Teori; elde silah dövüşenlerin, yüreğindeki ateşi kalemine akıtanların işidir!

Teori, Fransızca kökenli bir kelime. Türkçe karşılığı “kuram” fakat birçok yabancı kelimede olduğu gibi teori de dilimize yerleşmiş bir kavramdır.

Toplumsal olguları ve olgular arasındaki ilişkileri soyutlayan kavramlar bütününe “teori” denir. Bu adı alabilmesi için, bilimsel, sistemli ve sürekli olarak doğrulanmış gözlem ve deneylere dayanması gerekir. Dolayısıyla ortaya atılan bir düşünce, görüş, gözlem veya tahminin ötesinde bir anlama sahiptir. Geniş kapsamlı bir alanda, birbirinden farklı birçok gözlem ve deney ile açıklanabilen ve geleceğe dönük öngörüler sunan bir bütünlük arzetmelidir. Ayrıca sınanmış ve yanlışlanmamış olması gerekir.

Marksizm (sonraki adıyla Marksizm-Leninizm) bir bilim olarak ortaya çıktı. O güne dek “ütopik” bir şekilde savunulan sosyalizmi, bilimsel temellere oturttu. Toplumsal gelişimin sınıf savaşımları üzerinden gerçekleştiğini ve sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne, oradan komünizme götüreceğini saptadı. Felsefi, tarihi, siyasi, sanatsal vb. her alanı kapsayan bütünsel bir dünya görüşü oluşturdu. “Marksist teori” denildiği zaman anlaşılması gereken bu bütünlüktür.

Ne var ki, ülkemizde “teori” ve “teorisyen” kavramları oldukça basite indirgenmiştir. Genel olarak “sol” diyeceğimiz çevrelerde, ortaya attığı görüşlerle “teori” yaptığını sanan, kendini “teorisyen” gören çok kişi vardır. Hatta kendini Lenin zanneden, Türkiye’nin “Ne Yapmalı”sını yazdığını düşünen kişiler çıkmıştır.

Oysa bir konu hakkında yazı yazmakla “teorisyen” olmak apayrı şeylerdir. Herhangi bir araştırma-inceleme yazısı da “teori” değildir. Teori, geniş bir açıklama gücüne sahiptir, ikna edicidir, çerçevesi net biçimde çizilmiştir ve bunlar yalın, sade, basitleştirilmiş bir biçimde ortaya konulmuştur. Bunu yapabilmek için de kavramsal bir sistem kurmak, üst düzey bilimsel-düşünsel bir seviyeye ulaşmak gerekir. Bu nedenle teori oluşturmak, yani teorisyen olmak, herkesin harcı değildir.

Gelin görün ki, ortalık “yeni teori”lerden ve kendini “teorisyen” zanneden kendine sevdalılardan geçilmiyor. ‘90’ların başında revizyonist blokun yıkılması, genel olarak sosyalizmin gerilemesi, bu tür teori ve teorisyenlere alan açtı. Burjuva ideologların “elveda proletarya”sından, “teknolojik devrim”inden, “kuantum fiziği”nden etkilenen, onlardan apartılmış görüşleri kendi icadıymış gibi sunan sözde teorisyenler türedi. Dünyada komünist, devrimci hareketin gerilemiş olması, bu tür kalpazanlara uygun zemin yarattı. Fakat yaşamın kendisi, bu “teori”leri de “teorisyen”leri de bir kenara fırlatıp attı.

Son dönemde ise, “tasfiyeciliğin en uç hali” olan mülteciliği yaşayan, dahası bunu meşrulaştıran kişilerin “teorisyen”liği ile karşı karşıyayız. Üstelik bunu yaparken, onlar gibi kaçmayıp Türkiye’de kalarak zor koşullarda devrimcilik yapanlara “akıldanelik” taslıyorlar. Yani “sırça köşkler”inden, Türkiye’deki devrimcilere yön çiziyorlar! Onlara göre ülkedeki komünist ve devrimciler, sorunları kavramaktan, çözüm üretmekten uzaklar! Kendilerine böyle bir “misyon” vehmedip hariçten gazel okuyorlar. 12 Eylül gelir gelmez soluğu yurtdışında alan, sonra da oradan akıl vermeye, taktik üretmeye kalkan revizyonist tasfiyecilerden hiç farkları yok! Yaptıkları şeyin siyasal karşılığı olmadığı gibi (ülkeden kopuk “teori üretmek” gibi) ahlaken de ne duruma düştüklerinin ya farkında değiller, ya da umursamayacak kadar pişkinler.

Arka arkaya “tasfiyecilik” üzerine yazmaları, bunun en önemli kanıtıdır. Çünkü tasfiyeciliğin bizzat müsebbibi olan kişiler (örgütler) tasfiyecilik hakkında tek söz söyleme hakkına sahip değillerdir. Sorunu yaratanların, çözümün parçası olamayacağı çok açıktır. Tasfiyecilik üzerine tefrikalar yayınlayarak, kendi tasfiyeciliklerini örtbas etme çabası, boşunadır.

Son dönemde yeni Amerika keşfetmişler gibi tasfiyecilik üzerine döktürüyorlar. Oysa tasfiyecilik (12 Eylül dönemi bir yana) ‘90’ların sonundan itibaren Türkiye Devrimci Hareketi’nin temel sorunuydu zaten. Dolayısıyla yeni bir durum sözkonusu değil. Geçen zaman içinde en fazla tasfiyeciliğin koyulaşmasından, daha derinlere nüfuz etmesinden sözedilebilir. Diğer yandan mültecilik-legalizm-parlamentarizm batağına girenlerin, tasfiyeciliğin aşılmasına dair söyledikleri hiç bir sözün kıymeti harbiyesi yoktur.

Dikkat edilirse, “mülteci solcular” kendi aralarında polemik yapıp tartışıyorlar. Ülkeden o kadar kopuklar ki, geçmişe dair olaylar ve kişisel husumetler üzerinden birbirlerine giriyorlar.

Sonuçta “hariçten gazel okuyanlar” başta gelmek üzere, teori adına burjuva liberallerden veya revizyonist arpalıklardan beslenenler, tarihin çöplüğüne atılmaya mahkumdurlar. Buna karşın genel olarak Marksizm-Leninizm’den, ML literatürden bir uzaklaşma olduğu aşikar. ML’nin ABC’si sayılan en temel konularda bile ya büyük bir cehalet ya da bilinçli bir çarpıtma ile karşı karşıya kalıyoruz. Artık çoğu internette olan siyasi yayın organlarında da ML’nin temel ilkelerine aykırı o kadar çok şey savunuluyor ki, şaşmamak elde değil. Üstelik aynı konuda birbiriyle çelişik görüşler ortaya atılabiliyor. Daha kötüsü, ML’ye bağlı kalmak zorunda hissetmiyorlar kendilerini. Ama hala “sosyalist”, “komünist” sıfatını kullanabiliyorlar!…

ML’nin temel ilkelerine bağlı kalmadan yapılan hiçbir çözümlemenin doğru olma ihtimali yoktur. Her kriz döneminde Marks’ın yeniden doğrulanması, emperyalizm ve emperyalist savaş konusunda Lenin’e başvurmak zorunda kalınması, Marksist-Leninist teorinin bilimselliğini ve halen geçerliliğini koruduğunu kanıtlamaktadır. Tasfiyecilik dahil, dönemin sorunlarının aşılması, ML’nin ışığında belirlenecek politika ve taktiklerle olacaktır. Elbette sadece doğru tespitler yetmez, ona uygun bir pratik izlenmelidir. ML teori zaten pratiksiz düşünülemez. O halde bir kez daha ML teoriye sarılmak, ML teoriden kaynağını alan program-strateji ve taktiklerle devrimci pratiği birleştirmek zorundayız.

Dergimizin eski sayılarında yayınladığımız “Teori” yazısını, güncel öneminden dolayı kısaltarak yeniden yayınlıyoruz.

                            * * *

Dünyada komünist ve devrimci hareketin, günümüz koşullarında önünü açacak teorik açılımı sağlayamıyor oluşu, genel bir tespitidir. Bazen birileri “evrensel normlar” yakaladıklarından, dünya komünist hareketine “katkı”da bulunduklarından dem vursa da, bu sözde teorisyenlere rağmen teorik boşluğun giderilemediği ortadadır.

ML teori, günün koşullarına uygun olarak somut tahlillerle geliştirilemediğinden, dünya devrimci-komünist hareketi sınıf mücadelesini ileriye taşımakta ciddi zorlanmalar yaşamaktadır. Dünyanın pek çok bölgesinde kitleler sokaklara dökülmekte, görkemli militan direnişler sergilenmektedir. Ancak bir noktadan sonra bu hareketler tıkanmakta, karşı-devrimin saldırılarıyla gerilemekte ve reformizmin kucağına düşmektedir. Geçmişte görkemli direniş örnekleri yaratmış, kitlelerle güçlü bağlar kurmuş ve mücadeleye seferber etmiş devrimci-komünist partiler, bugün büyük oranda reformistleşmiş, düzenin icazetine sığınmış durumdadırlar. Sorun, pek çok nesnel etkenin yanı sıra, yaşadıkları tıkanıklıktır.

Militanlık, direnişçilik, kararlılık, gözüpeklik gibi güzel erdemler, ne yazık ki, tek başına zafere götürmeye yetmiyor. İktidar perspektifine sahip ve ML teori silahıyla kuşanmış doğru bir önderlik geliştirilemediği koşulda, hareket yenilgiye mahkum olmaktan kurtulamıyor. Elbette ki yenilgilerden de çıkarılacak dersler, bir sonraki yükselişe taşınması gereken deneyimler vardır, olacaktır. Ancak üst üste ve bu kadar boyutlu tarzda yaşanan yenilgiler, bilinç bulanıklığı ve inanç erozyonu yaratmaktadır. Çok bedeller ödediğini ama bütün bu bedellerin boşa gittiğini düşünen kitleler ve kadrolar, sadece kendi partilerine değil, genel olarak devrim ve sosyalizm idealine yabancılaşmakta, güvensizleşmektedir. Sistemin “yenilmez” olduğu düşüncesiyle birleşen umutsuzluk ve karamsarlık, onların emperyalist-kapitalist sisteme entegre olmasını, yozlaşmasını ve çürümenin bataklığında erimesini getirmektedir.

Bilinç bulanıklığını derinleştiren en önemli unsur, devrimci-komünist hareketteki ideolojik boşluğun, emperyalizmin ideolojisi ile doldurulmasıdır. ML bir kenara bırakılarak, dahası onu sorgulayıp bozarak “yeni” şeyler keşfetme çabasına girilmiştir. Dünya devrim tarihi “ML’ye katkı” ve “ML’yi yeniden üretme” kılıfı altında revizyonist ihanet teorileriyle doludur. Kitle hareketi karşısında yangın söndürücülük rolünü üstlenen, emperyalist sistem içinde kendine bir yer açmaya çalışan, bir biçimde düzene entegre olmaya yönelen her türlü kişi ve akım, kendisine bayrak olarak “yenilenme” sloganını seçmiştir. Bunu yaparken de ML’yi günün koşullarına uyarladıklarını iddia etmişlerdir. Parti anlayışından sınıf çalışmasına, politikadan taktiklere, teoriden yönteme, felsefeden ekonomiye kadar ML literatürün ortaya koyduğu her şeyi tersyüz ederek, ihanetlerini gözlerden gizlemeye uğraşmışlardır.

Ramiz Alia, sosyalist Arnavutluk’u revizyonizmin yoluna sokarken “Partinin Yeni Gelişmelere Ayak Uydurması” sloganını kullanıyordu. Kapitalizmin politikalarını sosyalizm kılıfı altında uygulamaya sokan emperyalistlerin elinde bir model oluşturan Tito, “Yaratıcı Marksizm” ürettiğini söylüyordu. ABD komünist partisini yasal bir derneğe dönüştüren Browder, “değişiklik zamanı” diyordu. İtalya Komünist Partisi’nin lideri Togliatti, sonradan “Avrupa Komünizmi” olarak adlandırılan “yenilenme”yi “Kitlelerin Yeni Partisi” olarak sunmuştu. Keza Polonya İşçi Partisi, “Yeniden Gözden Geçirme” demişti.

Dikkat edilirse, bir zamanlar devrimci ya da komünist olan parti ve önderlerin, uzlaşma veya teslim olma durumu, genellikle kapitalizmin yaydığı yoğun terör ve ideolojik bombardımandan etkilenip sömürü sisteminin ebediliğine tapınmaya başladığı süreçlere denk gelir. Veya devrim mücadelesinin önemli dönemeçlerinde tıkanma ve çözümsüzlük yaşandığı dönemlerde baş gösterir.

ML tarafından mahkum edilen karşıdevrimci akımlar; böyle dönemlerde “yeni” biçimler kazanmış olarak tekrar ortaya çıkarlar. Her seferinde karşıdevrimci ideolojiye daha fazla eklemlenmiş, emperyalizmle daha fazla bütünleşmiş olarak…

Bugün bu tehlike daha boyutlanmış durumdadır. Geçmişte sağlam ML ideolojiyle donanmış komünist partilerin ve komünist önderlerin varlığı, bu tür akımların gelişip güçlenmesini engelliyordu. Ancak bugün komünist ve devrimci hareketin gerilemesinden dolayı bu akımlar yeniden güç kazanmıştır. “ML’nin bugünü açıklamaya yetmediği”ni söyleyerek “yeni” diye sundukları şeyler ise, tarihin çöplüğüne gönderilmiş teorilerden ibarettir.

Bizim dayanağımız Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in temellerini attıkları ve kendi dönemlerinde başarıyla hayata geçirdikleri proletaryanın ideolojisidir. Bu temeller ve kazanılan başarılar, geçerliliğini bugün de en canlı haliyle korumakta, yol göstermektedir. Bize düşen, onlara dayanarak yeni gelişmeleri çözümlemek, mücadelenin güncel taktiklerini, proletarya ve onun ittifak güçlerini somut duruma göre tahlil etmektir. Bunların üzerinden mücadele yol ve yöntemlerini, araç ve biçimleri belirlemektir.

 

Yaşadığımız süreci kavramak

Devrimci komünist hareket, dünya çapında bir gerileme yaşadı, yaşıyor. Bunu derinleştiren tıkanma ve çözümsüzlük, her alana yansıyor. Oysa “çözümlenemeyen” bütün sorunların cevabı, yine ML’nin içinde aranmalıdır.

En başta “devlet”, “hükümet”, “iktidar” kavramlarını yerli yerine oturmada bir bilinç kargaşası yaşanıyor. Burjuvazinin attığı adımlar arasında iç bağlantılar kurulamıyor, uzun vadeli programları kavranamıyor, emperyalistlerin kendi aralarındaki rekabet, çelişki ve dönemsel uzlaşmalarından kaynaklanan politika değişikliklerinin nedenleri bulunamıyor. Yaşanan yeni emperyalist savaş, bunun diğer savaşlardan farkı, “tek kutuplu dünya”nın “çok kutuplu” hale gelişi, ABD emperyalizminin gerilemesi, Çin’in atağı, emperyalist kamp içindeki saflaşmalar, bunların bağımlı ülkelere yansıyış biçimi vb. kavranamadığı için tablo tüm netliği ile ortaya serilemiyor. Ve asıl önemlisi kitle hareketlerinin dinamikleri görülemiyor.

Emperyalizm, özü aynı kalmakla birlikte, değiştirdiği politikaları ve stratejik yönelimleriyle işçi ve emekçileri sadece daha yaygın ve yoğun sömürmeyi değil, bilinçlerde yanılsama yaratarak düşünsel ve ideolojik olarak da esir almayı hedeflemektedir. Amacı “sistemin yenilmezliği”ni beyinlere kazımak, ulusal ve sosyal kurtuluş umutlarını yok ederek, kendi “gücü” karşısında herkesin secdeye varmasını sağlamaktır. Kendi tekellerinde olan basın yayın organları, kitle iletişim araçları, eğitim sistemiyle, her türlü araç ve yöntemi kullanarak her gün, her an ideolojik bombardımanını yapmakta, kendi politikalarının meşruluğunu pompalamaktadır. Asıl tehlikeli olan, bilinçlerin tutsaklığıdır. Çünkü ezildiğinin, sömürüldüğünün farkında olan, sistemle çelişkilerini derinden yaşayan kitleleri mücadeleye seferber etmek kolaydır. Ama yaşadığı sömürünün “doğal” olduğunu düşünen, çelişkilerini ve hoşnutsuzluklarını sistemin açtığı başka kanallarda eriten (futbol, uyuşturucu, kumar, ya da dinsel-etnik düşmanlıklar) yığınları harekete geçirmek, birkaç kat daha zorlu bir iştir.

Kitlelerin önüne somut hedefler, onları harekete geçirebilecek araç ve yöntemler koyabilmenin tek yolu, önce devrimci komünist hareketin özü aynı kalan, ama biçimi değişen sorunların ideolojik-siyasal yanını ve teorik altyapısını kavrayabilmektir.

Açlık ve yoksulluk ortadan kalkmadı. Sömürü ve sınıfsal çelişkiler bitmedi, keskinleşti. Sosyalizm, tarihin akşının zorunlu bir evresi olmaktan çıkmadı. Ancak geriye dönüşlerin tüm yönleriyle teorik olarak çözümlenememiş olması ve bu derslerle geleceğe yürünememesi, kitlelerin mücadeleye katılma isteklerini zayıflattı. Karşılığında bir şey elde edemeyeceğini, emeklerinin boşa gideceğini düşünmeye başladıkları için ağır bedeller ödeme konusunda isteksizleştiler.

Özellikle ‘90’larda revizyonist blokun çöküşü ve dünya çapında beyaz terör dalgasının güçlenmesi, kitlelerde ve devrimci örgütlerde derin izler bıraktı. Dünyadaki bütün devrimlerin, hatta sosyalizmin inşasında oldukça önemli adımlar atan Sovyetler Birliği’nin geriye dönüşü, emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası haline gelmesi, büyük bir karamsarlık yarattı. O dönemleri yaşamış olanlar “eski güzel günler”in özlemini taşıyorlar, ama yeniden o günleri yaşayabileceklerine duydukları umut zayıflamış durumda. “Sosyalizmin asla gerçekleşmeyecek bir hayal olduğu” yönündeki emperyalist propaganda ise devam ediyor.

Bu noktaya getiren iç ve dış etkenleri, eksik bırakılan yerleri, gerek emperyalizmin saldırıları bertaraf etmenin yöntemlerini, gerekse parti içi bozulmaların nedenlerini ve bunun “panzehiri”ni, kitlelere sosyalizmi kavratmanın ve kazanımlarına sahip çıkmanın araçlarını yaratmak zorundayız. Ve bu zorunluluk, teoride yapılması gereken bu çözümleme, komünistlerin boynunun borcu…

 

ML’yi geliştirmek

en yakıcı görevdir

Yaşanan tıkanmanın temel nedenlerinden birisi, uluslararası komünist hareketin, siyasi, ideolojik ve örgütsel önderlikten yoksun olmasıdır. Bugün ne Lenin ve Stalin gibi ustalara, ne de Komüntern gibi enternasyonalist kurumlara sahibiz. Yol gösterecek, tıkanıklıkların önünü açmada yardım edecek, perspektif sunacak böylesi önderliklerin olmayışı, dolayısıyla onların teorik açılımlarının yönlendiriciliğinden yoksun kalmak, genel olarak devrimci hareketin zorlanmasına neden oluyor.

Geçmişte faşizm yükselişe geçtiğinde ve dünyanın birçok bölgesinde kitleler üzerinde azgın bir terör estirmeye başladığında, Komüntern, komünist partilerinin önüne faşizme karşı ortak mücadele perspektifi koymuş ve enternasyonalizm bayrağı ile geniş kitleleri faşizme karşı topyekun bir savaşa seferber edebilmişti. Faşist ideolojinin dayanaklarını, sınıfsal zeminini ve kitle tabanını ortaya sererek, komünist partilerin faşizmin saldırılarını püskürtme biçimi ve araçlarını yaratabilmişti. Bir dönem sosyalizmin kalesi olmayı başaran Arnavutluk ve Arnavutluk Emek Partisi, karşıdevrimci Üç Dünya Teorisi’ne karşı mücadele bayrağını açmıştı. Etkileri ülkemizde de görüldüğü gibi, başarılı bir ideolojik mücadele yürütülmüştü.

Bugün, böyle bir güçten yoksun olmanın sonuçları acı bir şekilde yaşanıyor. Emperyalist politikalara ve ideolojik saldırılarına olduğu kadar, devrimci kesimlerde giderek derinleşen tasfiyeci düşüncelere karşı, ML ideolojik mücadele, günümüzün en yakıcı görevleri arasındadır.

Rosa Luxemburg, “Ama devrim, nihai zaferin bir dizi yenilgiden geçerek hazırlanabildiği tek savaş biçimidir… Bir koşulla! Söz konusu olan her yenilginin hangi nedenlerden dolayı meydana geldiği sorulmalı” diyor. Bugün bu soruların cevabını bulmak en başta bizlerin görevidir.

Tarihimiz teorinin önemi ve yol göstericiliği konusunda önemli derslerle doludur. TDH, bizi daha çok direnişçi geleneğimizle, militan özelliklerimizle, savaşçı yapımızla tanır. Oysa ‘70’lerde ilk çıkışımız ideolojik-siyasi temeldedir ve o süreçte TDH’ye ideolojik-siyasal önderliğimiz olmuştur. ‘Üç Dünya Teorisi’ne (ÜDT) karşı açtığımız savaş, bu öncülüğün ilk adımıdır. Bugün için çok kolay olan ÜDT’nin nasıl bir çarpık teori olduğunu anlatmak ve ona karşı durmak, herkesin ÜDT’yi savunduğu bir dönemde hiç kolay değildi. Büyük bir saldırı dalgasını göğüslemek gerekiyordu. Yaklaşık bir yıl süren bu zorlu mücadele sonucunda, tüm yapılar birer birer ÜDT’yi mahkum etmeye başladı. Birçok hareket bu yüzden bölündü. ÜDT’yi savunarak ayrılanlar bir süre sonra Aydınlık’a kapağı attılar. ÜDT gibi karşıdevrimci bir teoriyi, ancak karşıdevrimci bir safta yer alarak savunabilirdi çünkü.

ÜDT’ye karşı başlattığımız mücadeleyi kısa süre sonra Mao Zedung Düşüncesi izledi. O güne dek ‘ML usta’ olarak ilan edilen Mao ve onun ML’ye katkıları olarak sunulan MZD, yine ilk kez bizim tarafımızdan masaya yatırılıyor ve revizyonist yönleri açığa çıkarılıyordu. ÜDT’yi reddettiğimiz günlerde Aydınlık gazetesi “Bunlar yakında Mao’yu da reddeder” diyerek saldırıya geçmiş ve diğerlerini bize karşı kışkırtmıştı. Aydınlık, bu öngörüsünde yanılmadı. Çünkü ÜDT ile MZD arasındaki yakın bağı diğerlerinden çok daha iyi görüyordu.

Gerek ÜDT, gerekse MZD, bir hareketin safını belirlemede, ML ideolojik bir hat tutturmada belirleyici öneme sahip iki temel sorundu. Bunlar kendi içinde felsefi, sınıfsal, örgütsel bakış açısını, ona bağlı olarak devrim, parti, proletarya diktatörlüğü, sosyalizmin inşası gibi en temel konuları kapsıyordu. Biz bunların çözümlenmesini sadece genel bir düzlemde koymakla kalmadık. TDH içinde bu anti ML ideolojinin şu ya da bu biçimde etkisi altında bulunan çeşitli örgütlerin (başta o dönemki isimleriyle Halkın Kurtuluşu, Halkın Bayrağı, Halkın Yolu olmak üzere) eleştirisi temelinde onu Türkiye somutunda geliştirdik. İdeolojik çözümlemeyi, siyasi, örgütsel, programatik, taktiksel düzeyde ele alarak Türkiye’nin sosyoekonomik yapısının geri kapitalist olduğu tespitini, proletaryanın devrimimizde oynayacağı, -sadece ideolojik değil fiili- önder rolü, başta yoksul köylülük ve küçük burjuvazi olmak üzere devrimin müttefikleri sorunu vb. konulardaki tahlillerimizi bunun üzerinden şekillendirdik. Özellikle Maocu “Demokratik Halk Devrimi” eleştirisi, devrimin kesintisizliği, devrim stratejimizin ‘silahlı halk ayaklanması’ olarak belirlenmesi, o zaman için çığır açan konulardı. ‘Anti emperyalist demokratik halk devrimi’nden kesintisiz bir şekilde sosyalizme geçiş ve sınıfsız toplum hedefimiz ‘asgari ve azami programımız’ olarak ortaya kondu. Arkasından birçok örgüt kendi programını yeniden ele aldı, biçimsel de olsa bazı düzeltmeler yaptı. Kısacası, daha kurulduğumuz anda TDH’ne ML bir önderlik gerçekleştirdik.

Ardından gelen 12 Eylül yıllarında sadece işkence-cezaevi-mahkeme tavrımızla değil, ideolojik-siyasal önderliğimizle öncülük yaptık. Cunta’nın faşist olmadığından ‘Bonapartizm’ teorisine, ordu ve Kemalizm hakkında küçük burjuva hayallere kadar birçok temel konuda ön açıcı teorilerimiz ortaya kondu. Bozgun halinde ‘geri çekilme’ taktiğine yönelttiğimiz eleştiriler, ‘saldırı’ taktiğimiz, sonrasında Leninist ‘geri çekilme’ anlayışımız olsun, tüm hareketleri kıskacı altına alan tasfiyeciliği sadece örgütsel yanlarıyla değil, ideolojik, siyasi, felsefi, çok yönlü mahkum edişimiz olsun, döneme damgasını vuran politika ve teorilerdi.

Bunları ortaya koyduğumuzda saldırıya geçen birçok hareketin daha sonra bu teorileri kabul etmesi ise, ideolojik-siyasal önderliğimizin kanıtı niteliğindedir. Tıpkı ’77-’79 sürecinde olduğu gibi…

12 Eylül direnişimizin arkasında da ML ideolojik-siyasal çizgi ve ona bağlı olarak geliştirilen örgütsel-taktiksel üstünlüklerimiz vardı. 12 Eylül sonrası yeniden toparlanma ve atılım süreci, bu özelliklerimizin üzerinden oldu.   

Ne var ki, ‘90’ların ikinci yarısından itibaren yaşanan tasfiyecilik süreci, sadece örgütsel-taktiksel değil, asıl olarak ideolojik-siyasal bir çöküş yarattı. “Kitleselleşme” adına ortaya koyulan “güncel politikalar” giderek “stratejik hedef” halini aldı. ML ideolojinin yol göstericiliğinden kopularak, popülere olana yönelme, anti-ML akımlardan etkilenme başgösterdi. Legalleşme ile atbaşı giden bu ideolojik-siyasal savruluş, ‘80’lerin ortalarından itibaren büyüyüp gelişen örgütsel yapıyı darmadağın etti. Teori ile pratik, ideolojik-siyasal bakışla örgütsel faaliyet birbirinden koptu. Teori ‘seçkin’ bir azınlığın işi olarak görüldü. Oysa devrimci bir hareket, başta kendi tabanı olmak üzere kitlelerden koparak teori üretemez. Ürettiği ‘teori’ de devrimci teori değil, entelektüalizm olur. Bu yönde bir birikim sahibi değilse, entelektüalist üretim bile yapılamaz. Nitekim böyle de oldu.

Elbette bu sorun, sadece bizim değil, TDH’nin sorunudur. İdeolojik-siyasal üretim, çok sınırlı bir kesim tarafından yapılırken, ezici bir çoğunluk bunun tamamen dışında, adeta bir tüketici durumundadır. Siyasal hareketlerin tabanında yer alan, hatta belli başlı organlarda çalışan geniş bir kesimin, ideolojik-siyasal geriliği, hareketin ürettiği teoriye katkısını zayıflatmakta, bazen tamamen yoksun kılmakta, dolayısıyla teorinin yaşamda karşılığı ve uygulanabilirliği tartışma götürmektedir. Yaşamın içindeki unsurlardan ‘geri beslenme’yi almayan en usta teorisyenler bile, ‘yeniden üretimi’ doğru bir şekilde gerçekleştiremezler. Bu kısır döngü kırılamadığı sürece de devrimci teoriden ve onun yol göstericiliğinden söz edilemez. ‘Yazarlar yazar-okurlar okur!’ olursa, orada ne kolektif üretimden ne de ML bir teoriden bahsedilebilir. Kuşkusuz işbölümü ve uzmanlaşma olacaktır. Ama, bu, birbirini beslemede yoksunluk ve kopuş şeklinde tezahür ederse, tek yanlılaşma, yabancılaşma ve kısırlaşma kaçınılmaz. Siyasal bir yapıda her bireyin ‘asgari formasyon’ dediğimiz bir altyapıya sahip olması gerektir. Yönetici konumdaki herkesin ise, en azından kendi alanında siyasal olarak da uzmanlaşması şarttır. Aksi taktirde er ya da geç alana dair sorunlar çözülemeyecek, bir tıkanma yaşanacak ve gelişme duracaktır. Alanlardaki tıkanma, bir bütün olarak tüm yapıyı geriletecektir. Dolayısıyla, teorik gelişim, ideolojik-siyasal üretim, bütüne-kolektife yayılmadığı, onlara mal olmadığı ve onlardan beslenmediği sürece, kötürüm kalmaya mahkumdur.

Bugün de TDH’nin önündeki sorunları çözmek, teorik bir altyapı sunmak görevi bizim omuzlarımızdadır. Tasfiyeci dalgayı kırmak, karşıdevrimin saldırılarına doğru ve cepheden yanıt verebilmek, iktidar fikrini bilinçlere kazıyıp devrimin sorunlarını çözmek ve önderlik etmek, bu temel üzerinden gerçekleşecektir. Çünkü, Lenin’in dediği gibi “Görevler doğru saptandığında, bu görevleri yerine getirmek amacıyla tekrar tekrar girişimde bulunmak için enerji mevcut olduğunda, geçici başarısızlıklar ancak küçük musibetler olabilir. Devrimci deneyim ve örgütsel ustalık, edinilebilen şeylerdir. Yeter ki, insanda gerekli özellikleri edinme isteği olsun. Yeter ki, insan hatalarının farkına varsın. –devrimci meselelerde bu yarı yarıya düzelme demektir.”

 

Teori, pratiğin ışığında

gelişecektir

Teoriyi bir masa başı çalışması olarak algılamıyoruz. Ne amaçsız ve hedefsiz bir tarzda peş peşe kalın kitapları devirmek, ne ML klasiklerden alt alta dizilmiş alıntılar, ne de süreçten ve devrimcin ihtiyaçlarından kopuk bir veri bankası… Teori, pratik çalışmanın ihtiyaçlarına cevap verecek bir kılavuzdur ve doğrudan pratiğin içinde üretilir. Geçmiş örnekler de böyle yaratılmıştır.

Mesela Marx, kendi dönemindeki sınıf mücadelelerini, proletaryanın gelişim çizgisini çok yakından incelemiştir. Proletaryanın sınıf olarak bağımsız tavrını koyduğu ilk eylemler, Lyon Barikatları ve İngiliz fabrikaları Marx için bir laboratuvar olmuştur. İlk sosyalist devlet olarak kurulan Paris Komünü’nü “göğün fethine kalkışan komünarlar” diyerek selamlamıştır. Bu görkemli sınıf deneyimlerini içinden kavramaya çalışmış, her birisiyle ilgili makaleler yazarak, eksiklerini, hatalarını ve geleceğe taşınması gereken yönlerini ortaya koymuştur. 1848 Avrupa devrimlerinin içinde yer almıştır. Hiçbir zaman aydınca bir yaklaşımla sadece kitapların arasına gömülerek yazı yazılmayacağının, yazılsa da bunun devrime faydası olmayacağının bilincindedir. İşçilerle yakın bağlar kurmuş, onlarla yüz yüze konuşmuş, işçi toplantılarına, konferanslarına, eylemlerine katılmıştır. Yoldaşı Engels ile birlikte farklı ülkelerin sınıfsal gelişmelerini ve mücadele biçimlerini araştırmış, yaptıkları deneyim aktarımları ve birikimleriyle birbirini zenginleştirmişlerdir.

Böyle bir çalışmayla Marx, sadece kapitalizmin ekonomik yasalarını çözümlemekle kalmamış, sosyalizmin zorunluluğunu, sınıflar mücadelesinin ortaya koyacağı toplum biçiminin kaçınılmazlığını da göstermiştir. Ve bu tarihsel akış içinde proletaryanın neden devrimin önderi olması gerektiğini, proletaryanın partisi olmadan proletaryanın kendi misyonunu yerine getirmeye gücünün yetmeyeceğini açığa çıkarmıştır. Proletaryanın partisinin ilk teorik altyapısı bu dönemde oluşturulmuştur.

Engels, Marx’ın gelişimine dönük olarak şunu söylüyor: “Marx, kendinden önce gelenlerin çözüm diye baktıkları şeye, sadece bir sorun diye baktı.” Ve sorunları çözerek proletaryanın bilimsel öğretisi Marksizm’i kuramsallaştırdı.

Lenin ise partinin nasıl olması gerektiğini, kendi mücadele pratiği içinde ve zamanla kurmuştur. Partinin, devletin gözünden uzak bir yeraltı örgütü olması gerektiği düşüncesini Narodnikler’den almış, RSDİP’i daha baştan bu anlayışla şekillendirmişti. “Halkın Dostları Kimlerdir” kitabında Narodnikler’i mahkum ederek, devrimde proletaryanın rolünü ve kapitalizmin çarkının geriye çevrilemeyeceğini, küçük burjuva köylü devrimciliğinin, halkçılığın yoğun bir eleştirisini yaparak, ama bununla yetinmeyip Rusya’nın sosyo-ekonomik tahlilini araştırmaya yönelerek yapmıştır. Sibirya’da sürgünde yazdığı “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi” eseriyle, kapitalizmi ve proletaryanın durumunu çözümlemiş ve proletaryanın önünü açmıştır.

RSDİP’in kurulmasından sonraki ilk yıllar ekonomizmle mücadele dönemidir. Bu mücadelede, partinin ideolojik hattını netleştirmiştir. Kendiliğindencilik anlayışına karşı sınıfın ideolojik siyasal, örgütsel önderi olarak partinin gerekliliğini “Ne Yapmalı” adlı kitabında anlatmıştır. Sonrasında Menşevikler’le mücadele içinde partinin biçimini oluşturmuştur. Şekilsiz ve gevşek bir örgütlenme anlayışına karşı sağlam ve ilkeli bir Bolşevik çekirdek ve profesyonel olarak çalışan üyeleri olmadan, proleter devrimin yolunda ilerlenemeyeceğini ortaya koymuş, “Bir Adım İleri, İki Adım Geri” adlı kitabını bu tartışmamlar üzerinden yazmıştır.

Lenin, kitlelere dayanmasını ve kitlelerden öğrenmesini çok iyi bilen bir önderdir. Uzun yıllar yurtdışında yaşamak zorunda kalmasına rağmen, ülkesindeki mücadeleden kopmamasının sırrı buradadır. Kadrolardan gelen raporlar ve onları zaman zaman yurtdışına çağırarak yaptığı toplantıların yanı sıra, Rusya’daki işçilerden her gün onlarca mektup almıştır. Bu mektuplar bir yandan işçilerin ruh halini, diğer yandan sıkışma noktalarını ve ihtiyaçlarını gösterir Lenin’e. Onlardan bir an bile kopmadan her yönüyle araştırdığı ülkesinin somut durumunu çok iyi kavradığı için devrim ve sosyalizm mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap verir. Her kitabı, yazıldığı dönemin temel sorununun adını koyarak çözüm yollarını ve mücadele yöntemlerini gösterir. Yenilgi yıllarında “Tasfiyecilik Üzerine” ve “Materyalizm ve Ampiriokritisizm” kitaplarını yazarak, yenilgi yıllarının ortaya çıkardığı hastalıklara karşı amansız bir ideolojik savaşım yürütmüştür. Yenilgiden sonraki yıllarda ise “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm”i tahlil etmiş ve devrimin yolunu bu tahlillerin üzerine oturtmuştur. Nisan Tezleri, 1917 Şubat Devrimi’nin hemen sonrasında atılması gereken adımları anlatır. Devrimin niteliğini ortaya koyarak sosyalizme geçişin yollarını gösterir. Devlet ve İhtilal kitabı ise Ekim Devrimi öncesinde, iktidarı ele geçirdikten sonra yapılacak şeyleri anlatır. Devletin tanımını yapar, sosyalist devletin, proletarya iktidarının yapısını anlatır.

Stalin, ulusal sorunun çözümünün ve sosyalist inşanın mimarıdır. Her iki konuda da altyapıyı Lenin kendi döneminde oluşturmuştur. Stalin ise bu altyapıya dayanarak karşısına çıkan sorunları çözerek ML teoriye katkıda bulunmuştur. Ulus kavramının tanımlanmasından bölgesel özerklik ilişkilerine, ulusal geleneklerin proleter kültürle kaynaştırılmasından şovenizme karşı mücadeleye kadar ulusal sorunun çözümünde köklü bir dayanak oluşturan pek çok şey Stalin’in bıraktığı mirasın içindedir. Diğer taraftan, sosyalizmin ekonomik alanda inşası, sosyalist yeni insanın yaratılmasıyla iç içe yürümüştür. Üretimin kolektifleştirilmesi süreci, kitlelerin bilincinde kolektifleştirmenin yaratılmasında en büyük temeli oluşturmuştur. Bütün dünya ’29 bunalımını yaşarken, gerçekleştirilen Sovyet mucizesi, sosyalizmin kazanımlarını sahiplenen halkın şekillenmesiyle bir aradadır. Tam da bu kültür, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında sosyalist anayurdu faşizme karşı savunmakla kalmamış, dünyayı faşizmin lanetinden kurtarma görevini de omuzlamalarına yol açmıştır. Sosyalist inşanın mimarı Stalin, aynı zamanda dünyanın önünde titrediği faşizme diz çöktüren ve dünya halklarına, onların komünist partilerine, emperyalizme karşı savaşımlarında önderlik edendir.

KEYK (Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi) Sekreteri ve Bulgaristan KP’nin önderi Dimitrov, faşizme karşı mücadelenin bayrağıdır. Komüntern ile birlikte, Avrupa’da yükselen faşist hareket üzerinden faşizmin tahlilini yapmıştır. Devrimde ittifaklar konusunda Lenin’in perspektifinden yola çıkarak, faşizm koşullarında ittifaklar konusunu ele almış, faşizme karşı olan her kesimin içinde yer alabileceği ‘Birleşik Cephe’ anlayışını oluşturmuştur. Enver Hoca ise, dünyadaki tek sosyalist ülkenin önderi olarak Sovyet revizyonizmine karşı mücadele içinde çelikleşmiştir. Avrupa komünist partilerinin bozulmalarının nedenlerini ortaya çıkarmış, Çin revizyonizmine karşı verdiği ideolojik mücadele ile uluslararası komünist harekete önderlik etmiştir.

Ustalar ve önderler, teoriyi kendi dönemlerinde yaşanan pratiklerden yola çıkarak geliştirirler. Her biri, kendisinden önce ortaya konmuş olan şeyleri dayanak olarak kullanır ve kendi pratiği üzerinden edindiği birikimleri bu dayanağın üzerine yerleştirir.

Özcesi, teoriye katkıda bulunmak ya da geliştirmek için iki şeye ihtiyaç vardır: Birincisi, süreç ve koşullarda bir değişiklik yaşanıyor olmasına, ikincisi bunları doğru tarzda gözlemleyip tahlil edebilecek proleter devrimci bir bakışaçısına. “Sosyalizmle ilgili somut bilgi, onun için yürütülen kavganın bir ürünüdür; bu bilgi ancak sosyalizm için verilen mücadele içinde, ancak bu mücadeleyle kazanılır. Sosyalizm, hakkında bilgi edinmek için, sınıf mücadelesinin günlük sorunlarıyla, bu karşılıklı etkileme yolunu izlemeden girişilecek her çaba, bu bilgiyi bir metafizik, bir ütopya, pratik olmayan salt düşünsel bir şey haline getirir.” (Lenin’in Düşüncesi-Gyorgy Lucas)

 

Entelektüel böbürlenmecilik değil,

yaşamı yönlendirmek

Teori bir dogma değildir. Yıldızlı, parlak lafların peş peşe sıralanışı ya da kuru ve yararsız laf kalabalığı hiç değildir. Dünyayı yorumlamakla yetinmeyen, dünyayı değiştirmekle yükümlü olan eylem kılavuzudur. Teori, somut durumun, somut çözümlemesiyle ortaya çıkıyorsa ve teorik doğruluk, daima somutta kanıtlanıyorsa bir değer taşır. “Pratikle, insan hakikati, yani düşüncesinin gerçekliliğini ve gücünü, bu dünyaya aitliğini kanıtlamalıdır. Pratikten yalıtılmış bir düşüncenin gerçekliği ya da gerçeksizliği konusunda tartışma, tamamen skolastik bir sorundur.” (Marx, Alman İdeolojisi, sf. 24)

Bir önemli nokta daha vardır ki, bu da teorik çözümlemelerin kimlerin omuzlarında olması gerektiğidir. Teori, bilinci ihtilalci yüreğiyle bütünleşmiş olanların işidir; asla devrimci özünü tüketmiş, bürokratlaşmış, aydın bireyciliğinin kulvarında yüzenlerin değil. Teori, elde silah dövüşenlerin, yüreğindeki ateşi kalemine akıtanların işidir.

ML tarzda yapılan teorik çalışma ile aydın entelektüalizmi arsındaki fark çok açıktır. Birincisi, mücadelenin önünü açmak ve çıkış yönünü net olarak çizmek içindir. Diğeri ise, kişisel tatmin ve böbürlenme aracıdır; masa başında yapılan bir bilgi yığınağıdır. Bolca kitap devrilmiş, paragraf paragraf yapılan alıntıların ne anlama geldiği, neye hizmet edeceği kavranmamıştır. Böylelerinin her durum için söyleyecek sözleri vardır. Ancak hiçbir durum için parmaklarını kıpırdatmaya niyetleri yoktur. Stalin, Alman Komünist Partisi’ne bu konudaki uyarılarını şöyle ifade eder:

“Şimdiki MK parlak bir teorik bilgiye sahip değil deniyor. Politikası doğru olsun da, iş tek teorik bilgiye kalsın. Bilgi edinilebilir, bugün değilse yarın edinilir, ama şu anda Alman Komünist Partisi (KPD) tarafından yürütülen doğru politikayı benimsemek, bazı burnu büyük entelektüellere pek kolay gelmese gerek. Şimdiki MK’nın gücü tam da doğru Leninist politika uygulamasında yatmaktadır ve ‘bilgileriyle’ böbürlenen entellerin kavramak istemedikleri de budur. Parti yaratma hakkına talip olabilmek için bir entelektüelin iki-üç kitap daha fazla okumasının ya da birkaç broşür daha fazla yazmasının yettiğini sanan yoldaşlar var. Bu o kadar yanlıştır ki, basitçe gülünçtür. Felsefe üzerine koskoca kitaplar yazabilirsiniz, ama KPD’nin doğru politikasını benimsemediyseniz, partinin dümenine geçirilemezsiniz…. Şu anki MK’da işçilerin ağırlıklı olması KPD’nin büyük avantajıdır.” (KEKY 6. Genişletilmiş Plenumu’nun Alman Komisyonu’nda Konuşma)

Lenin ve Plehanov arasındaki fark bu konudaki bir başka örnektir. İşçiler Plehanov’la konuşmaya gittiklerinde onu hayran hayran dinlerler. Ne kadar bilgili olduğunu, ne kadar güzel sözler söylediğini düşünürler. Ama anlamazlar. Çünkü Plehanov onlara kitabi bilgiler üzerinden uzun bir nutuk çekmiştir. Karmaşık şeyler anlatmış, bilinmeyen kelimelerle süslenmiş cümleleri peş peşe sıralamıştır. Ama onların sorunlarıyla ilgilenmemiş, onların ihtiyaçlarına cevap vermemiştir. İşçiler, Plehanov’un yanından onun bilgisinden gözleri kamaşmış biçimde ayrılırlar, ama bir daha onun yanına gelmeyi düşünmezler. Lenin’le konuşmak ise işçiler için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Çünkü Lenin her şeyden önce onlara değer verdiğini gösterir. Onları dinler, sonra da sorunun can alıcı noktalarına parmak basarak anlatmaya başlar. Tıkanıklıkları birer birer ortaya koyar, aşma yöntemlerini gösterir. Ne yapacaklarını çok iyi kavramış olarak ayrılırlar onun yanından ve bir dahaki görüşmeyi iple çekerler. Plehanov için “proletarya” kitaplarda geçen bir kelimedir. Lenin için ise, hücrelerine kadar içinde hissettiği canlı bir organizma, yaşamının özsuyudur.

 

“Yenilenmeci”lerden

kalın çizgilerle ayrılmak

Sınıf mücadelesi içinde atılan her adımda, mutlaka teorinin yol göstericiliğine ihtiyaç duyulur. Hedef belirleyebilmek, politika üretebilmek, taktikleri şekillendirebilmek için bu zorunlu önkoşuldur. Ama ML’nin yol göstericiliği yoksa, yol gösteren mutlaka emperyalizmin, karşıdevrimin ideolojisi olacaktır. En sinsi ve inceltilmiş halleriyle çıkar karşımıza karşıdevrimin politikaları. Sözde “devrimci” bir kılıfla, ama militan özü yok edilmiş, sistemi “tamir eden” bir çizgiyle… Amaç, bilinçleri karartarak kapitalizmin sürekliliğini sağlamaktır.

Yeraltı örgütü ve faaliyetlerine saldırı, bunların en başında gelir. Karşıdevrim, tarihi boyunca kitle hareketini hep kendi denetimi altında tutmaya çalışmıştır. Bu nedenle yeraltı fikrini deforme etmek, yasalcılığı körüklemek için olağanüstü bir çaba gösterir. Lenin’in yasal olanakları kullanma konusundaki doğru anlayışının, devrimciliği yasal zemine hapsetmek biçimindeki deformasyonudur yapılan. “Artık Sovyet modeli örgütlenmelerin geçerliliğini kaybettiği” propagandası en üst perdeden yükseltilmiştir. Tüzük, demokratik merkeziyetçilik, disiplin, denetim vb. konular masaya yatırılır.

Bir başka moda propaganda ise, “kendi ülkemizin devrim programını yaratabilmek”ti! “Şablonculuk yapmamak, kalıplara saplanıp kalmamak” Leninist ilkesine sözde sarılmak adına, devrim tarihinin deneyimleri el çabukluğuyla bir kenara itiliverdi. Proletaryanın artık “zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olduğu”, bu nedenle devrimin önderliğini yapamayacağı, teknolojik gelişmelerin sömürüyü ortadan kaldıracağı, silahın kitleleri korkuttuğu, partinin farklı görüşleri içinde barındırmasının bir “zenginlik” olduğu, sosyalizmin ulusal sorunu zaten çözemediği vb. boca edildi devrimci kesimlerin bilinçlerine. Bugün “devrimci” hatta “sosyalist” “komünist” sıfatı taşıyan pek çok reformist parti, bunları savunmaktadır. Henüz “aslında devrime bile gerek olmadığı” düşüncesini teorik zeminde ifade etmemekle birlikte, pratikleri (son yıllarda artan parlamentarizmle birlikte düşünülürse) bunu bağırır. En fazla yanılgı yaratan da ML’nin tarihte her gün bir kez daha sınanmış evrensel teorilerini ülkenin somut koşullarına uydurmak kılıfı altında (çünkü Leninizm bunu zaten önemle belirtmiştir ama Leninist ilkelerden en küçük bir kaymaya izin verilmemesini şart koşarak) yapmaya çalışmalarıdır.

Biraz tarih bilgisi olan her devrimci, bu söylemlerin tamamının değişik biçimlerde geçmişte de kimi dönemlerde piyasaya sürüldüğünü bilir. Menşevik, ekonomist, anarşist, troçkist vb. akımlar, farklı biçimler ve isimler altında aynı düşüncenin türevleri olarak ortaya çıkmışlardır. Tarihin çöplüğüne çoktan gönderilmiş, siyasal ideolojik olarak büyük bir yenilgiye uğramış olan bu akımların, bugün yeniden, hem de güçlü bir biçimde ortaya çıkmasının bir tek nedeni vardır: ML’nin güç kaybetmiş olması.

Stalin’den sonra ML teoriye katkı gerçekleştirilemediği ve uluslararası komünist hareket bir önderlik yaratamadığı için doğan boşlukta karşıdevrimin ideolojik-teorik önderliği kendine yer bulmuştur. “Yeni” görüntülerle eski ideolojiler bataklıktan çıkarılıp, dezenfekte edilerek, baş tacı haline getirilmiştir.

Biz bu tür “yeni” düşüncelerin ML ideolojiden, değerlerden ve ilkelerden uzaklaşmak anlamına geldiğini biliyoruz. Bu nedenle ML ilkelere sımsıkı sarılarak ve bunları güncelleştirerek yürüyoruz. ML’yi tahrif ederek yapılan teorinin kişileri ve örgütleri nerelere kadar sürükleyeceğini, uçurumun neresine fırlatıp atacağını, sadece tarihteki örnekleriyle değil, somut olarak da gördük, yaşadık. Bu tür “yenilenmeci”lerin her zaman karşısında olduk, olmaya devam edeceğiz.

Eski Yunan mitolojisinde deniz tanrısı Poseidon ile yer tanrısı Gea’nın oğlu Anteus’tan söz edilir. Anteus kendisini doğuran ve büyüten annesine karşı büyük bir bağlılık duymaktadır. Anteus’un yenmediği hiç kimse yoktur. Bu gücünü nereden almaktadır? Anteus ne zaman düşmanla karşı karşıya gelse onu doğuran toprağa dokunur ve yeni güç toplar. Fakat bu kahramanın yine de zayıf bir yanı vardır. Herhangi biçimde topraktan uzaklaşma tehlikesi. Düşmanları onun bu zaafını öğrenir. Ve günün birinde Herkül, onun bu zaafından yararlanarak yenmeyi başarır. Herkül onu havaya kaldırmış, toprağa dokunma olanağı vermeyerek havada boğmuştur.

Bizim toprak anamız kitleler ve gücünü kitlelerden alan kadrolarımızdır. Kadrolarımız dünyayı yorumlama ve dönüştürme gücünü ML ideolojiden alır. Bolşevik önderliğin yenilmez anahtarı buradadır.

Bunlara da bakabilirsiniz

Metal’de -yasağa rağmen- grevler sürüyor

Birleşik Metal-İş Sendikası (BMİS) 5 işletmede TİS görüşmelerine 9 Ağustos’ta başlamıştı. Bunlardan 1’i hariç 4’ü …

ASGARİ ÜCRET ve BİZ EMEKLİLER…

17 bin 2 TL olan asgari ücrete yapılacak zam, günümüzde en temel gündem maddelerinden birisi. …

İEB, savaş bütçesine karşı mücadeleye çağırıyor

Mecliste görüşülmekte olan yağma ve savaş bütçesine, işçilere layık görülen sefalet ücretine karşı, İşçi Emekçi …