetiniyordu.

Doğrusu bu durumu garipsemiştim. Ama onun gelmesiyle birlikte durumun değişeceği duygusu da yerleşmişti içime. Madem ki yoldaşlar sevinçli ve güven doluydular, mutlaka bir şeyler yapılacak demekti. Üzerimizde aylar süren abluka bir yerden kırılacaktı artık. Kendimi daha hafiflemiş hissettim. Umudum ve güvenim artmıştı.

Mahallenin dört bir yanında nöbet tutuyor, bir yandan da gelecek iyi haberleri bekliyorduk. Bekleyiş çok uzun sürmedi. İskenderun Devlet Hastanesi’ne yoldaşlarımızın baskın yaptığı haberini aldık. Ne var ki Hacı’nın ağırlaşan sağlık durumu, onu almaya engel olmuştu. Birkaç gün sonra da Hacı’nın ölüm haberi geldi. Onu tanıyan, onunla aynı eylemlerde yeralan, aynı birimde çalışan yoldaşlar olarak acımız tarif edilemezdi. Kendimizi, onun kurtulacağına öylesine hazırlamıştık ki, ölüm haberiyle adeta şok olduk. Katillerine olan hıncımız ise zaptedilmez durumdaydı.

Hemen Hacı’nın bildirisi çıkarıldı. Hacı’nın kanıyla yazdığı “Yoldaşlara bin selam!” sözüne atfen, “Selamını aldık. Bizden de sana bin selam yiğit komünist!” diye başlıyordu bildiri. Bildiriyi ağlayarak okuduk ve dağıttık. Aynı gün her tarafta yazılamaya çıktık. Özellikle de onun çalıştığı Anadolu Mahallesi ve çevresindeki tüm duvarları Hacı’nın ismi ile doldurduk. Ertesi gün, aynı bölgede Hacı için bir korsan gösteri örgütleyecektik. Bölgeyi avucumuzun içi gibi biliyorduk. Fakat son dönemlerde asker ve polis yoğunlaşması artmıştı. Adana, Maraş katliamından sonra sıkıyönetimin ilan edildiği 13 ilden biriydi. Ve caddelerinde askeri cemseler dolaşıyordu. Devrimci çalışmaların olduğu bölgelerde sokak aralarına girmekten çekinseler de ana caddelerden geçiyorlardı.

Korsan için son kontrollerimizi yaptık. O yıllar teçhizat olarak da donanımlıydık. Mahallenin girişine diktiğimiz yoldaş, telsizle durumu bildirecekti. Bu da bize 5-10 dakika kazandıracaktı. Sokak aralarından üçer-beşer kişilik gruplar halinde dolaşan kitle, belirlenen saatte sloganların atılmasıyla birlikte caddeye aktı. Aynı anda caddenin belli yerleri lastiklerle kesildi. Trafik durmuştu. Kitle, slogan atarak ilerliyordu. Mahalle halkı Hacı’yı tanıyordu. Onlardan da katılanlar oldu. O sırada elinde otomatik silahıyla Osman’ı gördüm. Yine sakin ve soğukkanlıydı; devletin gelme olasılığı en yüksek olduğu yerde duruyordu. Bu arada elinde boya ve fırça ile bazı yoldaşlar cadde üzerindeki duvarlara sloganlar yazıyordu. Belli bir mesafe yüründü. Bir yoldaş kısa bir konuşma yaptı. Silahlarımız ve yumruklarımız havada ant içtik ve dağıldık.

Gösteri boyunca, Hacı ile ilgili sloganların yanı sıra farklı sloganlar da atıyorduk. Bunlardan biri de ‘Kurdara Azadi’ydi. Bölgenin Kürt yoğunluklu olmasından dolayı yoldaşlar bu sloganı da atmamızı istemişlerdi. O yıllarda Kürt hareketi oldukça geriydi. DDKD gibi modern revizyonist akımlar ağırlıktaydı. PKK ise daha yeni ve küçük bir örgüttü. Adana’da ise pek varlıkları yoktu. Yakın bir zamanda aynı bölgede DDKD ile silahlı bir çatışma yaşamıştık. Bu daha çok yerel güçlerin inisiyatifinde gerçekleşmişti. Önder yoldaşlar, DDKD’nin ideolojik-siyasal çizgisiyle karşı-devrimci olduğunu, fakat doğrudan silahlı çatışmaya girmekten kaçınmak gerektiğini ve Kürt ulusal sorununa daha duyarlı yaklaşılmasını istemişlerdi. İlk kez bir gösteride ‘Kurdara Azadi’ (Kürtlere Özgürlük) sloganını atıyorduk. Yoldaşlar, hem bizlerin Kürt sorunuyla daha yakından ilgilenmemiz, hem de bölgede çalışma yaparken oranın bileşenlerini, hassasiyetlerini dikkate almamız için bunu özellikle yaptırmışlardı.

Hacı için çok şey yapmıştık ve yapıyorduk, ama yüreğimiz hala soğumuş değildi. Başta onun katili olmak üzere bu ortamı hazırlayanlardan hesap sorulmasını istiyorduk… Tam da o günlerde HK yöneticilerinden birinin mahalleye geldiğini haber aldık.

Yönetici yoldaşların bölgede olduğunu tahmin ediyordum, ama onlara ulaşmaya zamanım yoktu, bir an evvel harekete geçmemiz gerekiyordu. Hızla silahlarımızın olduğu eve yöneldik. O sırada sokağın diğer ucundan üzerimize doğru gelen motosikletli birini farkettik. “Bu o” dedi yanımdaki yoldaş, ve motosiklet yanımızdan geçerken bir tekme attı… Motordan düşen kişi, silahını çıkarıp üzerimize ateş açtı… Bunu hiç beklemiyorduk. Her birimiz kendimizi bir tarafa attık. Kolumda hafif bir ağrı hissettim. Ama hemen yoldaşlara ulaşmam gerektiğini düşündüm.

Onları bulacağımı umduğum eve gittim. Hepsi oradaydı. Silah seslerini duyunca onlar da teyakkuza geçmişlerdi. Neler olduğunu kısaca anlattım. Yaralı olup olmadığımı anlamak için sağıma soluma baktılar, diğer yoldaşları sordular.  Neyse ki, hiç biri yaralanmamıştı.

* * *

Kısa bir süre içinde askeri cemseler bölgeyi sardı, kimsenin evlerinden çıkmaması yönünde anonslar yapılıyordu. Bölge tümden sarılmıştı, ev ev arama başlamıştı. Bu da hiç beklenmedik bir gelişmeydi.

Osman, otomatik silahı aldı eline, ‘herkes silahını alsın’ dedi. Sonra, evin sağını-solunu kontrol etti. Nereden nereye çıkılacağını sordu. Evin hemen yanındaki damdan diğer sokağa geçiliyordu. O taraf aklına yattı. Nasıl çekilebileceğimizi gösterdi. ‘Geldiklerinde çatışacağız’ dedi. Bunu o kadar doğal söylemişti ki, sanki sıradan bir şey söylüyordu. Osman’ın tüm tavırlarını, davranışlarını büyük bir dikkatle izliyordum. Büyülenmiştim sanki. Ataman dahil tüm yoldaşlar, Osman ne derse hemen yapıyorlardı. İçimi büyük bir güven kaplamıştı. Çatışacaktık! Böyle yoldaşlarla omuz omuza çarpışmak ne güzeldi! Osman’ın gösterdiği çekilme yerine baktım. Vuruşa vuruşa çekilecektik. Bundan emindim. Madem ki yanımızda o vardı, bize ölüm yoktu!

Osman’ın yaydığı hava, o kadar muhteşemdi ki, onunla birlikte iken insanın paniklemesi, korkması mümkün değildi. Az önceki heyecanımdan eser kalmamıştı. Şimdi onun ne büyük biri olduğunu görüyordum. Yoldaşların ona duyduğu saygı ve güvenin nereden kaynaklandığını çok iyi anlamıştım. Bu kısacak zaman dilimi, ona hayranlıkla bağlanmama yetmişti.

Diğer yoldaşlar, evin sahibine, askerler eve geldiği zaman nasıl konuşması gerektiğini anlattılar. İki katlı bir evdi ve biz evin üst katındaydık. Alt katta yaşlı anne-baba kalıyordu. Üst katı ise evlenen oğluna vermişlerdi. Kürt bir aileydi. O anda oğlu işteydi, gelini ve kucağında küçük bir çocuğu vardı.

Bir süre sonra başlarında bir subay ile üç-dört asker girdiler avluya. Biz üst katta çatışmaya hazır vaziyette yerlerimizi aldık. Yaşlı teyze, üstte oğlunun kaldığını, ama onun evde olmadığını, gelininin evine çıkmalarına izin vermeyeceğini söyledi. Gelin, kucağında çocuğuyla birlikte merdivenlerin başındaydı. Askerleri görünce, başındaki tülbentin ucu ile ağzını burnunu kapattı ve aşağıya indi. Tam bir Kürt geliniydi. Askerlerle hiç konuşmadı. Yaşlılar bağıra çağıra konuşmayı sürdürdüler. Subay, ‘yukarıda kimse yok mu?’ diye sordu. ‘Yok‘ dedi teyze, ‘oğlum olmadan da yeni gelinin evine kimseyi sokmam!’  sözünü tekrarladı.  ‘Tamam tamam’ dedi subay, aşağı kata şöyle bir bakıp çekip gittiler. Evet çekip gittiler…

Bir an bir boşluğa yuvarlanır gibi oldum. Çatışmaya kendimi öylesine hazırlamıştım ki, gittiklerine bir türlü inanamıyordum. Askerlerin tüm bölgeden çekilmesini bekledik bir süre daha. Sonra ben çıkıp diğer yoldaşları buldum, hepsinin sağlıklı olduğunu, kimsenin gözaltına alınmadığını öğrendim.

Daha sonra yoldaşlar, HK’lı birine müdahale etmeden önce onlara ulaşmamız gerektiğini, motora yaptığımız müdahalenin yanlışlığını anlattılar, sakin ve soğukkanlı olmamız gerektiğini söylediler. Hacı’nın katili dışında hiç kimsenin öldürülmeyeceğini bildirdiler. Gerçekten de ona uygun bir pratik izlendi… Bu sırada kaç kez devletle de karşı karşıya geldiler, çatışarak çekildiler… Osman, Ataman gibi önder yoldaşlarımızın doğru siyasal bakışı ve soğukkanlı tavrı olmasaydı, Hacı’nın ölümünün ardından çok kan dökülürdü.

Bütün bu olaylar, 10-15 gün gibi kısa bir zaman içinde gerçekleşti. Fakat bölgedeki yoğunluk, devleti de alarma geçirmişti. Özellikle o dönem boyunca üs olarak kullanılan Anadolu Mahallesi’nin ihbarcıları belli ki, harekete geçmişti. O kadar farklı yüzler görüyorlardı ki, bölgedeki olağanüstülüğü sezmemeleri mümkün değildi. Ve devleti bu yönde bilgilendirmiş olmalıydılar. Çünkü devriye sayısında ve askerlerin yoğunlaşmasında artma başlamıştı.

İçinde Osman’ın da bulunduğu bir grup yoldaş, bölgenin bir tarafını boydan boya kaplayan mezarlıktan çıkarken, bu devriyelerden biriyle karşılaştılar. Askerler, kimlik sordu. Onlar önce ‘nereden icap etti’ diye oyalamak istediler. Fakat kimlik konusundaki ısrar sürünce, çıkarıp gösterdiler. Üzerlerindeki sahte kimlikti, ama normal bir kimlik yoklaması ise, atlatabilirlerdi. Fakat öyle olmadı, içlerinden birini alıp cemseye doğru götürdüler. Onu karakola götüreceklerini söylüyorlardı. Belli ki ihbar olmuştu.

Osman, askeri cemsenin manevra yaparak geri dönmesini bekledi. Cemse, tam dönüp hareket edecekken, önüne geçti ve silahını askerlere doğrulttu. Soğukkanlı bir şekilde ‘aldığınız kişiyi bırakın’ dedi. Askerler, cemsenin önünü kapatan bu “buzdan adam”a bakıyordu, donmuş gibiydiler. Kıpırdadıkları an,  “buzdan adam”ın ateş kesileceğini anlamışlardı her halinden. Arabanın içindeki tutsağı bıraktılar. Ama tam o anda cemsenin arkasında duran bir asker, silahını ateşledi. Osman’ın otomatiğine basmasıyla birlikte, çevrede silahlı olan tüm yoldaşlar oraya koştular ve askeri cemseyi her yandan ateşe tuttular. Osman ve diğer yoldaşlar kayıp vermeksizin bölgeden çekilirken, iki asker öldürülmüş, bir çoğu da yaralanmıştı.

Bu, sıkıyönetim sonrası askerlere dönük ilk silahlı eylemdi. İki askerin öldürülmesi, karşı-devrimde bir infial yarattı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Kenan Evren dahil tüm askeri komutanlar, askerlerin kanının yerde kalmayacağı üzerine nutuk üstüne nutuk attılar. ‘İlbeyim, Gülbeyim’ ağıtları sürdü günlerce. Ve başta Yoldaşcan olmak üzere bir çok yoldaşımızın fotoğrafı ‘ARANIYOR!’ ibaresi ile ülkenin dört bir yanına asıldı. Radyo ve televizyondan günlerce anons edildi. Osman’ın gerçek ismini çıkaramamışlar, ‘Ertuğrul Tavukçu‘ yazmışlardı. Fakat ‘Aydınlıkçı’lar, devletin yardımına koştular hemen. Gazetelerinde onun fotoğraflarını yayınlayarak gerçek kimliğini deşifre ettiler.

Sağ oportünistler ve küçük-burjuva maceracı akımlar da saldırıya geçmişlerdi. “Devrimci çalışmaların olduğu bölgelerde eylem yapmak, devleti o bölgeye çekmek, halkla devleti karşı karşıya bırakmak, yanlıştı.”(!) “Asker ‘halk çocuğu’ idi, öldürülmemeliydi”(!) vb… Bu tür yanlış siyasal bakışların ömrü, çok değil en fazla bir yıl sürecekti. 12 Eylül askeri faşist cuntası, ’70’li yıllardan kalan ‘asker, halk çocuğu’ nakaratını, yerle bir etmeye yetti. Yüzbinlerle ifade edilen devrimci, demokrat, yurtsever, askerler tarafından işkenceye maruz kaldı; sokakta, işkencehanede, zindanlarda, darağaçlarında katledildi.

Bölgeyi, cemseleri, tankları helikopterleri ile çepeçevre sardılar. Mahallenin bakkalından manavına kadar herkesi işkenceye aldılar. Bölgedeki yoldaşlarımızı o yılların en ağır işkencelerinden geçirildiler. Başta Osman olmak üzere yönetici yoldaşlarımıza ulaşmak için günler boyunca sürdü işkence. Onlar yüreklerinde Hacı’nın acısı, yoldaşlarına ve örgütlerine duydukları büyük güvenle direndiler. Osman ve diğer yoldaşlarının bu çemberi de yarıp geçeceğine inanıyorlardı. Gerçekten de Osman, bir ablukayı daha yararak İstanbul’a ulaşmıştı.

* * *

1980 yılının Şubat ayıydı; Çukurova’dan Osman geçmişti…

Osman’la geçirilen bir aydan daha kısa zaman dilimi, işte böylesine yoğundu. Ve bu kısa süre, Osman’ı tanımaya, ona derin bir sevgi ve saygı ile bağlanmaya yetmişti.

Osman Yaşar Yoldaşcan’ı bir kez daha saygıyla anıyor, taşıdığı bayrağı düşürmeyeceğimize ant içiyoruz.

TİKB(B) Merkezi Yayın Organı “İhtilalci Komünist”in, Eylül-Ekim 2004 tarihli 44. sayısından kısaltarak alınmıştır.

 

Gelenek Tohumu

Sokaklar kanarken içten içe kimsesiz

Kentler ağlarken

ve ihanet tortularıyla kirlenirken deniz

yürüyordu soluğu rüzgar bir adam

her adımı bir geleceği kucaklar gibi

sonsuz ışıklar taşıyordu ufuklardan

yağmurda toprak kokusuydu bakışları

yüreğinde kanatlanmış bir heyecan

yükseliyordu sevginin gökyüzüne

inancı çiçekleyen eylem doruklarından…

Bu sessizliğe bir çığlık gerek diyordu

Korkunun yüreğine korkular salacak bir çığlık

Bir geleneği tohum tohum ekip toprağa

Enginleri baştan sona saracak bir çığlık…

Pürköpük coşkulu bir nehirle birlikte

Haykırdı soluğunu rüzgar edip yürüyen

İşte gün-işte güneş-işte biz

Karşımızda sonsuzluğu mavileyen deniz

Sonsuzluğa varmayan yaşamı neyleriz

Biz ki konuşan dil, açılan gül ve yaratan elleriz

Yağmur altında çöl kuraklığıysa yaşanan

Bütün çölleri yüreğimizle selleriz…

Ey Bağcılar yokuşu-Bağcılar yokuşu

Ölümsüzleşen bir ölümün tanık yokuşu

Yoksa eğer bu yürüyüşün geri dönüşü

Her çukurun bir siperdir artık senin

Her penceren bir tanıktır yarınlara

Varsın bayrak olup çekilsin yüreğim

Her inşaatın bir kaledir artık senin

Durdu kuytuda soluğu rüzgar olan

Sessiz bir gürültüyle seslendi dostuna

Yüklen bu bahçeyi geniş omuzlarına

Bu yükü mutlaka güneşe taşıman gerek…

Bir tek kaya doruklaşmıştı o gün

Al bir mendil sancaklaşmıştı o gün

Elinde yüreği silah bir adam

Halk burcunda bayraklaşmıştı o gün…

                   Adnan Yücel

Bunlara da bakabilirsiniz

Ekim Devrimi 107 Yaşında! YA BARBARLIK YA SOSYALİZM!

Ekim Devrimi, Çarlık Rusyası’nda kullanılan takvimle 25 Ekim 1917 tarihinde gerçekleşti. Batı’da kullanılan takvime göre …

KÜÇÜK DEV KADIN Makbule Berktaş

Makbule Ana’mızı, 31 Ekim 2021’de kaybettik. Yayınevimiz tarafından yakında baskıya girecek olan, onun hayatını ve …

Emeklilere Eziyet Yılı

İnsan Hakları Derneği Adana Şubesi Yaşlı Hakları Komisyonu ve Emekliler Dayanışma Sendikası Merkez Yönetim Kurulu …