İşçiler barikatları aşa aşa, zincirleri kıra kıra yürüyorlar…
Manisa-Soma’dan yola çıkan maden işçileri, yalın ayak Ankara’ya geldiler. Meclis’in kapısına dayandıklarında, yine polis barikatlarıyla karşılaştılar. Sözde halkın temsilcilerinin olduğu meclise giremediler. Çünkü gerçekte orası patronların meclisiydi. Direnişte bunu daha net gören işçiler “satılmış vekiller” diye haykırdı.
Bellerine kadar su içinde, elektrik ve gaz kaçağı riski altında onları ölümüne çalıştıran Fernas Madencilik’in patronu Ferhat Nasırlıoğlu da o meclisin vekili! AKP’nin Batman milletvekili olarak Erdoğan’ın kolunu kaldırdığı Nasıroğlu, cumhurbaşkanının kendisine “hak verdiğini” söylüyor. “Şıracının şahidi bozacı” misali…
Bunda şaşılacak bir şey yok! Erdoğan, burjuva sınıfının çıkarlarını çok iyi koruyan bir politikacı olduğunu defalarca ortaya koydu. Patronlarla yaptığı bir toplantıda, “OHAL’i sizin için yaptık, bakın hiç grev oluyor mu” demişti açıkça. Kendi dönemlerinde patronların karlarını ne kadar çok arttırdığını söyleyerek, nankörlük etmemelerini söyleyen de oydu.
Gerçekten de işçilere iki kuruş zammı çok gören patronlar, yüzde 400 kar oranlarıyla rekor kırdılar bu dönemde. Hem de sadece “beşli çete”si değil, Koç, Sabancı, Zorlu gibi büyükler, deveyi hamutuyla götürdü. Fernas’ın patronu Nasıroğlu da AKP döneminde palazlanan patronlardan. Devasa karları, nasıl elde ettiklerini görmek için Fernas işçilerine bakmak yeterli.
* * *
Sırtını Erdoğan’a, bakanlara, emperyalistlere dayayan Nasıroğlu, direnen işçileri “sırtlarını marjinal gruplara dayamak”la suçluyor!
“Marjinal” dediği kim? Sendika! Yandaş, sarı bir sendika değil tabii; bağımsız devrimci bir sendika! Gerçi öyle bir noktaya geldik ki, patronlar artık sarı sendika bile istemiyor! Son dönemde neredeyse bütün direnişler, sendikalı oldukları için işten atılan işçiler tarafından başlatıldı. Fernas Madencilik de öyle…
Sözde sendika, anayasal bir hak! İşçiler bu hakkı kullandıkları hemen her yerde işten atılıyorlar. İşçilerin biraraya gelmesine, sarı bile olsa bir sendikada örgütlenmesine, patronların tahammülü yok! Dikensiz gül bahçesi istiyorlar. Azami karlarından en küçük bir tavize yanaşmıyorlar. Yalnızlaşan, bireyselleşen işçiyi, istedikleri gibi sömürsünler, süründürsünler, öldürsünler, ama hiç kimse sesini çıkarmasın diyorlar.
İşçiler bu duruma ne kadar katlanabilir? Üstelik ölümüne çalıştıkları halde karınları bile doymazken…
Onun için son aylarda arka arkaya işçi direnişleri patladı. Günleri, ayları, yılları bulan direnişler gerçekleşiyor.
İşçinin karşısında sadece PATRON yok! Meclisi, bakanı, cumhurbaşkanı; polisi, jandarması, mahkemesi; yandaş basını, hatta camisi, hocasıyla DEVLET var! Bütün bunlarla çarpışa çarpışa direniyorlar. Yalın ayak yollara düşüyor, aç biilaç parklarda bekliyorlar. En sık attıkları slogan “ölmek var, dönmek yok!”
İşçilerin içinde “bizi öldürsünler, belki o zaman çocuklarımıza tazminat bağlanır” diyenler var. Fabrikanın çatısına çıkan, direklere tırmananlar var. İşçiler ölümüne bir direniş sergiliyor. Kaybedecekleri bir şeylerinin kalmadığı noktadalar. Tıpkı 200 yıl öncesi Lyon işçileri gibi…
1831 yılında Fransa’nın Lyon kentinde işçiler, düşük ücretlere karşı “ya çalışarak ölmek, ya savaşarak yaşamak” şiarıyla ayaklanmıştı. Türkiye’deki işçiler de çalışarak ölmektense, direnerek yaşamak istiyor. “Canlı cenaze” gibi dolaşmak veya bir iş cinayetinde ölmek yerine, savaşarak hak elde etmeye, ayakta kalmaya çalışıyorlar.
* * *
İşçilerin direnişleri artınca, AKP-MHP blokunun “birlik-beraberlik” mesajları çoğalmaya başladı. Bugüne dek toplumu sürekli ayrıştıran Erdoğan bile, “Türk, Kürt, Arap, Sünni, Alevi demeden 85 milyon olarak şu nazlı hilalin gölgesinde buluşacağız” diyor. “Vatan-millet” naraları atan Bahçeli de “biz siyaseti, sınıf çatışmalarına dayanan, toplumun düşman kamplara bölünmesine çanak tutan gerilim süreci olarak tanımıyoruz; sınıflı toplum yapısını tamamen reddediyoruz” diyor.
“Sınıflı toplum”, “sınıf çatışması” gibi kavramları, bu faşist ve gerici liderlerden duymak ilginç değil mi? Ama işçi direnişlerinin hem artması hem de giderek radikal ve kararlı bir hale bürünmesi, onları çok korkutmuşa benziyor.
Sadece işçiler değil, ezilen-sömürülen tüm kesimler büyük bir öfke içinde ve bu öfke bazen patlıyor, eylemlere dökülüyor. 9 yaşındaki Narin’in ardından iki genç kızın vahşice öldürülmeleri, toplumsal infiale yol açtı. Üniversite ve liseli gençlik, uzun bir dönemden sonra ilk kez sokağa çıktı.
Bir yanda ekonomik kriz, diğer yanda toplumsal çürüme ve onun yarattığı sonuçlar, öylesine büyük bir gerilim ve patlama potansiyeli barındırıyor ki, bir kıvılcım her yeri tutuşturabilir.
Bunların örgütlü bir hal alması, egemenlerin en büyük kabusu. Onun için her tür örgütlülüğe kuduz köpek gibi saldırıyorlar. İşçilerin sendika hakkını fiilen gaspediyorlar.
O halde, ezilen sömürülen tüm kesimler örgütlenmeli ve birleşik-örgütlü mücadeleyi yükseltmeli. Yaşamak için bile, örgütlenmekten, örgütlü direnişten başka çare yok!
* * *
Lyon’da yenilginin acısıyla kıvranan bir işçi, “ne zaman işçilerin de bir öğretmeni olacak ve onlara nasıl savaşmaları gerektiğini öğretecek” diye soruyordu. Bir diğeri, “Lyon’da sadece ücret için değil, iktidar için savaşsaydık, işte o zaman zafer bizim olacaktı” diyordu.
Bugün de işçiler kendi deneyimlerinden dersler çıkararak öğreniyorlar. Tabandan örgütlenip sendikalarına sahip çıktıkça, çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek için özgürlükler için savaşmak gerektiğini kavradıkça ve devrim perspektifiyle doğrudan iktidarı hedefledikçe, gerçek kurtuluşun yolunu açacaklar. Egemenlerin kabusunu gerçeğe dönüştürmek, her direnişi bu yolda bir kaldıraç yapmaktan geçiyor.