Sağlıkta özelleştirmenin en korkunç yönlerinden biriyle yüzleştik geçtiğimiz günlerde. Yeni doğan bebeklerin, sadece ve sadece kar uğruna, nasıl ölüme ya da sakat kalmaya terkedildiğini gördük. Hem de en korkunç yöntemlerle… Hem de kendi aralarında yaptıkları kan donduran konuşmalarla…
Çıkan haberlere göre; sağlıklı doğan bebekleri yoğun bakım ünitesine alıyorlar, onların hasta olmasına neden olacak ilaçlar veriyorlar, annelerin getirdiği sütü içirmeyip aç bırakıyorlar, ölmek üzere olan bebekler için ailelerinden ameliyat parası istiyorlar…
Görünenin ötesinde bir vurgun
Açıklanan bilgilere göre, 27 Mart 2023’te bebek ölümlerine ilişkin CİMER’e bir ihbar yapılmış. Polise bilgi verilip soruşturmanın başlatıldığı tarih ise 5 Mayıs. Yani yaklaşık 1,5 ay sonrası. Bu hastanelerin ruhsatlarının iptal edildiği tarih ise Ekim 2024. Yani olayın ihbar edilmesinden sonraki yaklaşık 1,5 yıl boyunca, aynı hastaneler, aynı yöntemlerle bebekleri öldürmeye, sakatlamaya, hastalandırmaya, gereksiz biçimde annelerinden ayırarak ailece büyük acılar çekilmesine devam etmişler. Sağlık Bakanlığı da Emniyet Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı da, bu süre içinde yeni bebek ölümlerini engelleyecek, yaşanan katliamı durduracak tek bir adım bile atmamış, hastanelerin ruhsatlarını iptal etmemiş. Geçen 1,5 yıl boyunca, bu çarkın dönmesine seyirci kalmış, aslında yaşanan bebek katliamının suç ortağı olmuş!
19 özel hastanede 12 bebek ölümü tespit ediliyor. Sakat kalan bebekler sayıya dahil değil. Keza 12 bebek, sadece tespit edilenler. Bebeklerin canı üzerinden vurgun vuran bu sistemin kaç yıldır işletildiği, bu kadar süre içinde kaç bebeğin öldürüldüğü, açıklanan 19 hastane dışında daha kaç hastanenin aynı saldırganlıkla cinayet işlediği, bu vurgun çarkının diğer illerdeki uzantıları ve oralarda yaşananlar da belli değil.
Basında bu çeteye mensup kişilerin ve hastanelerin isimleri yayınlanıp duruyor. Elbette ki, bu cinayet-vurgun çarkı, üç-beş doktor ya da hemşireden ibaret değil; çok daha geniş bir alanda ortaklaşılan bir suç zinciri sözkonusu.
Mesela hastane patronları ve hastane başhekimleri de bu çarkın bir parçasıdır. Bir hastanede bebek yoğun bakım ünitesi sürekli çalışıyorsa ve bebek ölümü düzeyi bu kadar yüksekse, hastane sahibinden ve başhekimden habersiz biçimde bu işleri yürütemezler.
Yoğun bakıma alınan bebekler için ödeme SGK üzerinden yapıldığına göre, SGK’nın herhangi bir memuru değil, doğrudan bölüm müdürlerinin, en üst yetkililerin işin içinde olduğunu, bu çetenin bir parçası olduğunu görmek gerekir. Rutin dışına çıkan her ödeme dikkat çeker ve önlem aldırır çünkü. Yetkili müdürlerin onayı olmadan, dipsiz bir kuyu gibi sürekli para akıtılan bu alana, SGK ödemelerinin yapılması mümkün değildir.
Sağlık Bakanlığı da doğrudan bu işin içindedir. Çetenin çalıştığı hastanelerden Özel Avcılar Hospital, 2013-2016 yıllarında Sağlık Bakanı olarak çalışan Mehmet Müezzinoğlu’na aittir mesela. Keza 2023 yılında Yenidoğan Çetesi soruşturması başladığında, dönemin Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya bilgi verilmemiş; soruşturma gizli yürütülmüş. Demek ki, onun da bu cinayet çarkının içinde yer aldığı düşünülmüş. Bugün Sağlık Bakanı olarak görev yapan Kemal Memişoğlu, yenidoğan şikayetlerinin yapıldığı dönemde İl Sağlık Müdürü’ymüş!
Bu tabloya rağmen, 18 Kasım günü başlayan mahkemede yargılananlar, ismi açığa çıkan doktor, hemşire, 112 çalışanı vb… Hastane patronları ile devlet bürokratları tamamen yargılamanın dışında tutuluyor.
Özel hastanelere akıtılan servet
1990’ların başından itibaren sağlık hizmetlerinin adım adım özelleştirilmesinin tek sebebi, özel hastane patronlarına bir servet aktarımı yapmaktır. Hastaların da, sağlık çalışanlarının da sağlığın özelleştirilmesinden bir fayda sağlamadığı ortadadır. Devletin ise en büyük gider kalemlerinden birine dönüşmüştür özel sağlık sektörü.
DİSK-AR’ın yaptığı araştırmaya göre, özel hastanelere başvuran hasta sayısında ve oranında azalma olmasına rağmen, SGK’nın özel hastanelere yaptığı birim ödeme artıyor. 2012-2024 yılları arasında, SGK’nın özel hastanelere, hasta başına yaptığı birim ödeme, yüzde 940 oranında artmış.
Araştırma “hasta sayısında ve oranında azalma olmasına rağmen” diye özellikle belirtiyor. Demek ki asıl sorun, özel hastanelerde tek bir hastaya yapılan işlemlerde ve bu işlem karşılığında devletten alınan ödemelerde bir artış olmasıdır.
Bir biçimde özel hastaneye yolu düşen herkes, fahiş ödemelerden ve gereksiz tetkiklerden şikayetçidir. Devlet hastanesinde basit bir iğne ya da serumla evine gönderilecek bir hasta için, özel hastanede en az bir gece yatış, en az 3 doktorun muayene raporu, en az birkaç tahlil-röntgen vb. sözkonusu olmaktadır. Film gerekmediği halde çekilen, ameliyat gerekmediği halde yapılan örneklerin haddi hesabı yoktur. Çünkü özel hastane doktorları, sürekli olarak daha fazla işlem yapmaya, daha fazla kaynak oluşturmaya zorlanmaktadır. “Yoğun bakım” konusu ise apayrı bir dramdır. Sadece bebekler değil, yoğun bakıma alınan yetişkinlerin de ne kadarı zorunluluk, ne kadarı hasta ve SGK sömürüsü kapsamındadır; bilinmiyor.
DİSK-AR’ın sözettiği artış, SGK’nın ve Sağlık Bakanlığı’nın bilgisi, onayı ve ortaklığı olmadan gerçekleşemez. Tıpkı Yenidoğan Çetesi ile açığa çıktığı gibi, sorun birkaç sağlıkçı ve mafya ortaklığı ile sınırlı değildir. Devletin özel sağlık alanındaki patronları zenginleştirme, bu alana sınırsız kaynak ayırma ve bu soyguna ortak olma tutumunun sonucudur.
On yılı aşkın bir süredir, özel hastane patronlarının Sağlık Bakanı yapılmasının sebebi de budur. Sağlık bakanları, kamusal sağlığı güçlendirmek yerine, elbette ki kendi hastanelerini güçlendirecek kararlar alacak, uygulamalar yapacaklardır.
Cinayeti savunmak
Yenidoğan Çetesi tartışmaları sürerken, 22 Ekim günü bir açıklama yapan Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu, şu kan donduran cümleyi kurdu: “Bu insanların amacı bebekleri öldürmek değil, bebekleri uzun süre yatırarak hem aileden hem de SGK’dan para almak”!
Bakan Memişoğlu, bebek katillerini savunmaya çalışırken, kapitalizmin gerçek yüzünü teşhir ediyor. Elbette ki bu katillerin asıl amacı daha fazla para kazanmak, daha fazla kar elde etmek.
Elbette ki maden ocağı patronları, hiçbir güvenlik önlemi almadan madenciyi çalıştırırken, gaz sızıntısı farkedildiğinde bile işçileri çalışmaya zorlarken, asıl amaçları madenciyi öldürmek değil; sadece madenin çalışmaya devam etmesini, ceplerine akan paranın akmayı sürdürmesini istiyorlar.
Elbette ki hiçbir iş cinayeti, patronun işçiyi çekip silahla vurması ya da 10. kattaki işçiye tekme atıp aşağı itmesi üzerinden yaşanmıyor.
Emperyalist savaş ve işgallerin amacı da, saldırdıkları ülkelerin askerlerini öldürmek değil; zenginliklerine el koymak, pazarını ele geçirmek, insanlarını sömürmektir zaten.
Bütün bunların tek sebebi, kapitalizmin “azami kar hırsı” ve azami karını gerçekleştirebilmek için en vahşi saldırıları gerçekleştirebilecek olmasıdır.
“…Sermaye, kar olmadığı zaman ya da az kar edildiği zaman hiç hoşnut olmaz. … Yeterli kar olunca sermayeye bir cesaret gelir. Güvenli bir yüzde 10 kar ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır: yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insanal yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kar ile, sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler. Kaçakçılık ile köle ticareti bütün burada söylenenleri doğrular.” (Kapital Cilt 1, sf. 724, Sol Yayınları)
Kapitalizmin kar hırsı, bir insanı, bir bebeği, bir ağacı durup dururken öldürmeye yol açmıyor. Ancak tam da bu kar hırsı, gördüğü bütün olanakları, son zerresine kadar sömürmeye yol açıyor. Ve bu pervasız, dizginsiz sömürü dürtüsü, canlılar dahil herşeyi tamamen değersizleşiyor. Bir işçinin, insanca yaşam ve çalışma hakkı yok sayılıyor; bir bebek, paraya çevrilebildiği süre boyunca hayatta kalabiliyor; 500 yaşındaki bir zeytin ağacı, altındaki madene ulaşmaya engel bir “odun”dan ibaret görülüyor. Bu kara ulaşmak için her türlü insanlıkdışı muamele, vahşet, cinayet, işkence meşru hale geliyor. Onların bu saldırganlığını durdurabilecek tek güç ise, sınıf mücadelesini, yaşam hakkını savunma mücadelesini yükseltmek oluyor.
Tarih boyunca, sömürücü sınıfların insana ve doğaya bakışı, elde edeceği gelirden-kardan ötesi olmamıştır.
Ve devletlerin, hükümetlerin öncelikli görevi, sömürücü sınıfların, patronların işlerini kolaylaştırmak olmuştur.
Sağlıkta özelleştirme saldırısı, “paran kadar sağlık” dönemini başlattı. Özel hastanelerin açılması; kamu hastanelerinin olanaklarının azaltılarak hastaların özel hastanelere yönlendirilmesi; özelde çalışan sağlıkçıların ağır koşullarda ve düşük ücretlerle çalıştırılması, üstelik “kota”yı doldurmak için gereksiz tahlil, film ve muayenelere zorlanması; hastalar üzerinden şişirilmiş faturalar ile SGK’nın soyulması; şehir hastanelerine dizginsiz servet aktarımı; hastalıkları iyileştirmeye değil, ölünceye kadar ilaç kullanmaya zorlayan “sürdürülebilir” hale getirmeye dönük “tedavi” yöntemleri…
Bütün bunlar, üç-beş “kötü niyetli doktor”un başarabileceği bir soygun değildir. Devlet ve sermayenin ortak çalışması ile, kamu kaynaklarının özel sektöre aktarılması, bu arada insanların canının hiçe sayılmasıdır.
Evet, devlet ve patronlar, bütün bunları insanları, bebekleri öldürmek için yapmıyorlar; ama kar hırsı ile attıkları her adımın, insanları öldüreceğini biliyorlar. Ve bunu bilerek sağlık hakkını ortadan kaldırıyor, insanları bilerek ölüme terkediyor.
Bugün yenidoğan sağlıklı bebeklerin aç bırakılarak, ilaç enjekte edilerek hastalandırılması ve yoğun bakımlarda ölüme terkedilmesi, özel hastane patronları-devlet-mafya işbirliği ile gerçekleştirilmiş cinayetlerdir.