7 Ekim’in yıldönümünde; Ortadoğu’da yükselen savaş

Son aylarda Ortadoğu’da giderek tırmanan gerilim, İsrail’in hamlesiyle savaşa dönüştü. Lübnan’a ve İran’a dönük saldırılar ve karşı saldırılarla, Ortadoğu’daki savaşın yeni bir aşamasının başladığı ilan edildi.

Tam da 7 Ekim’de 2023’te başlayan Gazze savaşının yıldönümü yaklaşırken ve İsrail’in kendi içinde de, dünya kamuoyunda da “Gazze’de ateşkes” çağrıları yükselmişken, Netanyahu’ya dönük tepkiler hem içeride hem de dışarıda artmışken, ABD ve İsrail dikkatleri başka bir yere, Gazze saldırısından çok daha büyük ve tehlikeli bir savaşa çevirmiş oldu.

7 Ekim saldırısının yıldönümü

Bir yıl önce 7 Ekim’de Hamas başta olmak üzere Filistinli direniş örgütleri tarafından Gazze’den İsrail’e, adına “Aksa Tufanı” dedikleri bir saldırı başlatıldı. 20 dakika içinde 5 bin füzenin atıldığı, yoğun füze atışları ile İsrail’in Demir Kubbe’sinin adeta yokedildiği; 6 bin militanın paramotorlar, sürat motorları, kamyon, kamyonet ve motosikletlerle 119 noktadan İsrail sınırlarını delerek, sınırdaki İsrail yerleşimlerine girdiği bir saldırıydı bu. Saldırıda siviller dahil 1200 İsrailli öldürülmüş (bunların önemli bir kısmının Hamas militanlarının Gazze’ye dönüşünü engellemek isteyen İsrail’in, pervasızca sivilleri de kapsayan bombardımanı nedeniyle olduğu söyleniyor), 251 kişi esir alınmıştı. Bu olay, İsrail’in devlet olduktan sonra yaşadığı en büyük saldırı niteliğini taşıyordu.

O süreçte, 7 Ekim saldırısının Filistin direnişi için bir “intihar” olduğunu, İsrail’in Gazze’yi ezip geçmek için fırsat bulduğunu söyleyenler vardı. Ancak sonuçları ne olursa olsun, içeride ve dışarıdaki kimi gelişmeler nedeniyle, bu saldırı Filistin direnişi açısından bir zorunluluğa dönüşmüştü. Neydi bu gelişmeler?

Birinci sırada, Filistin direnişinin giderek gündemden düşürülmesi, İsrail’in çıkarlarına uygun bir “çözüm”e entegre edilmesi süreci vardı. Ki aynı dönemde, İsrail’in Filistin halkına dönük saldırı ve vahşetinde bir artış sözkonusuydu. Gazze’deki halk ağır bir kuşatma altında boğuluyordu. Mescid-i Aksa’ya saldırılar durmuyor, Batı Şeria’da, Doğu Kudüs’te toprak gaspı ve işgaller artıyor, Filistinli tutsaklar zindanda unutuluyordu. Saldırı, Filistin direniş örgütlerinin bu vahşete karşı kaçınılmaz tepkisi oldu. Filistin sorununu yeniden gündemleştirdi; dünya kamuoyunun gözünü buradaki saldırganlığa çevirmesini sağladı.

İkincisi, ABD emperyalizmi İsrail’in Arap dünyası ile “barışması” yönünde önemli adımlar atıyordu. Eylül 2020’den itibaren dönemin ABD Başkanı Trump, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve Bahreyn ile İsrail arasında anlaşmalar imzalanmasını sağlamış; ardından Suudi Arabistan’ı da bu sürece dahil etmek için çalışmalar yürütmüştü. Bu çalışmaların ürünü olarak, Eylül 2023’te İsrail ile Suudi Arabistan arasında, bakan düzeyinde karşılıklı ziyaretler gerçekleştirildi. Suudi Arabistan, nükleer silah ve yeni askeri anlaşmalar karşılığında, İsrail’i tanıma aşamasına gelmişti. İsrail, Arap dünyası ile ilişkilerini güçlendirirken, Filistin halkına dönük saldırılarına oluşabilecek muhalefeti de önlüyor; Filistin’in tabutuna son çivileri çakıyordu.

Üçüncüsü, Rusya ve Çin emperyalizmi, kendi öznel çıkarları gereği Hamas’ın bu saldırısını desteklediler.

Çin, Suudi Arabistan ile İran’ı “barıştırmak” için Mart 2023’te Pekin’de bir toplantı düzenlemiş, toplantıda iki ülke elçiliklerini yeniden açma ve ekonomik-güvenlik işbirliği anlaşmaları yapma kararı almıştı. Ve bu karar, Çin’in Ortadoğu’daki etkisini artıran bir adım oldu.

Çin, İsrail ile ekonomik ilişkilerini sürdürmekle birlikte, Filistin direnişi ile tarihi bağlara sahip bir ülke. Daha Mao döneminden itibaren Filistinlilere silah yardımında bulundu, açık bir şekilde Filistin’i sürekli destekledi, çeşitli tarihlerde “bağımsız Filistin devleti kurulması” gerektiği yönünde açıklamalar yaptı, İsrail’in “Filistin’e soykırım uyguladığını” söyledi. İran üzerinden de Filistinli örgütleri ve Lübnan Hizbullahı’nı sürekli destekledi. Hatta son olarak Temmuz 2024’te Pekin’de bir “Filistin Zirvesi” düzenleyerek, Hamas ve FKÖ başta olmak üzere, Filistinli direniş örgütlerini “kendi himayesi altında” uzlaştırdı.

ABD’nin Filistin’i yok sayan ve Eylül 2023’te İsrail-Suudi Arabistan üzerinden Arap-İsrail yakınlaşmasını hedefleyen girişimi, Çin’in Ortadoğu politikalarına zarar verecek nitelikteydi. Bu nedenle Çin, Hamas’ın İsrail’e saldırısını destekledi.

Rusya ise aynı süreçte Ukrayna’daki savaşta zorluklar yaşamaya başlamıştı. ABD ve AB emperyalistleri, 24 Şubat 2022’den itibaren Ukrayna’ya tam destek vererek Rusya ile savaştırıyorlar. Aslında Ukrayna’nın bu savaşı kazanma ihtimali olmadığı biliniyor. Bu nedenle amaç Ukrayna’nın kazanması değil, Rusya’nın burada “oyalanarak” dünyanın diğer bölgelerindeki, özellikle Ortadoğu’daki gelişmelere müdahale etmesini engellemek. Ancak Ukrayna’nın savaşı sürdürmesi, Batılı emperyalistler açısından çok kolay değil. Büyük bir askeri-ekonomik desteğin Ukrayna’ya akıtılması gerekiyor. Öyle ki 3 Ekim 2023’te NATO yetkilileri, Ukrayna’ya destek için NATO depolarında mühimmat stoklarını tükendiğini söylemek zorunda kaldı.

Bu koşullarda Rusya için, Batılı emperyalistlerin dikkatinin ve askeri-mali kaynaklarının İsrail’e yönelmesi, Ukrayna savaşında bir rahatlama anlamına gelecekti. Eylül 2023’de Hamas liderlerinden Haniye’nin Rusya ziyareti sırasında, muhtemelen Hamas’ın İsrail’e saldırısı da konuşuldu ve Rusya buna tam destek verdi.

Bu koşullarda 7 Ekim saldırısı Hamas’ın önderliğinde Filistinli direniş örgütleri tarafından, Rusya ve Çin’in desteğiyle başlatıldı.

Gazze savaşından Lübnan’a

Lübnan savaşı, ABD ve İsrail’in Ortadoğu politikalarında yaşadığı sıkışma nedeniyle başladı.

Geçen bir yıl içinde, İsrail’in yoğun bombardımanları, kara saldırıları vb ile, Gazze’de çoğu sivil olmak üzere yaklaşık 42 bin kişi öldürüldü, Gazze topraklarının yarısından fazlası enkaza dönüştü. 2 milyondan fazla Filistinli, gıda, su, barınma, sağlık, temizlik, elektrik ve yakıt gibi temel insani ihtiyaçlara erişemiyor. İsrail Gazze’de tam bir yıkım gerçekleştirdi. Gazze’nin yeraltı tünellerine tonlarca deniz suyu basmaktan operasyonlar düzenlemeye kadar sayısız saldırı yaptı. Ancak ne Filistin direnişini yokedebildi ne de Gazze’de yaşayan Hamas önderlerine ulaşabildi. Filistinli örgütler, bütün bu imha saldırısına, Gazze’de artan İsrail işgaline ve kesintisiz operasyonlara rağmen, sınırlı biçimde de olsa karşılık vermeye devam ettiler.

Üstelik aynı süreçte Filistin sorunu yeniden tartışılmaya başlandı. Bir yıl önce Filistin’le ilgili her şeye gözlerini kapatarak İsrail’in vahşetine terketmeye hazırlanan emperyalistler bile, “iki devletli çözüm” olabilir mi diye konuşmaya, bu konuda İsrail’i sıkıştırmaya başladılar.

Bu arada İsrail’de Netanyahu hükümeti, esir İsraillileri geri alamadığı için ülke içinde halkın yoğun baskısına ve protestolarına maruz kalırken, ülke dışında da destekçilerinin bir kısmı açık destek vermeyi bırakmak, kamuoyu önünde İsrail’i eleştiren konuşmalar yapmak zorunda kaldılar.

Bir yıl süren savaşın ardından, bütün saldırganlığına rağmen İsrail, Gazze savaşını kazanamadı; büyük güç kaybına rağmen Filistin direnişi yenilmedi.

Bu koşullarda İsrail’in, tıkanan savaşın önünü açmak, dikkatleri Gazze’den başka bir noktaya çevirmek ve Hamas’a Hizbullah’tan gelen lojistiği kesmek için Lübnan’da yeni bir cepheye ihtiyacı doğdu.

İsrail’in Arap dünyasına entegre olmasının önündeki en büyük engel, Lübnan Hizbullahı ve İran’dır. Ancak İsrail, İran’la da Hizbullah’la da ucu açık, Ukrayna-Rusya savaşına benzeyen bir “yıpratma savaşı”na girişemez. Sadece coğrafi konumu değil, Arap dünyası nezdinde kaygan bir zemindeki siyasal konumu da, kendi halkı da bunu kaldıramaz. Diğer taraftan, İran’ın bugüne kadarki en büyük başarısı, savaşı kendi topraklarının dışında tutmasıdır. İsrail ile girişilecek bir savaş, İran’ın kendi topraklarını da ateşin içine sokar. Benzer biçimde Lübnan Hizbullahı ile bir savaşa girmek, İsrail’in kuzeyini güvensiz hale getirir; savaşı İsrail topraklarının içine taşır. Hatta Gazze’de direnişin kırılmadığını düşünürsek, iki taraflı ateş altında kalma ihtimali, İsrail devleti için önemli bir sorundur.

Bu kaygılar ve İran ile Lübnan Hizbullahı’nın 2011’den bu yana Suriye başta olmak üzere Ortadoğu savaşları içinde yetişmiş, pişmiş askeri kadrolara ve yöneticilere sahip olması; kendi topraklarında istikrarı büyük oranda sağlamış olan Suriye’nin de savaşa dahil olma ihtimali, İsrail’in bugüne kadar her iki ülkeyle savaşa girmesinin önündeki engellerdi. Bu ülkeler arasında sayısız kez taciz saldırıları, bombalamalar, suikastlar gerçekleşti; ancak tarafların tümü, bunun bir savaşa dönüşmesine izin vermedi. En son geçtiğimiz Temmuz ayında Hizbullah’ın üst düzey komutanlarından Fuad Şükür’ün Lübnan’da, Hamas lideri İsmail Haniye’nin İran’da İsrail tarafından öldürülmesi bile, bir savaşı başlatmaya yetmedi.

Ancak Gazze savaşının geldiği noktada, İsrail’in başka çaresi kalmadı.

Tıpkı Ekim 2023’te Filistinlilerin “kaybedecek bir şeyimiz kalmadı, bundan daha kötüsü olamaz, ama belki kazanma ihtimalimiz olabilir” diyerek İsrail’e saldırı başlatması gibi, bugün İsrail Gazze’de kazanamadığı savaşta dengeleri değiştirmek için, Lübnan’a saldırı başlattı. 

Bu savaş, sadece İsrail’in kendi kararı değil, ABD’nin emperyalist savaş politikalarıyla da uyumluydu. ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin pek çok hamlesi boşa düşmüştü. 2011’de başlayan Suriye savaşında, ABD için somut bir kazanım yoktu; IŞİD’i yenen Esad Hükümeti kendi gücünü tahkim etmiş, Rusya bölgede güçlenmişti. ABD Rojava’da askeri üslere sahip olmuştu; ancak PYD’nin ayrılıp bir Kürt devleti ilan etmediği koşulda, Rusya ve Suriye ile işbirliği yapmayacağının, ABD ile ilişkilerini sürdüreceğinin garantisi yoktu. Diğer taraftan İsrail’in Arap ülkeleriyle barışması, Suudi Arabistan ile anlaşmalar imzalaması ve Ortadoğu’daki yerini güçlendirmesi konusundaki adımlar da, “Aksa Tufanı” ile boşa düşmüştü. Çin giderek güçleniyor, Filistin başta olmak üzere pek çok konuda inisiyatif alıyor, bağlarını sağlamlaştırıyordu. Ukrayna’da NATO bütün kaynaklarını seferber etmesine rağmen, Rusya hakimiyeti kaybetmemişti. Tüm bu koşullar altında, ABD’nin başlattığı 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı bir tıkanma içine girmişti. Ve ABD’nin yeni bir hamleye, yeni bir savaşa, güçler dengesinde yeni bir el açmaya ihtiyacı vardı.

İsrail bu defa çok hazırlıklı

İsrail Hizbullah karşısında iki büyük yenilgi almıştı. İlki, 2000 yılında yaşandı. İsrail 1982’de Lübnan’ı işgale başlamış, 2000 yılında Lübnan’ın büyük bölümünü işgal altına almıştı. Hizbullah, bu işgal sürecinde doğdu ve 2000 yılında İsrail’i geri püskürten, Lübnan işgalini sona erdiren güç olarak tarihe adını yazdı. Sonrasında Hizbullah, Lübnan’ın güneyinde hakimiyet kurmanın yanısıra, parlamentoya da temsilci gönderdi.

2006 yılında İsrail-Hizbullah savaşı yeniden başladı. Bu savaş başladığında herkes İsrail’in hızla Hizbullah’ı yerle bir edeceğini bekliyordu. İsrail’in, o güne kadar oluşturduğu “yenilmezlik” miti, çok güçlü bir askeri teknolojiye sahip olması, gelişkin istihbaratı, arkasındaki ABD desteği gibi unsurlar, İsrail’in hızlı bir zafer kazanmasının unsurları gibi görülüyordu. Ancak öyle olmadı. Hizbullah’ın İsrail topraklarına düzenlediği bir baskında 8 İsrail askerini öldürmesi ve 2 İsrail askerini de kaçırarak esir takası talep etmesinin ardından, 12 Temmuz 2006’da İsrail Hizbullah’a dönük olarak imha saldırısı ve kara harekatı başlattı. 34 gün süren savaşta Hizbullah’ın en önemli avantajı, tüm teknolojik aletlerini kapatması ve bu nedenle İsrail istihbaratının “kör” olmasıydı. Hizbullah kendi iç iletişiminde, cep telefonu gibi takip edilmesi ve dinlenmesi kolay araçlar yerine, eski teknoloji çağrı cihazı ve telsiz türü araçlara geçmiş, bu da savaşta onu avantajlı konuma getirmişti.

34 gün süren savaş, İsrail’in hiçbir somut kazanım elde edemeden çekilmesiyle sonuçlandı. Hem İsrail’in “yenilmezlik” miti, hem de İsrail ordusunun kendine güveni yıkıldı.

İsrail’in bu savaştan önemli dersler çıkardığı ve bugünkü saldırıyı gerçekleştirmek için uzun süredir hazırlık yaptığı görülüyor. 17 Eylül 2024 günü çağrı cihazlarının, arkasından telsizlerin patlayarak en az 30 kişinin öldüğü, binlerce kişinin yaralandığı saldırılar, belli ki çok önceden planlanmıştı. Çünkü bu saldırının, sözkonusu cihazların “hacklenmesi”yle değil, daha üretim aşamasında içine parça yerleştirerek gerçekleştiği tahmin ediliyor. Eldeki veriler, Hizbullah’ın çağrı cihazı sipariş aşamasında İsrail’in devreye girdiğini; sahte şirketler üzerinden bu siparişleri doğrudan İsrail’in üreterek Hizbullah’a teslim ettiğini gösteriyor.

Ve bu saldırılar, yaralı ve ölümlerin yanısıra, Hizbullah karşısında İsrail’in psikolojik zaferi anlamı da taşıyor. 

Ardından, Hizbullah’ın 32 yıllık lideri Nasrallah’ın da içinde olduğu önder kadro, İsrail’in nokta atışlı füze saldırılarıyla katledildi. 85 ton sığınak delici bomba, sivilleri de hedef alacak biçimde, 27 Eylül akşamı Lübnan’ın güneyindeki Hizbullah komuta merkezine yağdı. 1 Ekim’de ise İsrail tankları Lübnan sınırından içeriye girdi. Böylece savaş başladı.

Hizbullah yenildi mi?

Nasrallah başta olmak üzere Hizbullah’a önemli kayıplar verdirmiş olmak, hemen arkasından Hizbullah’ın füze deposunu havaya uçurmak, İsrail’de hemen zafer çığlıklarının yükselmesine neden oldu. Adeta 2006’nın rövanşı gibi ele aldılar. Hatta İsrail basınında “Vaadedilmiş topraklar” haritasını genişlettiler, Ortadoğu’nun neredeyse yarısına göz diktiler.

Hizbullah elbette ağır bir kayıp vermiş durumda. Ancak bunun bir “yenilgi” olup olmadığı henüz belli değil. 2011’de başlayan Suriye savaşında tecrübe kazanmış, aktif savaşa hazır bir komuta kademesi ve savaşçıları var. Hizbullah’ın operasyon ve komuta-kontrol yeteneklerini, kayıplara rağmen koruduğu söyleniyor. Ayrıca silah-füze kapasitesi de İsrail’in imha ettikleriyle sınırlı değil. İsrail’in yüksek teknolojik savaş gücü karşısında uzun yıllar adeta gerilla savaşı taktikleriyle örgütlenmek zorunda kalan Hizbullah’ın kırsal alanda dağılmış yeraltı mevzileri füze göndermeye devam ediyor. Ve bu füzelerin kapasitesi İsrail’i korkutmaya, Netanyahu’yu panikle sığınağa koşturmaya devam ediyor. Bu korkudur ki, İsrail halen hem Gazze savaşına sınır olan güney bölgesini, hem de Lübnan’a sınır olan kuzey mahallelerini boş bırakmaya, buradaki nüfusu iç bölgelere taşımaya devam ediyor.

İsrail Hizbullah’a saldırırken, bir yandan da Lübnan yönetiminin Hizbullah ile olan çelişkisinden yararlanmak, bu çelişkiyi derinleştirmek amacını güdüyor. Hizbullah, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin “terör örgütü” listesinde, ancak Lübnan’da siyasi bir parti olarak parlamentoda milletvekilleri var.

Lübnan hükümetinin Batılı emperyalistlerle olan ilişkisi ise karmaşık bir konu. ABD’nin Lübnan ordusu üzerinde kontrolü var; -hatta bir dönem Lübnan askerlerinin maaşlarını ABD ödüyordu- güçlenmesine, gelişkin silahlara sahip olmasına izin vermiyor. Buna karşın Lübnan devleti de Hizbullah’ın varlığını Batılı emperyalistlere karşı bir denge unsuru olarak kullanıyor. Çünkü Hizbullah, İsrail’in doğrudan saldırıları ve bölgedeki yayılmacı hedefleri karşısında bir bariyer rolü oynuyor. Hizbullah olmasaydı, daha 2000’lerin başında Lübnan’ın büyük bölümü İsrail topraklarına katılmıştı. İsrail’in önce Lübnan’ın güneyine, Hizbullah’ın etkin olduğu bölgeye saldırıp ardından başkent Beyrut’u bombalaması ise, Lübnan’daki diğer siyasi güçleri, İsrail karşısında birleştiren bir etki yaratıyor.

Tüm bu tablo, Hizbullah’ın o kadar kolay bir yenilgi almayacağını gösteriyor. Zaten 2 Ekim günü İsrail ordusu ile Hizbullah güçlerinin ilk fiziki karşılaşmasında, İsrail’in kayıplar verdiği belirtiliyor. Keza 7 Ekim’in yıldönümünde Hamas İsrail’in başkenti Tel Aviv’e roket saldırısı düzenlerken, Lübnan Hizbullahı da İsrail’in en büyük kentlerinden olan Hayfa’yı roketlerle vurdu.

İsrail, güney Lübnan’ı, başkent Beyrut’u çeşitli biçimlerde bombalamaya, Hizbullah komutanlarını öldürdüğünü açıklamaya devam ediyor. Ancak pek çok farklı noktaya sakladığı silah gücü, tecrübeli askeri unsurları ve halk desteğini almış Hizbullah, İsrail’in bu hedefini kolayca gerçekleştirmesine izin vermeyecektir.

İran’dan gecikmiş misilleme

Hamas lideri Haniye’nin iki ay kadar önce 31 Temmuz’da İran’ın başkentinde öldürülmesinin ardından, İran’ın misilleme yapacağı çok konuşuldu; ancak gerçekleşmedi. Haniye’nin öldürülmesi, aslında İran’a dönük büyük bir meydan okumaydı. Yeni Cumhurbaşkanı Pezeşkiyan’ın göreve başlama töreni sonrasında, Haniye İran koruması altındayken, İsrail tarafından öldürülmüştü. Şimdi açıklanan bilgilere göre, İran o dönemde misilleme yapmak istemiş; ancak ABD “Gazze’de yakında ateşkes ilan edileceği” vaadiyle İran’ı bekletmişti.

Gazze’de ateşkes gerçekleşmedi. Üstelik İsrail, İran’ın en etkili savaş gücü Hizbullah’a darbe indirdi. Ardından İsrail, İran’a da füze gönderdi. Bu koşullarda İran, 1 Ekim akşamı İsrail’e füze yağdırdı ve bu füzeler, İsrail’in askeri tesislerini vurdu. Misillemenin düzeyi, savaşa girecek kadar değildi, fakat sesten 7 kat hızlı giden bu füzeler, İsrail’in “dokunulmazlığı” mitini bozmaya, ABD ve İsrail için kolay lokma olmayacağını göstermeye yeterliydi.

İran’ın füzeleri kadar etkili bir silahı da, petrol piyasaları üzerindeki etkisi. Geçtiğimiz Nisan ayında İran, kendisine dönük bir tehdit olursa Hürmüz Boğazı’nı kapatacağını açıklamıştı. Küresel ham petrol üretiminin yüzde 25’i, her gün bu boğazdan geçerek dünya pazarlarına ulaşıyor. Boğazın kapanması, petrol fiyatlarını, üretim ve tüketimini altüst edecek bir karar olacaktır. Keza İran’ın Yemen’deki işbirlikçileri Husiler de, ne zaman işler sertleşse, Kızıldeniz’deki gemileri hedef alıyorlar. Eylül 2019’da Husiler, Suudi Arabistan’da Aramco’nun petrol tesislerini vurmuş; bu saldırı bir taraftan petrol fiyatlarının birden yüzde 20 artmasına neden olurken, diğer taraftan Suudi Arabistan’da önemli bir güvenlik sorununun olduğunu göstermişti.

Yanısıra, İran petrol tesislerine düzenlenecek bir saldırı, İran petrolünün yaklaşık yüzde 90’ını satın alan Çin’i de doğrudan etkileyecek, Çin’in bölgeye dönük politika ve müdahalelerini sertleştirecek bir unsur olacaktır.

Bütün bunlar, İsrail’in meydan okuma açıklamalarına rağmen, şimdilik Gazze ve Lübnan savaşı ile yetineceğini gösteriyor.

Hizbullah ve Hamas’a

desteğin sınırları

Geçen yıl 7 Ekim saldırısının başlamasının ardından, Hamas’a nasıl yaklaşmak gerektiği tartışma konusu olmuştu. Şimdi de Nasrallah’ın ölümünün ardından, kimi devrimci-demokrat yapılar onu öven ve dayanışma ifade eden yazılar yazıyorlar.

7 Ekim’in ardından 12 Ekim 2023’te internet sitemizde yayınlanan yazıda da belirttiğimiz gibi, İsrail Siyonizmi’nin işgali ve vahşi politikaları altında yaşamak zorunda bırakılan Filistin halkının direnişi meşrudur ve sahiplenilmelidir. Bir tarafta 75 yıldır Siyonist İsrail devletinin işgal ve katliamları, diğer taraftan bağımsızlığını savunan ve direnen bir halk var. Ancak bir halkın ulusal kurtuluş hakkını savunmak ile, o süreçte o direnişe önderlik eden siyasi yapıyı savunmak, bir ve aynı şeyler değildir. 1970’lerde Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ve Arafat önderliğindeki FKÖ, Türkiyeli devrimci yapıların desteğini alıyordu. Deniz Gezmiş başta olmak üzere pek çok devrimci Filistin topraklarına giderek bu örgütlerle omuz omuza, Filistin halkı için savaşmıştı. Keza Gazze’de başlayan, 1987’den 1993’e kadar süren, genel grevlerle, yollara kurulan barikatlarla, protesto eylemleriyle, İsrail askerlerine taş atan Filistinli çocuklarla sembolleşen intifada süreci de, Türkiyeli devrimcilerin desteğini almış, sahiplenilmişti.

Ancak sonrasında FKHC güç kaybedip, FKÖ giderek işbirlikçi bir çizgiye evrildikçe, Türkiye Devrimci Hareketi’nin de bakışı değişti. Filistin halkının Siyonist İsrail’e karşı bağımsızlık mücadelesi ve direnişi her koşulda meşruluğunu sürdürdü elbette. Çünkü bizim için aslolan, Filistin halkının özgürlük taleplerine ve direnişine sahip çıkmaktır. Ancak bu direnişe destek olmak, direnişe önderlik eden örgütlere de destek olmak anlamına gelmez. FKÖ uzlaşmacı-emperyalistlerle işbirliği yapan bir örgüttür; Hamas ise dinci-gerici bir örgüt. Bu örgütlerin kitle desteğini almış olması, dönemseldir, devrimcilerin zayıflığındandır. Ve bugün bizim desteğimiz Hamas’a değil, Filisin halkının direnişinedir.

Benzer bir durum Lübnan Hizbullahı için de geçerlidir. Lübnan Hizbullahı, Türkiye’de radikal İslamcı bir çete konumundaki, domuz bağı kullanarak insanlara yaptığı korkunç işkencelerle, katliamlarla, bahçesine insan gömülmüş vahşet evleri ile bilinen Hizbullah’tan farklıdır. Lübnan’daki İsrail işgali sırasında doğmuş, asıl olarak Şii nüfusun içinde güçlenmiş ve kitle desteği almış bir örgütlenmedir. 1990’ların sonundan itibaren İsrail’e karşı direnen, Filistin halkına ve onun önderlerine büyük destek veren bir gücü de vardır. Ayrıca Suriye’de 2011 sonrasında başlayan savaşta, IŞİD çetelerine karşı büyük bir direniş gerçekleştirmiş, Suriye halkının kurtuluşunda önemli bir rol üstlenmiştir. Fakat bütün bunların yanında, Hizbullah dinci bir örgütlenmedir.

Ortadoğu’da, İran’ın önderliğinde oluşturulan ve kendilerini “Şii Direniş Cephesi” olarak tanımlayan bir ittifak sözkonusu. İran, Lübnan Hizbullahı, Yemen’de Husiler, Suriye’de Esad yönetimi, kısmen Irak Şiileri ve Şii olmadığı halde Filistin Haması bu ittifakın içinde yeralıyorlar ve ABD-İsrail ittifakına, bu ittifakın Suudi Arabistan gibi ortaklarına ve onların tetikçiliğini yapan radikal İslamcı çetelere karşı birlikte direniyorlar.

Ancak bu direniş, onları “halkların dostu” yapmıyor. Bir emperyalistin (ABD ve Batılı emperyalistler) savaş politikalarına ve saldırılarına karşı, başka emperyalistlerin (Rusya ve Çin) desteğini alarak ve onların çıkarları doğrultusunda mücadele ediyorlar. ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki hegemonya politikalarına karşı, Çin ve Rusya emperyalistlerinin Ortadoğu politikalarını hakim kılmaya çalışıyorlar.

Bu ayrım çok iyi yapılmalıdır.

Ortadoğu halklarının ABD emperyalizmine karşı direnişini devrimciler sahiplenmeli ve destek vermelidir. Ancak Hizbullah, Hamas ya da Husiler, emperyalistlerle işbirliği yapan, siyasi-askeri-ekonomik destek alan örgütlerdir. Onların “lideri” konumundaki İran ise, kapitalist-emperyalist sistemin içindeki bütün devletler gibi, kendi halkına zulmeden (Mahsa Amini eylemlerini unutmayalım), kendi halkını sömüren (İran petrol işçilerinin eylemleri vb), İslamcı-gerici bir devlettir.

Bu gerçeği yok sayarak halkların direnişi ile onların önderliğini yapan örgütleri-hükümetleri aynılaştırmak, ideolojik-siyasi olarak büyük bir hata olacaktır.

* * *

İsrail bugün Gazze direnişini gündemden düşürmek, kendi iç kamuoyundaki muhalefeti bastırmak, Gazze’nin Hizbullah ile bağlantısını, böylece lojistik hattını koparmak hedefiyle ve ABD’nin onayıyla yeni bir savaş başlattı. Nasrallah başta olmak üzere Hizbullah komuta kademesine verdiği zarar ile, ilk anda amacına ulaşmış gibi bir görünüyor.

Ancak unutmayalım: Ortadoğu, bütün emperyalistlerin, üzerinde hegemonya planları yaptığı bir sahadır. Ve Ortadoğu’nun kaygan kumları üzerinde, bütün siyasi hesapların şaşması, dengelerin tersine dönmesi ihtimali her zaman vardır.

Bunlara da bakabilirsiniz

Öğretmen mülakatları emek gaspıdır

Milli Eğitim Bakanlığı 25 Ekim’de mülakat sonuçlarını açıkladı. Bir “müjde” olarak ise 20 bin sözleşmeli …

“ZAFER ne zaman gelecek bilmiyorum. Ama geleceğini biliyorum…”      

1800’lü yılların ilk yarısında, dünya, işçi direnişleri ve halk isyanlarıyla alev topu gibiydi. Bu ülkeler …

Ser verip sır vermeyen yiğit: İSMAİL GÖKHAN EDGE

İsmail Gökhan Edge, Diyarbakır işkencehanelerinde sır vermedi, ser verdi. O, 1953 yılında Eskişehir’de doğdu. İzmir …