KÜÇÜK DEV KADIN Makbule Berktaş

Makbule Ana’mızı, 31 Ekim 2021’de kaybettik. Yayınevimiz tarafından yakında baskıya girecek olan, onun hayatını ve mücadelesini anlatan kitabın “giriş” bölümünü yayınlıyoruz. Ana’mızı saygıyla, özlemle anıyoruz.

 

Bir insanın hayatı bir kitaba sığar mı?

Üstelik 1940’ların başında doğmuş; savaşları, darbeleri, kıtlıkları yaşamış; çocukluğundan itibaren hep çalışmış, ama bir ev sahibi bile olamadığı için Almanya’ya gitmek zorunda kalmış; çocuklarıyla birlikte devrimcilerle tanışmış, önce tutsak anası, sonra hak ve özgürlükler savaşçısı olarak büyük bir mücadele vermiş 80 yıllık yaşamı, bir kitaba sığdırmak mümkün mü?

Bir işçi, ardından göçmen işçi olarak verdiği hayat kavgasını; bir kadın olarak toplumsal eşitsizliğe başkaldırışını; işkence ve cezaevleri başta olmak üzere faşizme karşı yürüttüğü siyasal mücadeleyi bir kitaba sığdırmak mümkün mü?

Ömrü mücadeleyle geçmiş bir kadından, bir anadan, bir savaşçıdan sözediyoruz. 80 yıla sığdırdığı o kadar çok anı, o kadar çok insan ve o kadar çok mücadele külliyatı var ki, “ne söylesem eksik ve ne desem kifayetsiz kalacak” duygusunu yaşamamak mümkün değil. Ama bu mücadele dolu ömrü, mutlaka yazmak gerekiyordu. Eksik de kalsa bir yerden başlanmalıydı. Zor olan başlangıçtır her zaman. Daha fazla geç kalmadan bu “başlangıç” yapılmalıydı…

Bu duygularla başladım “annemin kitabı”nı yazmaya. Böyle bir kitabı yazmayı zorlaştıran unsurlardan biri de, hiç şüphesiz annemi anlatacak olmamdı…

Onu kaybedeli 3 yıl oldu. Sanki dün gibi, hatta hiç ölmemiş gibi… Çok sık düşündüğümüzden, konuştuğumuzdan olsa gerek. İnsan asıl unutulunca ölürmüş ya, unutmadığımız ve unutmayacağımız için hep bizimle yaşayacak. Daha önemlisi, bu hayata kattıklarıyla, dokunduğu herkeste ve her işte bıraktığı izlerle yaşamaya devam edecek…

Annem hayatının anlatılmasını isterdi. Ölmeden önce “bizi yazın” demişti. Çünkü ancak yazılı hale gelirse, kendinden sonraki nesillere ulaşacağını, öldükten sonra da yaşayacağını biliyordu; ve o zaman yaşadıklarının bir anlamı olacaktı. Böyle düşünüyordu. Bu yanıyla onun vasiyetini yerine getiriyoruz.

Aslında onun da içinde yeraldığı ’80 öncesi dönemi yazmayı çok önceden düşünmüştüm. Ama hayat bazı planları ya alt-üst ediyor, ya da geciktiriyor. Kendisini anlatan bir kitabı okumasını, istediği gibi olup olmadığını bizzat kendisinin söylemesini isterdim. Onun taktirini de, eleştirisini de duymak mutlu ederdi; dahası düşündürür, geliştirirdi. Çok hakkaniyetli, gerçekçi ve karşısındakini incitmeden yapardı değerlendirmelerini. Onu tanıyan herkes bu özelliklerini bilir. Etrafında saygı ve sevgi halesinin oluşmasında, dobra denilecek kadar açık sözlü oluşunun, ama bunu kırmadan-dökmeden yapmasının payı büyüktür.

* * *

Bu kitap, bir biyografi kitabı. Yani bir yaşam öyküsü. Genellikle “büyük” insanların biyografisi yazılır. Sanatçı, kaşif, siyasetçi, devlet adamı vb… Bir işçinin, emekçinin, halktan bir insanın biyografisi pek yoktur. Elbette her insanın bir “yaşam öyküsü” vardır, en sıradan insanın bile hayatında özgün yönler bulunabilir. Ama yazın dünyası elit bir kesimden oluştuğundan, popüler olana yönelir çoğu kez. Üstelik kitaba bile “sanatsal değer”den ziyade kazandıracağı “para”dan bakıldığından, “ünlü”lerin hayatı anlatılmaya layık bulunur!

Makbule Berktaş “ünlü” biri değildi. Ama “büyük bir insan”dı! Nazım Hikmet’in “büyük insanlık” olarak tanımladığı emeğin dünyasından çıkan büyük bir insan…

Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Tüm yoksul emekçiler gibi, ömrü zorluklar içinde geçti. Hem bir işçi, hem bir kadın, hem tutsak anası olarak çok sıkıntılar, acılar yaşadı. Ama o “acıyı bal eyleyen”lerdendi, bu zorluklarla baş etmesini bildi. Hiçbir zaman ahlayıp-vahlayarak, sızlanarak geçirmedi ömrünü. Aksine varolan durumu değiştirmeye kilitlendi ve bunun için ne gerekiyorsa onu yaptı. Özel hayatında da, toplumsal hayatta da böyle davrandı.

Çocuk yaşta çalışmaya başlaması, emeği öğrettiği kadar, emeğin değiştirici-dönüştürücü gücünü kavramasını da sağlamıştı. Tarlalarda çapa yapar, pamuk toplarken, fabrikalarda boyu yetmeyen makinelerde iplik dokurken, sömürüyü de öğrendi, ona karşı mücadeleyi de… Hayat kavgasına küçük yaşta atılmak, onu erken olgunlaştırmıştı. Ayakta kalmak için hem çok çalışmalı, hem güçlü olmalıydı. Çok çalıştı gerçekten de… Pamuk toplama rekorları kırdı, dokuma fabrikasında en hızlı çalışan işçi oldu; çevresinde en güzel dantel, kanaviçe işleyen ve herkesten daha hızlı bitiren bir üne sahipti. Almanya’da çalıştığı dönemde, onların da takdirini kazanan bir performans gösterdi.

Elindeki en güçlü silahı, işgücüydü. En büyük itilimi ise, sevdiklerine bağlılığı, onlara daha iyi bir hayat sunma isteği ve sorumluluğu… Bu önce annesine karşı duyduğu sevgi ve sorumluluktu; sonra çocuklarına, daha sonra tüm devrimci çocuklara ve ezilen-sömürülen herkese…

Cesaretini, gözüpekliğini, atılganlığını, bu duygularının yoğunluğundan alıyordu. Başardıkça kendine güveni arttı. Güveni arttıkça daha cesur ve güçlü oldu. Öylesine bir volkanik güce ulaştı ki, etrafına da umut saçıyor, güven veriyor, güç aşılıyordu.

Özelden genele, kişisel kurtuluş çabasından toplumsal kurtuluş davasına uzanan hayatı, emekçi karakterinden ve sağlam kişiliğinden kaynağını alarak onu hep ileri taşıdı. Ailesine bağlı bir “ev kadını” iken, önce tutsak yakınlarının mücadelesine katıldı, sonra insan hakları kavgası verdi, ardından derneklerde yöneticilik yapan, kitlelere önderlik eden, çevresini aydınlatan bilge bir insana dönüştü. Bu “hayat serüveni”, onu yakın çevresinin ötesine taşıdı; ülke genelinde, hatta Avrupa’da tanınır oldu.

Elbette “ünlü” olmadı hiçbir zaman, öyle bir isteği, çabası da yoktu zaten. Ama kavgasını verdiği davanın tanınır, takdir edilir, saygı duyulur bir ferdi oldu. Bu onun en büyük ödülüydü. Ölümüne dek sürdürdü mücadelesini, bastonuna tutunarak eylemlere, etkinliklere katılmaya devam etti.

Biz çocuklarına da, onun bu yorulmak bilmez mücadelesini, hep ileriye taşıdığı hayat hikayesini yazmak-anlatmak, herkese ulaştırmak görevi düştü. Yaşarken o bizi anlattı, kitaplarımızı-dergilerimizi dağıttı, ihtiyaçlarımızı karşıladı içerde-dışarda; şimdi biz onu anlatacağız, kitabını yazıp dağıtacağız…

Ölümünün ardından ülke içinden ve dışından ona dair güzel duygu ve düşüncelerini ifade eden pek çok mesaj geldi. Cenazesi tam istediği gibi devrimci çocukları, İHD’li arkadaşları, dostları, akrabaları tarafından kaldırıldı. En öndeki pankartta her zaman gururla söylediği “tüm devrimcilerin anası” yazıyordu. Torunlarının elinde mücadele alanlarında çekilen fotoğrafları vardı.

Yapılan konuşmalarda onun mücadeleci kişiliği anlatıldı asıl olarak. Çocukluğundan ölümüne kadar hayatına damgasını vuran, mücadeleydi çünkü. Hayat kavgasından sınıf mücadelesine, tutsak yakını olmaktan politik mücadeleye uzanan ömrü, onu “küçük dev kadın” yapmıştı. Bu tanım, onu tanıyan herkes tarafından çok benimsendi. Ve kitabın adını da belirledi.

* * *

Bu kitap “küçük dev kadın”a karşı sorumluluğumuz, hatta borcumuzdur. Onun şahsında devrimci çocuklarını sahiplenen, onların kavgasına destek olan tüm analara saygı duruşumuzdur. Keza emeğiyle geçinen, çocukları için didinen, aynı zamanda toplumsal sorunlara duyarlı tüm kadınlara selamımızdır.

Makbule Berktaş, sadece “iyi bir anne”, “duyarlı bir tutsak anası” değildir. Onu böyle tanımlamak eksik olur. Nitekim ölümünün ardından onu tanıyan devrimcilerden, yoldaşlarından bu yönde uyarılar geldi. Çünkü o bir “tutsak anası”, “devrimcilerin anası” olmanın ötesine geçmiş, “yoldaş ana”mız, “yoldaşımız” olmuştu.

Makbule Berktaş’ın hayatı, dileriz yeni “yoldaş analar”ın yolunu açar, onlara örnek olur. O tüm konuşmalarında, kendisiyle yapılan tüm röportajlarda, “analara sesleniyorum, çocuklarınızı sakın yalnız bırakmayın” derdi. Böylesi analara her zaman ihtiyacımız var.

Selam olsun “yoldaş ana”lara, “küçük dev kadın”lara… Selam olsun Makbule Ana’mıza…

Ve ant olsun, şart olsun ki, onları unutmayacağız, unutturmayacağız! Her daim bizimle yaşayacak, bize güç vermeye devam edecekler… Onlara “oğula ve kıza kesen bir dünya” veremediğimiz için bizi affetsinler. Anaların evlat acısı ve özlemi çekmediği bir dünyayı veremediğimiz için affetsinler… Fakat mücadele sürüyor… İnsanlığın sömürüsüz, savaşsız, sınıfsız bir dünya özlemi elbet bir gün gerçekleşecek. Ve o gün geldiğinde; analarımız, devrimci çocuklarıyla birlikte en önde yürüyecekler… Zılgıtları ve kahkahalarıyla coşturacaklar yine herkesi…

En çok onlar hak etti mutluluğu ve zaferi… En çok onlar!.. Zaferi taç yapıp taksak başlarına, ödeyebilir miyiz haklarını acaba? Biliyoruz; onlar hiçbir karşılık beklemeden çıktılar bu yola. Sadece çocukları mutlu olsun diye… Bu sömürü ve zorbalık son bulsun diye…

Onun için onlara vereceğimiz en büyük hediye, bu zorba düzeni yerle bir etmek olacaktır. Zafer şarkılarıyla yürüdüğümüz o gün, yanımızda olacaklar ve hem çocuklarıyla hem kendileriyle büyük bir gurur duyacaklar… Şan olsun analarımıza… Şan olsun yiğit kadınlarımıza…

Bunlara da bakabilirsiniz

Adana İHD’de Makbule Berktaş anısına toplantı yapıldı

İnsan Hakları Haftası dolayısıyla Adana İHD’de Makbule Ana (Berktaş) anısına bir toplantı yapıldı. 13 Aralık’ta …

Suriye cezaevleri, Türkiye cezaevleri

Yandaş basında Suriye haberlerinin önemli bir kısmını Suriye cezaevleri oluşturuyor. Büyük bir “dehşet ve panik” …

Sendikalı işçilere saldırılar protesto edildi

İstanbul’da 11 Aralık’ta Mecidiyeköy Cevahir AVM önünde saat 18’de Mücadeleci Sendikalar, tutuklu sendikacıların serbest bırakılması …